31 Mayıs 2013 Cuma

Edebiyat beklentiler üzerine kurulmamalı!

Beklentiler üzerine yaratılan edebiyat, var olan gereksinime göre belirlenen metin sadece zamanın ruhuna ve dünyasına hitap eder.

Edebiyat beklentiler üzerine kurulmamalı!
Parmaklarımın gezindiği tuşların sesinin, bilgisayar klavyesinden değil de külüstür bir daktilodