29 Nisan 2013 Pazartesi

Yaratıcı yazarlık eğitimi sanat eğitimidir!

Yaratıcı yazarlık eğitiminin tıpkı müzik, resim ve tiyatro gibi bir sanat eğitimi olduğunu vurgulayan Murat Gülsoy, “Yaratıcı yazarlık öykü ve roman sanatını öğretme sanatıdır. Diğer sanat dallarında eğitime karşı çıkılmadığı gibi yaratıcı yazarlık eğitimine de karşı çıkılmamalıdır. Hatta üniversitelerde yaratıcı yazarlık bölümleri açılmalıdır” dedi. 

Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Sempozyumu
Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü tarafından düzenlenen “Yaratıcı Yazarlık Nedir, Ne Değildir?” sempozyumuna katılan Murat Gülsoy yaratıcı yazarlık kavramının tartışılmasının zorunluluğu olduğunu vurgulayarak “İşini iyi yapmayan yaratıcı yazarlık atölyeleri nedeniyle insanlarda bir memnuniyetsizlik var. Yaratıcı yazarlık eğitimi bir sanat eğitimidir ve konusunda ehil insanların bu eğitimi vermesi gerekir. Dürüstlük en önemli kıstas olmalıdır. Peki sanat eğitimi mümkün müdür? Buna hayır demek kolaycılık olur. Tıpkı diğer sanat dallarında (resim, müzik, heykel gibi) olduğu gibi yazarlık eğitimi de atölyede öğrenilebilir. Yaratıcı yazarlık öykü ve roman sanatını öğretme sanatıdır. Resim, müzik gibi sanat dalları için açılan atölyelere kimse karşı çıkmazken yaratıcı yazarlık kavramına karşı çıkılmasını anlamak mümkün değil” dedi.

Sınırlar yaratıcılığı harekete geçiriyor
İnsanın yaratıcılığının bir sınırla, sınırlamayla karşılaştığında ortaya çıktığını vurgulayan Murat Gülsoy, “Sınırların yaratıcılıkla ilişkisi olduğunu gözlemledim. Eğer bir insana sınır koyarsanız hayal gücü çalışmaya başlıyor ve bu sınırı aşmak, soruna çözüm üretmek için harekete geçiyor. İşte tam bu noktada yaratıcılık oluşmaya başlıyor” dedi.
Yaratıcı yazarlık atölyelerinin modern toplumun bir ihtiyacı olduğunu belirten Murat Gülsoy “Eskiden yazar olmak isteyenler, yazarların müdavimi oldukları mekanlara gider, yazdıklarını göstermek, onlardan bir şeyler öğrenmek için fırsat kollardı. Bu yöntemin çok doğru olmadığını düşünüyorum. Şimdi ise böyle ortamlar kalmadı ve yazar olmak isteyenler bu ihtiyaçlarını yazarlık atölyelerinde karşılıyorlar” dedi.

Yazarlık atölyelerinden yazar çıkar mı?
Edebiyat ortamlarında çokça sözü geçen “Yazarlık atölyelerine gelenler yazar olur mu?” sorusuna yanıt veren Murat Gülsoy, “Tıpkı sanat akademisi gibi düşünelim. Mezun olunca herkes ressamlık teknikleriyle donatılıyor ama aralarında ressam olarak bazı kişiler öne çıkıyor. Kanımca yazarlık istek, heves ve arzu ile çok ilintili. Eğer yazar olmak isteyen biri arzuluysa bir şekilde isteğine kavuşacaktır. Ancak başkası sizin içinizde bu arzuyu doğuramaz. Atölyede bir bakış açısı kazanabilirsiniz, çok yetenekli de olabilirsiniz ama arzunuz yoksa yazar olamazsınız” dedi.
Yaratıcı yazarlık atölyelerinde eğitim ve kalite standartının tuturulması gerektiğini söyleyen Murat Gülsoy “Resimi müzik ve tiyatro gibi üniversitelerde yaratıcı yazarlık bölümleri açılmalı. Böylelikle yaratıcı yazarlık alanında eğitim kalitesi üst seviyelere çekilecektir” dedi.
Devamını Oku

Yaratıcı yazarlık oksimorondur!

Yaratıcı yazarlık kavramını eleştiren Bülent Somay yaratıcılığın öğretilemeyeceğini vurgulayarak "Yaratıcı Yazarlık oksimorondur" dedi.

Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Sempozyumu
Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü tarafından düzenlenen "Yaratıcı Yazarlık Nedir, Ne Değildir?" sempozyumuna katılan Bülent Somay, yaratıcı yazarlık kavramına ilişkin eleştirilerini dile getirdi. Yaratıcı yazarlık atölyelerinin bir ihtiyaçtan doğduğunu belirten Bülent Somay “Bu ihtiyaç yazan kişilerin yazdıklarını paylaşmak ve ondan geri bildirim almak ihtiyacıdır. Maalesef ülkemizde sadece edebiyat alanında değil pek çok alanda geri bildirim alma sorunu vardır” dedi.

Yaratıcı yazarlık oksimorondur!
Yaratıcı ve yazarlık kelimelerinin yan yana gelme halini “oksimoron” (yan yana durmaması gereken) olarak niteleyen Bülent Somay, “Yazarlık öğrenilmesi gereken bir şey, eski kuşaklar bunu kendiliğinden kitap okuyarak öğrendi. Çünkü bilgi alma yöntemimiz sadece okumaktı. 90’lı yıllardan sonra insanlar görüntü ve digital çağa girdiklerinden doğal olarak okuma alışkanlıkları zayıfladı ve bilgi alma şekilleri değişti. Bu nedenle yazarlık, yazma yetisi öğrenilmesi gereken bir konuma geçti. Yazarlık bugün daha fazla öğretilmesi gereken bir konu ancak yaratıcılık öğretilebilir mi? Yaratıcılık bir öğrenme sürecine bağlanabilir mi? Herhangi bir kurs, yazarın olmazsa olmaz özelliği olan “dert sahibi” haline getirebilir mi? Bu konuda şüphelerim var. O nedenle yaratıcılığın öğretilemeyeceğini, kişinin doğası gereği ortaya çıkan bir hal olduğunu düşünüyorum” dedi.

Yaratıcı okurluk öğretilebilir
Yaratıcı yazarlık yerine yaratıcı okurluğun öğretilmesi gerektiğini öneren Bülent Somay, “Metinleri parçalamak, parçalanan metni analiz etmek gibi durumlar öğretilebilir ve bu öğretimin çok da faydalı olacağını düşünüyorum” dedi.

Yazarların ürünleri ve hediye kavramı
Sanat ürününün meta haline gelmesinin can sıkıcı olduğunu belirten Bülent Somay Fransız filozof Jacques Derrida’nın armağan (hediye) kavramına atıfta bulunarak “Yazar olarak ürettiğim eserimi parayla satmak yerine hediye etmek istiyorum. Düşündüklerimiz bize ait değildir. Onu yazılı hale getirdiğimizde üzerinde pek çok insanın emeği vardır. Keşke tüm sanatçılar eserlerini hediye edebilselerdi. Belki bu size gerçekçi bir yaklaşım gibi gelmeyebilir ama bunu başarmak için farklı düşünme seçeneğini de gözden kaçırmayalım ve üzerine düşünelim” dedi.
Devamını Oku

Yaratıcı yazarlık kavramına karşı çıkmak yersizdir!

Bilgi Yaratıcı Yazarlık Kulübü tarafından düzenlenen “Yaratıcı Yazarlık Nedir, Ne Değildir?” sempozyumunda konuşan yazar Pınar Kür, yaratıcı yazarlığa karşı olma halini bir benzetmeyle açıklayarak “Ferhan Şensoy’un ünlü oyunundaki ‘Kahraman Bakkal Süper Markete Karşı’ sözündeki karşıtlık gibidir ve kanımca yersizdir” dedi.

Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Sempozyumu
Yaratıcı yazarlık alanında pek sık rastlanmayan bir etkinlikten, Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü’nün düzenlediği yaratıcı yazarlık sempozyumundan bahsedeceğim. Semih Gümüş ve Murat Belge’nin son anda katılımlarının iptal olması nedeniyle Pınar Kür, Gülayşe Koçak, Bülent Somay ve Murat Gülsoy’un katılımıyla gerçekleşti.
Sempozyumun yöneticisi Bilgi Yaratıcı Yazarlık Kulübü Başkanı Özge Yerlikaya, etkinliği düzenleme nedeni olarak Varlık dergisinin 2013 Şubat sayısındaki inceleme konusu olan “Yaratıcı Yazarlık” çerçevesinde Mesut Varlık tarafından kaleme alınan eleştirel yazı olduğunu söyledi. Bu çerçevede yaratıcı yazarlık kavramının taraflarca tartışılmasının en doğru yöntem olduğunu ve bu nedenle sempozyumda karşıt düşüncedeki kişileri bir araya getirdiklerini dile getirdi.
Ardından sempozyumun ilk oturumunda Pınar Kür ve Ayşegül Koçak, yaratıcı yazarlık ve bunun yanında atölyelerin varlığını savunan kişiler olarak düşüncelerini aktardılar.

Pınar Kür: Edebiyat ve yaratıcı yazarlık birbirine karşı değil!
Pınar Kür Varlık Dergisi’nde Mesut Varlık’ın yazısındaki yaratıcı yazarlık kavramına ilişkin eleştirel düşünceleri hatırlatılınca “Yaratıcı yazarlık kavramına karşı çıkmak Ferhan Şensoy’un deyimine göre “Kahraman Bakkal Süper Markete Karşı” sözündeki karşıtlık gibidir ve kanımca yersizdir. Yaratıcı yazarlık atölyesinde uzun yıllar eğitim verem bir yazar olarak yaratıcı yazarlık edebiyat yapmalıdır fikrindeyim. Edebiyat ve yaratıcı yazarlık kavramları birbirine karşı değil, birbirlerini ekarte etmiyor” dedi.

Atölyelerden yazar çıkar!
Edebiyat çevrelerinde çok sık dile getirilen “Yaratıcı yazarlık atölyelerinde eğitim alanlar arasında yazar olan var mı?” eleştirisine de yanıt veren Pınar Kür “Her konservatuar okuyan öğrenci de sanatçı mı oluyor? Yaratıcı yazarlık kursları da böyle. Ayrıca benim yaratıcı yazarlık atölyesi öğrencilerimden olan Ayşe Sarısayın Sait Faik Edebiyat Armağanı ödülü aldı. Tıpkı bunun gibi başka öğrencilerim de çeşitli ödüller aldı. Yaratıcı yazarlık atölyelerinden yazar çıkmıyor sözü gerçeği yansıtmıyor” dedi.

Yazar olmak isteyenin bir itirazı olmalı!
Yazar olma yolunda atölyesine gelen öğrencilerine edebiyatçı olan kişinin dünyaya, hayata bir itirazı olması gerektiğini söylediğini belirten Pınar Kür, “Dünyayla ve kendisiyle barışık yazar olmaz. Yazarın mutlaka bir derdi ve bu derde paralel bir itirazı olmalı. İlk derste öğrencilerime -Ben bu atölyede disiplin ve teknik öğretiyorum. Yazar olmak sizin uğraşınıza ve yazarlığa olan bağlılığınıza bağlı- sözünü söylüyorum” dedi.

Gülayşe Koçak: Yazma utangaçlığı aşılmalı
Sabancı Üniversitesi bünyesinde verdiği yaratıcı yazarlık eğitiminden bahseden Gülşayşe Koçak yaratıcı yazarlık eğitiminin en önemli aşamasının yazma utangaçlığını aşmak olduğunu söyledi.
Dil ifade etme aracıdır. Ayrıca düşünceyi geliştirir. Yeni kelime öğrendiğimizde beynimizin işleyişini ve zihni değiştirir. Dilin kullanımı yazar olma yolunda önemli ama yaratıcı düşünceyi geliştirmez. Bunun yanında yaratıcı yazarlık atölye çalışmalarında çok sık rastlanan durumlarından birinin de sıradanlık hali olduğunu belirterek “Diğer bir değişle edebiyat paralamak. Sıradan, klişe cümlelerle yazı yazmak bir alışkanlık haline gelmiş. Yaratıcı yazarlık çalışması belirli kalıpların dışın çıkarak farklı bakış açıları bulmak ve yaratıcı düşünmeye teşvik etmek konusunda ön ayak oluyor ve sorunu aşmada önemli görev üstleniyor” dedi.

Ezberci eğitim yaratıcılığı ve dili köreltiyor
Ezberci eğitimin dili ve yaratıcılığı körelttiğini vurgulayan Gülayşe Koçak, “Eğitim sistemi dili güdükleştiriyor. Ezberci eğitim ihtiyaçlarımızı dile getirmeyi ve ifade gücümüzü zayıflatıyor. Ezberci eğitim beyni köreltiyor ve haliyle yazma becerimiz ve yaratıcı düşünce yetimizi de köreliyor. Ayrıca önyargılarımız (önceden öğrenilmiş bilgiler) yaratıcı düşünme yetimize ket vuruyor, adeta akıl tutulması yaşıyoruz. Ezberi bozmak lazım, doğru - yanlış kavramlarının dışına çıkıp düşünme sistemimizi değiştirmeliyiz” dedi.

Mükemmeliyetçilik yerine hata yapma olasılığı
Yaratıcı yazarlık konusunda beğenme beğenmeme ekseninden de kurtulmamız gerektiğini belirten Gülayşe Koçak “Çünkü beğeni çok subjektif bir seçimdir. Önemli olan yazdığımız metnin yaratıcılığa ya da kurmacaya ne kadar denk düştüğüdür. Yazarken mükemmeliyetçi düşünmek yerine hata yapabilme seçeneğimizin olduğun daima akılda tutmak gerekir. İlk metinler her zaman kusurludur ama ilk metinler bize üzerinde çalışma fırsatı verecek malzemeyi sağlar. Haldır haldır, akla ket vurmadan yazmak lazım. Böyle yazmak utangaçlığımızı üzerimizden atar” dedi.
Devamını Oku

20 Nisan 2013 Cumartesi

Bilgi Sempozyum: Yaratıcı yazarlık nedir, ne degildir?

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü tarafından 27 Nisan günü “Yaratıcı Yazarlık Nedir, Ne Değildir?” başlıklı bir sempozyum düzenlenecek. Sempozyuma katılanlar arasında Semih Gümüş, Murat Gülsoy, Murat Belge, Pınar Kür gibi yazarlar yer alıyor. Ücretsiz olan sempozyum katılmak isteyen herkese açık.

Yaratıcı yazarlık nedir, ne değildir?
Yaratıcı yazarlık ile ilgili pek sık rastlamadığımız geniş kapsamlı bir sempozyumdan bahsedeceğim. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü tarafından hazırlanan “Yaratıcı Yazarlık Nedir, Ne Değildir?” sempozyumu bu konudaki pek çok soru işaretini ve kafa karışıklığını gidermeye aday bir etkinlik. Ülkemizde yaratıcı yazarlık ile ilgili atölye eğitmenliğinin yanı sıra kaynak kitap yazarı olan Semih Gümüş, Murat Gülsoy, Pınar Kür gibi yazarların yanı sıra Murat Belge, Gülayşe Koçal, Bülent Somay’da sempozyumda konuşmacı olarak yer alacak. Eğer yaratıcı yazarlık alanıyla ilgileniyorsanız bu sempozyuma mutlaka katılın.

Sempozyumda neler var?
Üç oturum şeklinde gerçekleşecek sempozyumda ilk olarak “Yaratıcı Yazarlık Nedir?” sorusunun cevabı aranacak. İlk oturumun konuşmacıları Semih Gümüş, Murat Gülsoy ve Bülent Somay olacak.
İkinci oturumda ise “Edebiyat Fakülteleri ile Yaratıcı Yazarlık İlişkisi” konusuyla birlikte “Türkiye’de Yaratıcı Yazarlık” başlığı tartışmaya açılacak. Bu oturumun konuşmacıları Murat Belge, Pınar Kür ve Gülayşe Koçak.
Son oturumda Bilgi Ünibersitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü üyeleri “Yaratıcı Yazarlıkta Ticari Kaygı ve Okullar Arası Yaratıcı Yazarlık Koordinasyonu” konularını ele alacak.

Kavram kargaşasına son verme isteği!
Bilgi Yaratıcı Yazarlık Kulübü üyeleri sempozyum duyurusunda neden yaratıcı yazarlık ile ilgili bir etkinlik düzenlediklerini şöyle açıkladılar: “Onlarca farklı kursun, birimin ve atölyenin bulunduğu bir alan olan yaratıcı yazarlığın bu çevrelerin bir araya gelip konuşmaması nedeniyle bir kavram kargaşasına dönüşmeye başladığını düşünüyoruz. Bu noktada yaratıcı yazarlık konusunda farklı görüşlere sahip yazar, eleştirmen ve akademisyenleri bir araya getirerek tartışmalara bir netlik kazandırmak, yaratıcı yazarlıkla ilgilenen kimselerin kafa karışıklığını gidermek ve en önemlisi yazmak isteyen öğrencilerin bir araya gelmesini ve koordine olabilmesini sağlamak için bir sempozyum düzenledik.”

Sempozyumun Facebook sayfası

Sempozyum Programı
1. Oturum
(10.00 – 12.00)
  • Murat Gülsoy (Yazar - Akademisyen)
  • Semih Gümüş (Yazar)
  • Bülent Somay (Editör - Akademisyen)

2. Oturum
(12.30 - 14.30)
  • Murat Belge (Akademisyen – Yazar – Gazeteci - Çevirmen)
  • Pınar Kür (Akademisyen - Yazar)
  • Gülayşe Koçak (Müzisyen – Akademisyen - Yazar)

3. Oturum
(15.00 – 17.00)
  • Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü üyelerinin konuşmaları ve forum.
Yer: İstanbul Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü E4 305
Devamını Oku

13 Nisan 2013 Cumartesi

Yazara dahi demek büyük bir hata!

Ye, Sev Dua Et kitabının yazarı Elizabeth Gilbert, tek bir insancığa, kendi başına bütün kutsal, bilinmez, ebedi sırların hepsinin yayıldığı bir pınar, bir kaynak ve bir cevher olduğunu söylemek, bütün bu sorumluluğu üstüne yüklemek, kırılgan insan ruhu üzerinde biraz fazla bir yük olduğunu belirterek “Bu yaklaşım insan benliğini tümüyle bozup eğreltiyor ve karşılanamayacak yüksek beklentilerin oluşmasına yol açıyor. Sanıyorum bu baskı sanatçılarımızı beş yüz yıldır öldürüyor” dedi.

TED Konuşması - Deha Üzerine
TED konuşmaları serisinde yazarların kendi yazma sürecindeki tecrübelerini, hissedişlerini ve çıkmazlarını anlattıkları konuşmaları çok seviyorum. Bu konuşmalarda bazen kendimizden bir parça, bazen de deneyimlemediğimiz durumların perde arkasını öğrenme fırsatı buluyoruz. Ye, Sev Dua Et kitabının yazarı Elizabeth Gilbert’ın TED Konuşması da bunlardan biri. Elizabeth Gilbert, kendi yazım sürecini anlatırken yazar olma aşamasında karşılaştığı klişe durumları ve bunları nasıl aştığını, yazarlık ile ilgili kalıplaşmış düşüncelerin - yazarların eser meydana getirebilmesi için ızdırap çekme zorunluluğu - yersiz olduğunu kendisine nasıl ispatladığın anlatıyor. Bu keyifli konuşmadan bazı alıntıları aşağıda okuyabilir, konuşmanın tamamını yazının sonundaki videodan izleyebilirsiniz.

Çok satan bir yazar olmanın sancıları
Ben bir yazarım. Kitap yazmak benim mesleğim, ama tabii benim için meslekten öte. Aynı zamanda hayatımın aşkı ve tutkusu. Ve bunun değişeceğini hiç sanmıyorum. Öte yandan, son zamanlarda, hayatımı ve kariyerimi etkileyen tuhaf bir şey başıma geldi. Bu tuhaf şey, bu meslekle olan ilişkimi yeniden düzenlememe yol açtı. Tuhaf şey şuydu: Kısa zaman önce "Yaz, Dua Et, Sev" isimli anı kitabımı yazdım; ama bu kitap, öncekilerin tam aksine, dünyada duyuldu, ve bir sebeple, büyük, mega-sansasyonel, uluslararası "bestseller" dedikleri bir şey oluverdi. Bunun bir sonucu olarak da, şimdi nereye gitsem, bana bahtsız muamelesi yapıyorlar. Cidden - bahtsız, bahtsız! Gelip, "Korkmuyor musun?" diyorlar, "Bundan daha iyisini yapamamaktan korkmuyor musun? Hayatın boyunca yazmaya devam etsen de, kimsenin bundan sonra yazacaklarının suratına bakmayacağından korkmuyor musun?" "Ha? Suratına bile bakmayacaklarından?"

Yaratıcı meslekler neden bu kadar korkunç?
Yirmi sene öncesinde, daha gençken, etrafımdakilere yazar olacağımı söylediğimde de aynı, böyle korku dolu tepkileri aldığımı hatırlamasam, kendimi şimdi daha da kötü hissederdim. Daha neler diyorlardı: "Asla başarılı olamamaktan korkmuyor musun? Reddedilmenin utancından ölmez misin? Hayatını bu zanaate adayıp da uğraşıp didindikten sonra hiç bir sonucun çıkmamasından, kayıp hayallerinin çöplüğünde, ağzında başarısızlığın acı külleriyle ölmekten korkmaz mısın?" İşte böyle diyorlardı.
Bütün bu soruların kısa cevabı: "Evet." Evet, bunların hepsinden korkuyorum. Hayatım boyunca da korktum. Hatta, tahmin bile edemedikleri bir sürü başka şeyden de korkuyorum. Mesela yosundan korkuyorum, diğer dehşet şeylerden de. Ama iş yazarlığa gelince, son zamanlarda düşünüp merak etmeye başladığım bir şey var: Neden, yani neden? Bu dünyaya yapmaya geldiğimiz işi yapmaktan korkmamız mı gerekiyor? Demek istediğim, yaratıcı mesleklerin nesi bu kadar korkunç ki, diğer kariyerleri kimse dert etmiyor da, bu mesleklere gelince karşımızdakinin ruh sağlığı için endişe ediyoruz? Mesela babam kimya mühendisiydi. Kırk yıl boyunca kimya mühendisliği yaptı ama kimse kimya mühendisliği yapmaktan korkup korkmadığını sormadı. Yani “Şu bahtsız kimya mühendisi John'un hali nasıl, iyi mi acaba?” Yani hiç karşılaşmadım. Kimya mühendislerinin hakkını vermek gerek tabii, yüzyıllar boyunca adlarını "alkolik manik-depresife" çıkarmadılar.

Eser meydana getirmek için yazarın ruhsal bozukluğu olmalı mı?
Öte yandan, biz yazarların böyle kötü bir ünü var. Üstelik sadece yazarlar da değil, her türden yaratıcı işle uğraşanların hepsinin ciddi ruhsal bozukluğa sahip olmaları bekleniyor. Sadece 20. yüzyılda genç yaşta canına kıyan, gerçekten çok görkemli yaratıcı zihinlerin sayısına baksanız bile bu kötü üne hak verirsiniz. Kendini öldürmeyenler bile, aslında kendi yetenekleri yüzünden ecellerine ulaşmışlar. Norman Mailer, ölmeden hemen önce yapılan son röportajında "Kitaplarımın her biri beni biraz daha öldürdü." demiş. İnsanın hayatının işi için bunu demesi olağandışı. Ama bunu duyunca gözümüzü bile kırpmıyoruz, çünkü bu tür cümleleri çok işittik, ve bir şekilde yaratıcılık ve çile çekmenin, tabiatları gereği birbirleriyle bağlantılı olduğunu, dolayısıyla sanatsal faaliyetin, nihayetinde, hep ızdıraba dönüşmesi gerektiğini içselleştirdik ve kabul ettik.
Şimdi hepinize sormak istediğim soru şu: Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Bunu böyle kabullenebilir misiniz? Çünkü bir adım bile geri çekilip bakınca, nasıl desem - ben bunu kabullenemiyorum. Tiksindirici buluyorum. Ayrıca tehlikeli olduğunu düşünüyorum ve sonraki yüzyıla aktarılmasını istemiyorum. Yaratıcı beyinleri hayatta tutmanın daha iyi olduğunu düşünüyorum.

Başarıyla başedebilme
Kendi hesabıma şunu diyebilirim: böyle karanlık düşüncelere kapılıp aşağılara çekilmemin - hele hele kariyerim içinde bulunduğu bu özel durumda - benim için çok tehlikeli olduğunu biliyorum. Bakın şöyle ifade edeyim, Oldukça genç sayılırım; daha kırk yaşındayım. Önümde belki de kırk yıllık daha çalışma hayatı var. Bugünden sonra ne yazarsam yazayım, çok büyük ihtimalle bütün bir dünya "son büyük başarısının ardından gelen çalışma" deyip geçecek. Hepimiz burada arkadaş sayılırız; onun için söyleyip geçeceğim: öyle sanıyorum ki benim en büyük başarım arkamda kaldı. Aman Yarabbi, ne korkunç! Bu tür düşünceler insanı sabah saat dokuzda cin tonik içmeye başlatabilir; ben de o yöne doğru gitmek istemiyorum. Çok sevdiğim işimi yapmayı tercih ederim.

Eserlerimle aramda ruhsal bir mesafe var!
Peki bu nasıl mümkün? Bunun üzerine çok düşündüm ve şu kanıya vardım: bundan sonra çalışabilmek, yazmaya devam edebilmek için, ruh sağlığımı koruyacak bir tür düzenek geliştirmeliyim. Bundan böyle, yazarlığa devam edebilmek için, kendimle, kitaplarıma halkın vereceği tepkiye dair endişem arasına güvenli bir mesafe koymalıyım. Geçen sene boyunca, böyle bir bakış açısı ararken, biraz değişik çağlara ve değişik toplumlara bakıp, yaratıcı insanlara yardımcı olacak, yaratıcılığın doğasındaki duygusal riskleri idare etmelerini sağlayacak, bizimkilerden daha iyi ve daha aklıselim görüşler aradım.
Aradıkça, kendimi antik Yunan ve antik Roma'da buldum. Beni izlemeye devam edin, çünkü dönüp dolaşıp başa döneceğim. Antik Yunan ve antik Roma'ya dönersek, o zamanlarda insanlar yaratıcılığın insanın kendinden kaynaklandığına inanmıyorlardı. Yaratıcılığın, insana refakat eden kutsal bir ruh olup, insanlara, meçhul ve uzak bir kaynaktan, anlaşılmaz sebeplerle geldiğine inanıyorlardı. Yunanlılar, yaratıcılığı sağlayan bu refakatçi kutsal ruhlara "demon" diyorlardı. Sokrat, kendine gaipten bilgelik anlatan bir demonu olduğuna inanmasıyla ünlüdür. Romalılar da aynı düşüncedeydiler, ama onlar bu vücutsuz yaratıcı ruhlara "genius" ("deha") adını vermişlerdi. Bunu öğrenince çok hoşuma gitti; çünkü Romalılar, "dehanın" zeki bir birey anlamına geldiğini düşünmüyorlardı. "Dehanın," böyle büyülü bir varlık olduğuna, sanatçıların stüdyolarının duvarlarında yaşadığına - şu ev cini Dobby gibi - bazen de ortaya çıkıp böyle gizlice sanatçıya eserinde yardımcı olduğuna, esere biçim verdiğine inanıyorlardı.
İşte budur! Aradığım o "ruhsal mesafeyi" bulmuştum, eserimin sonuçlarından kendimi koruyacak düzenek buydu. Üstelik herkes de bu işin böyle işlediğini biliyordu. Böylece antik çağdaki sanatçı, çeşitli sorunlardan korunuyordu: Mesela, kendini beğenmişlik. Eserin görkemli de olsa, itibarı tümüyle sana ait değildi, herkes bu vücutsuz "dehanın" sana yardımcı olduğunu bilirdi. Berbat bir eser çıkarsan da, bu sefer bütün hata sende değildi, senin "dehan" tembellik yapmış, Hay Allah. Batı'da insanlar yaratıcılığa gerçekten çok uzun bir süre böyle baktılar.

Yazara dahi demek onu öldürüyor!
Sonra Rönesans geldi ve her şey değişti, yeni bir fikir ortaya atıldı, dendi ki: bireyi, evrenin ortasına, bütün tanrıların ve bilinmezliklerin üstüne yerleştirelim. Artık, kutsal emirler alan mitolojik yaratıklara yer yok. Bu, akılcı hümanizmi başlattı ve insanlar yaratıcılığın kişinin tümüyle kendisinden geldiğine inanmaya başladılar. Tarih boyunca ilk defa, şu veya bu sanatçıya "dehanın gelmiş olması" yerine, doğrudan kendisinin "dahi" olduğunu duymaya başladık.
Fikrimi sorarsanız, bunun büyük bir hata olduğunu düşünüyorum. Yani tutup da, bir kişiye, tek bir insancığa, kendi başına bütün kutsal, bilinmez, ebedi sırların hepsinin yayıldığı bir pınar, bir kaynak ve bir cevher olduğunu söylemek, bütün bu sorumluluğu üstüne yüklemek, zaten kırılgan insan ruhu üzerinde biraz fazla bir yük. Gidip de birine "sen güneşi yut" demek gibi. İnsan benliğini tümüyle bozup eğreltiyor ve karşılanamayacak yüksek beklentilerin oluşmasına yol açıyor. Sanıyorum, bunun baskısı, sanatçılarımızı beş yüz yıldır öldürüyor.

Devamını Oku

12 Nisan 2013 Cuma

Yaratıcı yazarlık kursları yaratıcılığı yozlaştırıyor!

Yazar Burhan Günel, yaratıcı yazarlık kurslarının yaratıcılık eylemini yozlaştırdığını belirterek yazınsal yaratıcılık eyleminin basit, sıradan, ilkel “yazma eylemi” düzeysizliğine indirgediğini vurguluyor.

Yaratıcı yazarlık ve günümüz Türk öyküsü
Umberto Eco ve Orhan Pamuk rüzgârı eserken edebiyata, yaratıcı yazarlığa ve öykücülüğe ilişkin eleştirel bir bakış açısıyla kaleme alınmış bir makaleyi gündeme almak istedim. Geçtiğimiz yıl hayata veda eden yazar Burhan Günel’in 2006 yılında kaleme aldığı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi’nde yayımlanan “Yaratıcı Yazarlık ve Günümüz Türk Öyküsü” başlıklı makalesi yaratıcılık, yazarlık ve yaratıcı yazma eyleminin ne olduğuna dair ilginç göndermeler ve eleştiriler barındırıyor. Makalenin tamamını yazının sonunda yer alan yönlendirici bağlantıdan okuyabilirsiniz. Yazar Burhan Günel’in makalesinden bazı alıntılar ise şöyle.

Kendisini dile getiren başkaların da anlatmış olur
İlk insanlardan bu yana süregelen “yaratma eylemi” sonucunda ortaya çıkan sanat eserlerinin, nesnel dünyanın hem içinde hem de dışında olduğu söylenebilir. Sanatçı, doğanın değiştirilmesi ve insani çevrenin oluşturulması için yaratıcı çabalarını sürdürürken, kendisinin de doğa’nın özgün bir parçası olduğunu kavrar.
Kendisini kavraması, başkalarının da biricik olduğunu kavramasına neden olur; dolayısıyla, kendisini ve çevresini dile getirirken başkalarını da anlatmış, yorumlamış olur; böylelikle toplumsallaşır. Bu süreç, “çalışan insan”dan “yaratan insan”a geçişi sağlamıştır. Aydınlanma Devrimi ile doruğa ulaşan yaratıcılık, 1980’den sonra tüm dünyaya dayatılan Küreselleşme ile engellenmeye başlamıştır.

Postmodernizm yaratıcılığın önünü kesiyor
Bireyi, yaratıcılığı ve bireyin toplumsallaşmasını yok etmek için, politik yaklaşımlara koşut olarak pazarlanan “postmodernizm”, hem yaşama hem de yaratma alanlarında insanın özgürleşmesini, topluma öncülük etmesini, gerçek sanat yapıtları ortaya koymasını önlemek ve popülerliği egemen kılmak için yaratıcılığın önünü kesmiştir.

Edebiyatın içeriği boşaltıldı
Bu olumsuz gidişten en çok etkilenen yaratma alanlarından biri de edebiyat olmuştur. Özellikle “yaratıcı yazarlık kursları” adı altında, yazınsal “yaratıcılık eylemi” yozlaştırılmış, basit, sıradan, ilkel “yazma eylemi” düzeysizliğine indirgenmiştir. Bu süreç, emperyalizm tarafından bilinçle ve belli bir program içinde işletilirken, yaşamımız gibi edebiyatın içeriği de boşaltılmış, dil bozulmuş, düzeysiz ilişkiler, pornografi düzeyine çekilen cinsellik, yatak odası ilişkileri edebiyatın temel malzemesi olmuştur.

Öykü sıradanlaştırıldı
Bu tersine gelişmeden, edebiyatımızın içinde en çok roman ve öykü yara almıştır. Özellikle öykü, sıradanlaştırılmıştır. 1950-60’larda doruğa tırmanan ve gelişmesini 1980’e kadar sürdürerek klasiklerimiz arasında yerini alan Türk Öyküsü, şimdilerde dibe vurmuş bulunmaktadır ama, kendi diriliş gerekçelerini de içinde barındırmaktadır. Yaşam düzeyimiz ve onu belirleyen ilişkilerimiz gibi, edebiyatımız ve onun içinde öykümüz de yakında
yeniden ayağa kalkacaktır.

Temel amaç yazmak ve yazılanların satılması
Yaratıcı yazarlık kitaplarında yaratıcı yazarlığın gerektirdiği donanımdan, yazarın içinde bulunduğu toplumdan, toplum-yazar etkileşiminden dolaylı da olsa pek söz edilmez. Temel amaç, bir şeyler yazılması ve yazılanların satılmasıdır. Böyle olunca, “yaratıcı yazarlık”tan söz etmek, yaratıcılığın nasıl bir eylem olduğunu irdelemek gibi eğilimler de görülmez. Yaşam sıradanlaştırılırken, yaratıcılık da ölümsüzlüğü aramaktan vazgeçmiş, gündelik yaşamla yetinmek zorunda kalmıştır.

Teknik öğrenenler yazar olmuşlar
Yaratıcı yazarlık kurslarında “teknik” yöntemler “öğrenen”ler artık “yazar” olmuşlardır, hattâ diploma yerine geçen başarı belgeleri de vardır ellerinde. Ancak, bazılarını tanıdığım bu “yazar”ların çoğunun, henüz de, da, ki sözcüklerini bile yerli yerinde kullanamadıklarını, çok yalın, sıradan tümceleri bile kurmakta zorlandıklarını biliyorum.

Son dönem öykücüleri kirlenmeye kaygısızca bakmakta
Bilgisizlik ve birikimsizlik, dünya görüşü çarpıklığı ya da dünya görüşünden yoksun olmakla birleşince yazarın başı ilerde çok ağrıyacaktır ve bir anda, ne olduğunu anlayamadan kendisinin de, öyküsünün de tükenişine tanık olacaktır. Çünkü, son dönem öykücülerinin çoğu insanlığın yaşadığı kirlenmeye kaygısızca bakmakta, karşı tavır geliştirmekten uzak durmaktadır.

Yazar kendini dar dünyasına kapattı
Günümüz öykücüsünün (ama özellikle çok satar romanların yazarının) bir gerçekliği de sokağa ve insan içine çıkamamasıdır. Çünkü, 1980 sonrasında öykü de öykücü de toplumdan kopmuş bulunmaktadır. Öykü, günümüzün mutsuz (ve kimilerince çaresiz) bireyinin içine kapatıldı.
Sokaklar kimliksiz, kişiliksiz, insan olma bilincini (bile) yitirme sürecinde sürüklenen sözüm ona bireyin, sıkıldıkça çıktığı anlamsız alanlar görünümünde. Günümüz öyküsüne girebilen sokak da bu durumda genel olarak. Çünkü yazar kendini özel ve dar dünyasına kapattı. Öyküyü de (romanı da) peşinden sürükledi. Yatak odası, (eğer yazarın okuma alışkanlığı ve/ya da gereksinmesi varsa!) kitaplık, bilgisayar masası, mutfak, banyo, tuvalet: dört duvar, kilitli kapılar, perdeleri kapatılmış pencereler...
Yaratıcı Yazarlık ve Günümüz Türk Öyküsü makalesinin tamamı.
Devamını Oku

11 Nisan 2013 Perşembe

Yazmak için entelektüel olmak gerekmez!

Son yılların edebiyat okuyucusu tarafından kabul gören yazarlarından İhsan Oktay Anar Türkiye’de yazarlığın gereğinden fazla önemsendiğini ve yazmak için entelektüel olmak gerekmediğini söylüyor.

Yazarlık nedir ve yaratıcı yazarlık, roman yazarlığı nedir?
Arşivi karıştırmak her zaman keyif vermiştir bana. Sanki gizli bir hazine avı gibidir, ne zaman karşınıza ne çıkacağı bilinmez. Yine böyle anlardan birinde “E” dergisinde Adnan Özer’in İhsan Oktay Anar ile 2000 yılında yaptığı bir söyleşiye rastladım. Röportajda İhsan Oktay Anar, yazarlık kavramının her şey de olduğu gibi gereğinden fazla önemsendiğini vurgulamış ve sözünü “Yazmak için entelektüel olmak gerekmez” diyerek tamamlamış. Belki de o yıllarda çok eski bir tartışmanın yeniden gündeme gelmesini sağlamış. İhsan Oktay Anar bu sözünü bakın hangi gerekçelere dayandırmış.

Homeros entelektüel değildi!
Entelektüel sözcüğü, ilk kez 1898’de Emile Zola’nın kullandığı bir tabirdir. Entelektüellerin tarihi çok eski değildir. Homeros entelektüel değildir. Cervantes her ne kadar edebiyatla alakası olsa bile entelektüel değildir. İngilizlerin bizim Homeros’umuz diye övündükleri Geofrey Chaucer bir entelektüel değildir. Entelektüel sözcüğünü başka anlamlarda da kullanabiliriz, yani çalışmak ve hayatını kazanmak için zihnini kullanmak zorunda olan kişi.

Aydın ve entelektüel kavramları farklı anlamlar taşır
Fakat aydın bundan bambaşka bir anlam taşır. Bildikleriyle, eleştirel tavrıyla aydınlanmış kişidir. Bu iki kavramı birbirinden ayırmak gerekir. Yani zihin emeği ile çalışan entelektüellerle, aydınlanmış ve belli şeylere, topluma müdahale etmek durumunda, sorumluluğunda olan kişileri ayıralım. Örneğin, avukatlar, doktorlar da entelektüeldir. Aydın olmak kolay sayılabilir ama entelektüel olmak zordur. Mesela George Pulitzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ni okursanız aydın sayılabilirsiniz, fakat nükleer fizikçi olmak istiyorsanız, bu aydın olmaktan çok daha zordur.

Sanatçının entelektüel olması gerekmez
Mimariden örnekler verebiliriz. Mesela, İstanbul’da saraylar inşa eden Balyan ailesi de entelektüel değildi. Yazmak için de entelektüel olmak gerekmez.
     
Benim asıl kimliğim yazarlık değildir
Yarın belki bütün elyazmaları, notları, kütüphanemi terkederek ortalama bir kemancı olmaya çalışırım. Fakat kemana da bağlı kalamam. Yani bir insanın kendini yazar, öğrenci, genel müdür kimliği içine sıkıştırmasını ve bununla kıvanç duymasını anlayamıyorum. Dünya o kadar büyük ve seçenekleri o kadar fazla ki keman çalmak bize zevk veriyorsa niye yazar olarak kalalım, bu dünyaya eğlenmeye geldik.
Devamını Oku

Yazar kendi yazılarının kaynağıdır!

Öykünün Ev Hali video serisinde bu hafta Füsun Çetinel ev dekorasyonu ve öykü yazarının yazdığı metin ile olan ilişkisini anlatıyor. 

Füsun Çetinel öykünün ev hali yazarın kişikiği
Ev dekorasyonunun insanın kişiliğini yansıttığını vurgulayan Füsun Çetinel, “Yazdığımız metinler de böyledir. Nasıl ki evimizin dekorasyonu bizim kişiliğimizi yansıtıyorsa yazılarımız da kişiliğimiz yansıtır. Metinlerimizi yazarken veya tamamladıktan sonra bunun farkına varmayabiliriz. Ancak metinlerimizi yabancı biri okuduğunda bunu kolaylıkla fark edebilir” dedi.

Yazarın hayatı metne yansır!
Yazarın kişiliği ne ise ona uygun metinler ortaya çıkardığını söyleyen Füsun Çetinel, “Borges’e baktığımızda arka avlusunu, yaşadığı ülkenin karmaşasını, evindeki sıkıntıları, annesinin ve babasını sefilliğini yazdığını görürüz” dedi.
Daha fazlası için Füsun Çetinel’in keyifli videosunu mutlaka izleyin.

Devamını Oku

4 Nisan 2013 Perşembe

Edebiyat kurallardan koparak düşünmekten doğar!

Boğaziçi Üniversitesi Aşiyan Güz Atölyesi'nde "Yazarlardan Yaratıcı Yazarlık Dersleri" başlığı altında düzenlenen Ayfer Tunç'un "Bir Anlatı Olarak Kısa Hikaye" konulu söyleşisine katılan Füsun Çetinel'in, Ayfer Tunç'un yaratıcı yazarlık, edebiyat anlayışı ve öyküye bakışını yansıttığı yazısını sizinle paylaşıyorum.  

Yaratıcı yazarlık ve yazma sanatı üzerine
Yaratıcı yazarlık ve kısa hikaye konusunda söyleşide düşüncelerini dile getiren Ayfer Tunç şunları söyledi:
Yaratıcı yazarlık tanımı beni hep tedirgin etmiştir. Sırlarını anlatmaya yetkin olduğumu düşünmüyorum. Burada kendi anlayışımdan, deneyimlerimden bahsetmek istiyorum sadece. Kurguya dair temel unsurlar üzerinden geçme, toparlama, bir araya getirme diyelim. Kurmaca ne demek? Ben teorisyen değilim. Ben yazarım. Başkalarının değerlendirdiği temel unsurlara dayanarak yazmıyorum ben. Böyle bir derdim yok. Aksine bu unsurlardan kurtulmaya çalışarak yazma arzum var. Bir formülü yok. Edebiyatta ancak doğruların yıkılması ile ilerleme olur.

Ben önceden kurmuyorum!
Kurmaca nedir? Şöyle diyebiliriz, olmayan şeyden bir şeyin inşası. Gerçekliğin tekrarı bile kurmaca olur. Yaşadığımız olay bile bir kurmacadır. Olayı aktarma anında zihinde hazırlık, nerede başlıyor, nerede bitiyor dikkat etmek, bunlar hep kurmacaya hizmet eder. Başkalarına aktardığımız her olay bir kurmacadır.
Kendi tecrübelerimden, edebiyat anlayışımdan bahsedeyim. Ben önceden kurmuyorum. Bir şey akmıyorsa, bir şey oturmadı demektir zaten. Hemen değiştirmek gerekir. Bu başka yazarlar için doğru olmayabilir.
Örnek vermek gerekirse Sait Faik ve Yusuf Atılgan ikilisini ele alalım. Yazma anlayışları farklıdır. Sait Faik savruk bir anlatı kullanıyor denir. Onu Sait Faik yapan savruk olmasıdır. Bir nedeni vardır. ‘Haritada Bir Nokta’ öyküsü ümitli gibi başlar ve bir ada fikrine varır. Sonra kahırlı yanılgı, hayıflanma ile devam eder. Kurduğu hayal boşadır. Ada edebiyatta çok önemli bir imgedir. Bu öyküde de anakara kötüdür, oradan uzak durmaktır niyeti. Şöhrete kapılmıştım, geldim buraya, der. Yazmak bir hırstı, burada kurtulacaktım ondan. Anakara onu yormuştur. Bu yüzden terk etmiştir orayı. Sonra adada balık paylaşımına tanık olur. İsteyenler ığrıpa katılırlar ve günün sonunda hakları verilir. Paylaşma esnasında en sondaki kişiye hakkını vermediklerini görür. Adadaki güzel adetler bile bitmiştir artık. Hemen bir bakkala girer kalem alır. Yazmasam deli olacaktım, der.  Delirmekten kurtaran şey yazmak. Bu ruh halinde tabi ki savruk yazılır. Uzun yıllar Sait Faik öykülerine, kimi deneme demiştir, kimi hikâye. Kimin umurundaki? Hele Sait Faik’in hiç umurunda değil. Ağlatısının temel unsuru savrukluktur.

Kurallardan koparak düşünmekten edebiyat doğar
Yusuf Atılgan’ın ancak üç buçuk eseri var. Anayurt Oteli ve Aylak Adam edebiyatımızın kurucusu evrensel romanlardır. Bir cümle içime sinmedikçe ikincisini yazamam, der Yusuf Atılgan. Her bir cümlesi, bir öncekini kopmaz şekilde zincirleyendir.
İkisi de birbirine zıt yazarlar. İkisi de Türk edebiyatının çok değerli yazarları. O zaman kurmacanın temel unsurlarından bahsetmek ne kadar doğru olabilir ki?  Kurallardan koparak düşünmekten edebiyat doğar.  Duygu çarpmasından doğan bir enerjidir edebiyat.

Atmosfer metne doku veren şeydir
Benim için hava durumu çok önemlidir. Nasıl olduğunu bilmem gerekir ama öyküde kullanmam gerekmez. Havanın psikoloji üzerinde etkisi vardır. Melankoli edebiyatını çok severim, orta Avrupa edebiyatı.
Murat Gülsoy ise yazdığı karakterlerin ilk önce mesleğini bilmek ister mesela. Yaşını bilmek ister. Ben mesleğini bilmek istemem. Meslekten bana ne. Benim için yaştan çok çağ önemli. Atmosfer, zemin, yer neresi? Şehir mi? Kır mı? Yoksa kasaba mı?  Köy mü? Bir yeri nasıl tarif edebiliriz? Atmosfer metne doku veren şeydir. Kumaşıdır. Sait Faik’te atmosfer her şeydir. Ama bunun için yazmaz. Kendi içinde yaşadığı atmosferi kullanır. Ruhundaki atmosferi yansıtır. İki ana mekan vardır onun öykülerinde.

  1. Ada
  2. İstanbul; Beyoğlu ve civarı

Sait Faik hakkında bir yazım var, Bir Flanör olarak Sait Faik. O açık alanların yazarıdır. Atmosfer kullanır. Kaç unsur kullanır? Bu yazarın marifetidir.
Nedir atmosfer? Kurguyu veren şeydir. Metne bağlı olarak değişir. Korku atmosfer olabilir. Sevdiğini kaybetme mesela, geniş bir alan. Bazen öykünün mekânı olmayabilir ama kafamda vardır. Okuduğunuzda etkiyi alabilirsiniz.
Mevsim, hava durumu, sıcak havanın yarattığı etki unutulmazdır. Anlatı zamanının hissi olur. Formülü yoktur bunun.
Karakter ise biraz farklı. İnandırması için kanlı canlı olması gerekir. Karakterde olay örgüsü vücut bulur. Zemin iyi oturtulmuşsa karakter de oturur.
Ahmet Hamdi Tanpınar öykülerine bakalım. Onun gerçek ruhu, röntgeni öykülerinde saklıdır. "Acıbademdeki Köşk", "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" nün kasnağıdır. ‘Yaz Yağmuru’ ise "Huzur"un. Bir metinden başka metinler üreten bir yazardır kendisi. ‘Huzur’da yazdığı karakterler kanlı canlıdır. ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde yazdığı karakterler ise gerçek değiller, çünkü tasvir edilen ironik dünya ama karakterler karton da değiller, çünkü amaç, dert belli. Metnin derdi belli ise karakterler kolay ilerler. Derdinizi tarif edemiyorsunuz, bir şey yazıyorsunuz. Olmaz.


Edebiyatta okur ne kadar önemsemelidir?
Edebiyat iki türdür.

  1. Okura odaklı edebiyat. Popüler edebiyat da diyebiliriz. Polisiye, aşk, gizem kitapları. 
  2. Nitelikli edebiyat. Mesele edebiyatı.  

Okur kim diyen edebiyat var, bir de Yusuf Atılgan, Sait Faik gibi okunması umurunda olmayan yazarlar var. Sait Faik’in övgülere hiç tahammülü yoktu.  Utangaçtı, dolaylı duymak istiyordu övgüleri. Yusuf Atılgan ise obsesif, okurla kurduğu ilişkiden kaynaklanan kendi meselesi vardı.  Okur odaklı yazarsan metin sipariş metin olur. Okurun önerdiği, onun meselesi olan şeyler yazılır.
Diğerinde ise ruhunuzu yoran şeyi, içinizdeki sızıyı aramak için yazarsınız. Sıradan okur, bana ne, diyebilir. Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’ i varoluşsal bir korkudur.

Ayrıksı karakterler yaratmamız gerekir
Karaktere geri dönelim tekrar, karakter yaratma kurmacanın temel unsurlarından biridir. Karakterin temel noktaları çok sınırlı, bunun için karakterimizi olaylar ve durumlar karşısında sınayabiliriz. Kendimizde yaptığımız gibi. Ben çok cesurum. Sınayalım bakalım, görelim gerçekten cesur mu. Dürüstlük, cesaret, acı noktalar. Böyle anlar yaratarak belki kendi kişiliğimizi de sınarız. Acıyı, metni taşıyabilen karakterler olurlar. Karakteri bir şekilde davrandırıp haklı kılmaktır önemli olan.
Aşk temel ve önemli bir mevzu. Ayrılık hikâyeleri üzerinde düşünelim. Onu anlatmaya değer, farklı kılan şey, diğerlerinden farklı yapan, işte budur edebiyat.
Sait Faik’in yazdıklarına anı diyebiliriz bir yerde. ‘Yüzüklü Adam’ öyküsünde Sait Faik bir meyhaneye girer. Bir masada parmağında kadın yüzüğü olan bir adam vardır. Bunun üzerine bir sürü hikâye kurar. Sonunda adama sorar. Adamın basit bir gerekçesi vardır. O kadar basit ki ama Sait Faik öyle şeyler kurar ki o adamı hikâyesinin kahramanı yapmaya değer kılar.
Ayrıksı karakterler yaratmamız gerekir. Ve elimdeki ayrıksı karakterlerden başka bir sürü ayrıksı karaktere varabilirim. Kiminin gözlüğünü, kiminin burnunu, cahilliğini kullanarak.

Pırıl pırıl bir bilinçle yazı yazılmaz
Karakterin bir an söylediği cümle örneğin.  Bilinçaltına inanırım ben. Pırıl pırıl bir bilinçle yazı yazılmaz. İşlemez. Ama tekrar ediyorum benim için böyle. Herkes için olmayabilir. Yazı bilinç ile bilinçaltının arasında doğar. Alacakaranlık derim ben. İlk önce çalakalem yazıyorum. Sonra bilinç düzeyinde sıraya sokuyorum. Dilin müziğine uygun hale getiriyorum. Metni oluşturmak, toparlamak en zevkli kısmı işin. Bakıyorum bilinçaltında olan şeyler açıklanamaz bir şekilde öyküye geçmiş. Yazma esnasında öyküye girivermiş.
Bir öykümde kemik, kucak meselesi vardı.  İlk ayrılık, doğmaktır bence. Annemizin bedeninden ayrıldığımız an her türlü tehlikeye açığız. İlk travma, bilinç dışı bir şey. Varlığımızın gizemli tarafı, doğduk ve tüm laneti üzerimize aldık. Onun için ev çok önemli, yuva kurmak, kabuk, rahim, doğumda kaybettiğimiz bir şey bu. Annemiz bizi vücudundan attı. Bebekler doğar doğmaz ağlıyor, nefes almak zorunda kalıyor, yutkunmak. Acı veriyor bu. Kopuşla başlayan travma. Bilinçdışı da diyorlar artık ama ben bilinçaltını tercih ediyorum. Çünkü sözcüklerin çağrışımından beslenirim ben.  Yazdığım öyküdeki adamın annesi o daha kırk günlükken ölür. Adam âşık olduğu kadının kucağına kilitlenmiştir. Bunun üzerine bir metindi. Bir anda bir köpek hikâyesi yazmaya başladığımı fark ettim. Bir zamanlar yavru bir köpek bulmuştum, alıp eve getirdim. Feci haldeydi. Arada süt veriyordum. Her süt içişten sonra yerdeki kuzu postuna gidip yatıyordu. Anne kucağı yerine koyuyordu postu ve sütle postu bitiştirmişti. Çok etkilenmişim ki kemik kucak öyküsünü yazarken metne giriverdi. Yazı yazarken bilinçaltını rahat bırakmalıyız.  Doğru yolu o gösterir bize. Ortaya çıktığında bizi sarsan şey iyi edebiyattır. Karakterin bilinçaltı da önemli.

Yazar türleri
İki tür yazar vardır.

  1. Kendinden yazanlar
  2. Gördüklerinden yazanlar

Thomas Bernhard metinleri incelendiğinde tek bir romandır diyebiliriz. Her birinin farklı bir meselesi var gibi görünse de. Dünyanın sevgisiz bir yer oluşuna karşı duruştur. Kendinden yazar.
Diğeri ise Max Frisch’tir. Kendi anlatılarını metne verir. Hâlbuki kendimi sadece ele verdim, der.
Kendi benliğimize bulayarak karakter yaratırız kimi zaman. Meselemiz varsa ona göre bir karakter içimizi yırtarak çıkar. Bazen de meselemizi ortaya koyarken yardımcı karakter kurmak gerekir. İşte onu nasıl kuracağız?

Karakterin nüfus cüzdanını çıkarın ama kullanmayın
Karakterin yaş, doğduğu yer, atalarının geldiği yer, etnik kökeni, dünya görüşü, bunları oluşturun, yani karakterinizin nüfus cüzdanını çıkarın ama onu kullanmayın. Karaktere yaptırmaya cesaret ettiğiniz şey ile bir yerde kendinizi de sınarsınız. Beni en az ilgilendiren şey olay örgüsüdür. Okur odaklı yazarı ilgilendirir bu.
Umberto Eco çok satan bir yazar ama çok iyi yazardır. Orhan Pamuk da öyle.
Karakter olay örgüsünün taşıyıcısıdır bazı kitaplarda. Onlar için karakter önemli değildir. Hikâyenin A noktasından B noktasına gitmesini sağlar sadece.
Benim edebiyatımda bilinçaltı, beni etkileyen dış dünyanın unsurlarının, acı, keder gibi, bir mayalanmaya uğradıktan sonra ortaya çıkmış halidir. Meselem ayrılıktır, her türlüsü, kopuş, intihar, çocuk kaybı. Benim karakterlerim zihnimin labirentinden doğan karakterlerdir.
Barton Fink’ filminde sıcaktan eriyen duvar kâğıtları var. Sıcak bir ulaşılmazlık, çıkmazlıktır orada. Yine ‘Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ filmindeki mekân yazın otuz beş derece sıcak, kepaze çirkin bir yerdir. Kışın ise boşluğun melankoli duygusu, geniş kumsaldaki yalnızlık hissi o atmosferle anlatılıyor.
Metnin ömrü. Bir metin ancak okununca ve yorumlanınca biter. Okunana kadar bitmez metin. Meseleyi bize okur vermez. Yazar kendi meselesini paylaşmak ister.
Havada Bulut senaryosunu yazarken Sait Faik’in otuz beş öyküsünü kullandım. Onu okumuş olanlar bu senaryonun Sait Faik olduğunu anlamalıydılar. Öyle istedim. Senaryo yazmayı sevmem. Benim için sadece bir taslaktır. Esas olan filmin kendisidir. Yaratıcı senarist değilim ben. Genellikle uyarlama yazıyorum.
Edebiyatta ada ütopyayla ilişkili bir mevzu. Her zaman alıcısı olan bir mevzu. Sait Faik ütopya ve distopyayı aynı öykü içinde kurmuştur. Ada suyla çevrilidir, kirlilik buraya ulaşamaz. Sait Faik ada ütopyasını yıkar, olmadığını görür, kurar, yıkar, kurar. Yazmayı bırakıp adaya gelir, ığrıptan sonra hayal kırıklığına uğrar, tekrar yazar. Adaya sığınmak, münzevilik bir işe yaramamıştır.

Edebiyat, potansiyelimizi yaşamamızın kapılarını aralar
Bilinçaltı sadece utandığımız, yaralandığımız şeylerden oluşmuyor. Başkalarının başına gelenler, şehvet, korkular. Sağlıklı zihinsel yapı bilinçaltını kontrol eder, toplum içinde yaşarken sosyalleşebilmek için.  Aşırı baskı, hayattaki potansiyelimizi yaşamamızı engeller. Edebiyat bunun kapılarını aralar. Benim yazarlık anlayışım insan olarak kaynağımı, bilinçaltımı sınamaktır. Onu ortadan kaldırmadan kendimizle bilinçli bir şekilde yüzleşemeyiz. Bu ülke yüzleşme sorunları yaşıyor. Türkiye hala ergenlik çağında bir toplum. Büyüyemiyor bir türlü. Biz de ülkenin bireyleri olarak aynı sorunu paylaşıyoruz. Bilinçlenmenin sonuçlarını görmek, kabullenmek önemli bir merhale. Büyümek ilerlememizi sağlar. Ama maalesef,  hep aynı filmi seyrediyoruz gibi bir his oluşuyor içimde.
Ayfer Tunç Söyleşisi - Füsun Çetinel'in kaleminden
Devamını Oku

Sanat Küçük Kalplere Dokunuyor

Renée Niklan’ın resim sergisiSanat, tıp ve iş dünyası, kalp hastası çocuklar için el ele veriyor. Ünlü ressam Renée Niklan’ın 17 eseri, 10-14 Nisan tarihlerinde Ekavart Gallery’de sergileniyor. Ekavart Gallery nerede diyenlere, işte adres:  The Ritz-Carlton Hotel, Süzer Plaza, No: 15, Gümüşsuyu-İstanbul. Sergi, çarşamba-cuma günleri 11.00-18.30, cumartesi günü ise 12.00-18.30 saatleri arasında gezilebilir.

Bu serginin diğerlerinden farkı ne derseniz, salt bir resim sergisi olmanın ötesinde bir kurumsal sosyal sorumluluk projesi niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. Sergideki eserlerin satışından elde edilecek gelirin tamamı, gelişmekte olan ülkelerde doğuştan ya da sonradan kalp hastası olan çocukların tedavi edilmesi için kullanılacak. Tedavileri, bu işe gönül vermiş bir avuç tıp insanının kurduğu Herkes İçin Kalp Derneği (www.cptg.ch) gerçekleştirecek. Dernek, modern tıbbın sunduğu olanaklardan yararlanamayan bu çocukların İsviçre’de ya da kendi ülkelerinde ücretsiz tedavi olmalarını sağlıyor.

Ne yazık ki, gelişmekte olan ülkelerde her yıl yaklaşık 2 milyon çocuk kalp bozukluklarıyla doğuyor ve bu çocukların yarısı maddi kaynak veya sağlık sektöründeki insan kaynağı yetersizliği nedeniyle ilk iki yıl içinde yaşamını yitiriyor. Bu ülkelerde açık kalp ameliyatı olmayı bekleyen çocukların sayısı ise 8 milyonu buluyor.

Herkes İçin Kalp Derneği’nin kurucusu Ord. Prof. Dr. Afksendiyos Kalangos. Kalangos, iki kez Nobel Tıp Ödülü’ne aday gösterilmiş bir kalp cerrahı. Bu alanda 14 ayrı teknik geliştirmiş. Son 100 yılın en iyi cerrahlarından biri olarak tanınıyor. Ayrıca, dünyanın en prestijli tıp ödüllerinden Fransız Tıp Akademisi Ödülü’ne sahip.

Sergi, Alvimedica’nın sponsorluğunda gerçekleştirilecek. Alvimedica Yönetim Kurulu Üyesi Leyla Alaton, hayır amaçlı bu tür etkinliklere özel önem veriyor ve Herkes İçin Kalp Derneği’ni yürekten destekliyor.

Niklan’ın mutluluk, umut ve sevgi mesajları içeren eserlerinden oluşan  “Sanat Küçük Kalplere Dokunuyor” temalı sergisini mutlaka görün. Gidemem diyorsanız, sergiyi Türkiye’nin ilk online sanat televizyonu www.ekavart.tv’de de izleyebilirsiniz. Resimler, yüreğinizi ısıtacak…

Hem dernek hem de sergi hakkında şuradan bilgi alabilirsiniz: http://alvimedica.com/hearts-for-all/tr/

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.
Devamını Oku

2 Nisan 2013 Salı

Roman yazarı okuru ne kadar dikkate alır?

Roman Yazarı ve Okur başlığıyla Derin Düşünce adlı sitede yayımlanan, roman yazarını ve okurunu derinlemesine irdelediğine inandığım Suzan Nur Başarslan makalesini sizinle paylaşmak istedim.

Roman Yazma Sanatı Yazarlık Teknikleri
Bir roman yazarı, kurmaca bir eser meydana getirirken sorumsuz davranabilir mi? Ne kadar özgürdür ya da? Elbette yarattığı karaktere en akla gelmedik şeyler yapabilir, onu aç-susuz bırakabilir, aşktan karakterinin aklını başından aldırabilir, en olmadık trajedileri kahramanına yaşatabilir hatta onu öldürebilir… Yazara sınırı hatırlatan nokta neresidir/kimdir? Bu noktada devreye okuyucu girer. Her yazar okunmak amacıyla yazar. İster belirli bir kesim için, isterse kendisinden sonra gelecek kuşaklar için yazsın. Amacı okunmak ve etkilemektir. Bu amaç, eserini yaratırken yazarın sınırlarını belirler. Heinrich Mann, “yazarlar olarak başkalarına etki etmemizin şartı, tabii ki edebiyat yetimizdir. Çoğu yazarın sorunlara yanıt aramak için iyi niyetli bir biçimde hazırladığı bildirgeleri ya başarısız kalmış, ya da tersine yazar konuyu bizzat kendisi duyarak yaşamış, bu meseleyi kendi içerisinde yeniden yaratmış, kendine özgü sanatın aracılığıyla gözlerinizin önüne sermiştir. Bununla birlikte yazar, yalnızca günümüz okuyucu kitlesini değil, daha sonra gelecek okuyucuları da hesaba katmak isterse, işte o zaman eseri olağanüstü ve güçlü olmak zorundadır.”der. Çünkü yazar, “hayâlinde arzularını ve bunların gerçekleşmesini kurar ve bu hayâlleri edebi araçlarla öylesine işler ki okuyucuyu da burada kendi arzularını bulur ve tatmin olur, hem de utanmayacağı bir tarzda. Yazar gerçekliği, küçültülmüş bir model biçiminde kopyalar ve gerçekliği bize fark ettirir. Başka bir dünya icat eder. Davranış provası yapar ve bizim bununla daha iyi davranmamızı sağlar. Yazar dille oynar ve bu oyundan tat alır, … o, bilinçli olarak rüya görür, çok katlı anlam taşıyan eserin, aynı bilinçsiz rüya sürecinin rüyayı oluşturması gibi biçimler. Potansiyel okuyucuyla içinden konuşur.”

Suzan Nur Başarslan'nın Roman Yazarı ve Okur makalesinin tamamı!



Devamını Oku

1 Nisan 2013 Pazartesi

2013 Erdal Öz Edebiyat Ödülü Cemil Kavukçu’ya verildi!

Edebiyatımızın başarılı yazarlarından Cemil Kavukçu'ya Erdal Öz adına düzenlenen 2013 Edebiyat Ödülü verildi. 

2013 Erdal Öz Edebiyat Ödülü Cemil Kavukçu
Öykü denince akla ilk gelen isimlerden olan Cemil Kavukçu, başarılı yazarlık kariyerine bir ödül daha ekledi. Can Yayınları’nın kurucusu Erdal Öz anısına her yıl düzenlenen Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi olan Cemil Kavukçu, öykü türünde gösterdiği ısrarlı çalışma, öykücülüğümüze kazandırdığı yeni tipler ve anlatım yöntemleri, üretkenliği ve öykünün edebiyatın gündeminde kalması için gösterdiği kişisel ve yaratıcı çaba nedeniyle ödüle layık görüldü.
Bu yıl altıncısı düzenlenen Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün seçici kurulunda Enis Batur, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Handan İnci, Feride Çiçekoğlu, Kaya Genç, ve Can Yayınları adına Zeynep Çağlıyor yer almıştı.
Devamını Oku

Roman nedir ve özellikleri nelerdir?

Sokak Kitapları Yayınları yazarlarından Uğur Ziya Şimşek’e ait Öykü ve Roman Yazma Sanatı adlı makalenin ikinci bölümünde romanın iç dünyasını ve teknik özelliklerini keyifli bir yolculuk yapacağız. 

Uğur Ziya Şimşek öykü ve roman yazma sanatı
Romanın birincil özelliğinin uzunluğu olduğunu söyleyebiliriz. Dengeli bir sıralama ve bağ bulunan olayları anlatan ve estetik kaygısı olan bir metindir roman. Roman okuyucusunu gerçekliğin dışında bir dünyaya alır. Okur o dünyaya girdiği andan itibaren duygusal tepkilerini romanın yönlendirmesiyle verir. Karakterlerle birlikte sevinir, üzülür, heyecanlanır, duygulanır. Roman, okuruna bu hisleri yaşatma derecesiyle kalitelidir. Romandaki olaylar bir plana uygun olarak anlatılır. Bu plan en temel yapısıyla üçlü bir saç ayağına dayanır.


  • Giriş (Serim)
  • Gelişme (Düğüm)
  • Sonuç (Çözüm)

Romanın Türk edebiyatındaki ilk izleri!
Türk edebiyatına roman Fransızcadan yapılan çevirilerle girmiştir. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa'nın Fenelon'dan yaptığı Tercüme-i Telemak'tır. İlk Türk romanı olarak Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseri gösterilir. Avrupaî tarzda ilk roman, Tanzimat döneminde yazılmıştır. Namık Kemal'in "İntibah", ilk Türk romanıdır.

Romanın konusu nedir?
Tüm romanlar insan ilişkileri ele alır. Bazı romanlar bitkiler, hayali varlıklar veya hayvanlar üzerinden yine insan ilişkileri anlatır. George Orwell’ın Hayvan Çiftliği isimli dünyaca ünlü eseri bir çiftlikteki yönetimi ele geçiren domuzların eşitlik ilkesiyle başlayıp zamanla diğer hayvanları nasıl ezdiklerini ve kendilerini ayrıcalıklı bir konuma yükselttiklerini anlatırken Rusya’daki Ekim Devrimi’nden bahseder ve devrimin eşitlik söylemleriyle gelip zamanla nasıl bir seçkinler sınıfı oluşturduğunu anlatır. Richard Bach Martı isimli eserinde yine hayvanlar üzerinden insan ilişkileri incelemiştir.

Roman ve gerçeklik ilişkisi
Roman bilimsel bir yapıt değildir. Romancının bilimsel bir eser oluşturma kaygısı ve açıklama çabası olmamalıdır. 2008 yılında yayınlanan ve Türkiye’deki azınlıkta kalmış, toplumun dışladığı cinsel kimlikleri romanlaştırdığım Kıyıdakiler isimli eserimi okuyan bir sosyoloji doktora öğrencisi kitabı çok beğendiğini söylemekle birlikte sosyoloji teknikleri açısından bazı eksikliklerin olduğunu bilimsel anlamda derinleşmenin sağlanmadığını, çok daha geniş sosyolojik analizlerin olabileceğini ileri sürerek beni eleştirmişti. Ben de kendisine sosyolog olmadığımı, bir romancının eserinin herhangi bir bölümünde bilimsel bir alanda derinleşme zorunluluğu bulunmadığını zaten bunun teknik olarak pek mümkün olamayacağını çünkü bir insanın ancak bir bilim dalında uzmanlaşabileceğini hayatın birçok alanından bahseden romancının bu alanların tümünü doktora veya profesörlük seviyesinde bilmesinin olanak dışı olduğunu anlattım. Gerçekten de bir romancı sosyoloji bazlı bir kurgunun olduğu romanında doktora seviyesindeki bir sosyoloğu tatmin etmek zorunda mıdır? Veya soruyu şöyle çevirelim doktora seviyesindeki bir sosyoloğun sosyolojik bazlı bir tatmin yaşaması için okuması gereken şey bir roman mıdır?

Roman - gerçeklik ilişkisine bir örnek
Bir örnek kurgulayalım. Ahmet Bulut isimi romancımız başkarakteri bir tıp doktoru olan roman kurgulasın. Bu doktor hastalarını bazen bilinçli bir şekilde yanlış ameliyat etsin ve onların uzun vadede ölümüne sebep olsun. Bir dedektif karakter de onu bulmak ve alt etmek istesin. Dedektif tesadüfen sevgilisini bu doktora götürsün vs. Ahmet Bulut bu romanı yazarken acaba doktor bir karakter kullanıyor diye doktorluğun her yönünü eksiksiz bir şekilde bilmek zorunda mıdır? Bence hata yapmayacak ve işine yarayacak kadarını bilmesi yeterlidir. Konuyu biraz daha zorlayalım. Ahmet Bulut’un doktor karakteri bir hastasına açık kalp ameliyatı yapsın ve bu hastanın ölmesine sebep olsun. Ahmet Bulut bu kısmı anlatırken, ameliyathaneden, oradaki gereçlerden, doktor hemşire vb. kişilerden bahsetsin ve bu sahneyi geçsin. Yani normal olanı, olması gerekeni yapsın. Bir tıp öğrencisi veya kalp uzmanı bir cerrah bu kısmı şöyle eleştirsin:
“Ahmet Bey kitabınızı zevkle okudum, ancak kalp ameliyatı sahnesini çok sığ geçmişsiniz, halbuki bu ameliyat 4-5 saat süren ve birçok detayı olan oldukça zorlu bir işlemdir. Bunları daha gerçekçi ve derinlemesine anlatmanızı beklerdim.”
Bu eleştiriyi değerlendirdiğimizde eleştiriyi yapan okurun (cerrah) haksız olduğunu söyleyebiliriz. Bir romancının açık kalp ameliyatını bilmesine imkan yoktur. Bilse de bunu romanda anlatması son derece mantıksızdır. Açık kalp ameliyatının nasıl yapıldığını öğrenmek isteyen bir öğrenci bunu romandan değil hocalarının bilimsel kitaplarından okuyarak öğrenir. Böyle bir çabası olmayan okur içinde dört saatlik bir ameliyatı sayfalarca anlatmak gereksiz ve sıkıcıdır.

Roman ve bilimsellik kaygısı
Hem kendi kitabımdan hem de kurgusal bir örnekten yola çıkarak açıkladığımız üzere romanlar bilimsel kitaplar değildir ve romancılar da bilim adamı değildir. Romanlarda gereksiz yere derinleştirilen bilimsel açıklamalar romanı sıkıcı bir hale getirmenin ötesinde hiçbir işe yaramaz. Bunu yapmadığınız için sizi eleştiren kişiler ise bilmediği için eleştirmektedir. Taraftar mantığıyla hareket etmeyenler kendilerine yapılan açıklamalarla tatmin olmakta ve eleştirilerinin haksızlığını anlamaktadır.

Roman yazma sanatına dair ipuçları
Roman insanı anlatır ve romancı anlattığı insanın veya insanların hayatından kesitler yapar. Bütününü anlatmak romanı boğabilir. Sadece kurgu açısından işimize yarayanı anlatmamız da fayda vardır. Anlattığımız karakterin hikâyesi bizim için gerekli olan detayları barındırmalıdır. Gereksiz olanları dışlamalıyız. Birçok genç yazar detaylarla okuru boğma çabasına girer ve elbette okur boğulmamak için kendini biran önce suyun dışına atar yani kitabı bir daha açmamak üzere kapatır. Anlatacaklarımızın dozunu bir aşçı titizliğiyle ayarlamalıyız. Tuzsuz yemek güzel olmaz ancak fazla tuzlu da yenmez. Her yemeğin de birbirinden ayrı tuz oranları vardır. Birinde geçerli olan ötekinde geçerli olmayabilir.
Gereksiz derecedeki uzun anlatımlar ve fazla detay anlatmak romandaki dinamizmi düşürür. Bu tip romanları üç beş sayfa atlayarak okusanız da hiçbir şey değişmediğini kurgudan konudan kopmadığınızı görürsünüz. Türk edebiyatının çok satan yazarlarından Canan Tan’ın kitapları böyledir. Kurgu çok sığdır ve kitap baştan sona inanılmaz derecede fazla ve gereksiz ayrıntılarla doludur. Kitaplarını beşer altışar sayfa atlayarak okusanız dahi kurgudan hiçbir şey yitirmezsiniz çünkü sürekli birbirini tekrar etmektedir.

Romanda detayların önemi
Dozajında detay kullanan başarılı çalışmalarda birkaç sayfa atlayarak okursanız bağlantının koptuğunu hissedersiniz. Büyük romancıların romanlarında kullandıkları her ayrıntının her kelimenin bir anlamı vardır ve bu çıkarıldığında bir şeyler eksik kalır. Çok dikkatli okurlar gereksiz yere kullandığınız tek bir cümleyi dahi algılar ve bu sebeple sizi eleştirir.

Sıradan bir durumu romanlaştırabilir miyiz?
Bir örnek oluşturalım:
Bir adam sevgilisiyle birlikte bir iç mimarlık ofisine gider ve yeni aldıkları evin dizayn edilmesini ister.
Bu oldukça sıradan bir olaydır. Peki, bu sıradan olayı romanlaştırabilir miyiz? Bir deneyelim bakalım neler çıkacak:
Karakterlerin isimlerini belirleyelim.
Sevgililerden erkek olanın ismi Furkan, kızınki ise Simge olsun. Mimarımız ise Cem olsun. Mimarın bir sekreteri olduğunu düşünürsek onunda ismi Aycan olsun.
Furkan ve Simge mimarlık ofisine geldiklerinde Cem onları yıllardır tanışıyormuşçasına büyük bir sevecenlikle karşıladı ve neye gereksinim duyduklarını dinledi. Çözüm önerileri sunarken Furkan bir ara tuvalete gitmek için odadan ayrıldı. Sekreter bu fırsatı kaçırmadı ve ‘sevgilinin seni terk etmesini istemiyorsan hemen buradan ayrıl’ dedi.
Evet, bu haliyle anlatılanlara baktığımızda sıradanlığı bozan bir şey var. O da sekreterin söyledikleri. Hiçbir iş yerinde bir sekreter müşteriye böyle bir şey söylemez. Bizim hikâyemizde söylüyorsa (ki söylemeli, sıradan bir müşteri ilişkisini anlatmanın okur için ne cazibesi olabilir) bunun bir sebebi olmalı. Öyleyse o sebepleri yaratacak bir yapıyla karakterleri oluşturalım.
Cem: Orta yaşlı, karizmatik beyaz saçları olan şık giyimli yakışıklı bir mimar.
Aycan: Fazlasıyla güzel ama serçe parmağını çocukluğundaki bir kazada kaybetmiş olan genç sekreter. Cem’in kadınlara bakış açısındaki acımasızlığı ve kullanma duygusunu bilse de ona karşı saplantılı bir aşkı var.
Furkan: 45 yaşında bir gazeteci. Güçlü siyasi bağlantıları olan önemli bir adam.
Simge: Bir bankanın finans müdürü. İşinin durağanlığından sıkılmış ve hayatında yenilikler arayan bir kadın. 38 yaşında. Sevgilisi Furkan ile birlikte yaşama kararı almasında onu çok sevmesinin ötesinde hayatında bir değişiklik yapma isteğinin baskısı daha ön planda.
Evet, karakterleri belirledikten sonra bu saçma durumu anlamlandırabiliriz. Hatta fazlasıyla saçma olan bu durum bize saçmalığının yüksekliği oranında da bir güç katacaktır çünkü hiç olmayan ve rastlanılmayan bir olayla romanı başlatarak bir anda merak duygusunu yükselteceğiz ve okurların aklında birçok soru belirmesini sağlayarak okuma eylemini sabırsızlıkla sürdürmelerine yol açacağız. Bu hikâyenin devamı nasıl olur? Şuandan kestirmek güç ancak düşündükçe birçok şey çıkar.
Furkan sekreteri ciddiye almaz, ama içine de bir kurt düşer, mimar evlerini harika biçimde yapar fakat bu süreçte Simge ile çok fazla yakınlaşır. Furkan bu yakınlaşmadan normalde rahatsız olmayacakken sekreterin söylemleri sürekli aklına gelir ve aradaki yakınlaşmayı kurcalamaya başlar. Aslında mimar ile ilgili hiçbir hoşlanma duygusu olmayan Simge bu baskılardan sıkılır ve Mimar ile durumu paylaşır, zamanla aralarındaki sohbet evle ilgili dekorasyon konularının dışına çıkar. Bu sohbetler Mimar ile Simge’yi yaklaştırır.
Bunun dışında da çok farklı bir süreç öngörülebilir. Düşündükçe binbir çeşit yeni kapı açılır.
Devamını Oku

Yazarın esin kaynagı nedir?

Edebiyatta üzerinden en çok düşünülen durumlardan biri olan yazarın esin kaynağı meselesine Yeşim Cimcoz Yazıevi eğitmenlerinden ve Füsun Çetinel kendi yaşamından verdiği örneklerle sizlere aktarıyor. 

Öykünün Ev Hali Füsun Çetinel
Öykünün Ev Hali video serisinde bu hafta Füsun Çetinel yazarın esin kaynağı konusunu işledi. Yazarlığın gerçekliği kurgu vasıtasıyla başka öğelerle harmanlayıp ortaya bir hikaye çıkarma sanatı olduğunu belirten Füsun Çetinel, “Yazar, hayal dünyası ve yaratıcılığıyla hayatın can yakan, sıkıcı tatsız gerçekliğini birleştirir. Kurgu yardımıyla ortaya bambaşka bir gerçeklik çıkarır” dedi.

Hayat yazarın esin malzemesidir!
Füsun Çetinel 8 yaşındaki bir çocuğun yazarları yalancı kafa ve uydurukçu olarak tanımladığını aktararak “Gerçekten de yazarlar böyledir. Ama sonuçta ortaya keyifli eserler koyan insanlardır. Yazarlar, hayatın gerçekliğini alır bambaşka öyküler ortaya çıkarırlar. Kurmaca gerçekten beslenir. Yaratıcılık, birbirinden alakasız görünen unsurları bir araya getirmek ve anlam çıkarmaktır. Anlamsız yaşanmışlıklar yazıda bir öyküye malzeme olunca anlam bulurlar. Hayat yazarın esin malzemenizdir, onu mutlaka kullanın” dedi.
Keyifli aktarımı ve anekdotlarla bezenmiş Füsun Çetinel’in “Öykünün Ev Hali” videosunu mutlaka izleyin. Videoyu buradan izleyebilirsiniz.
Devamını Oku
BlogOkulu Gadgets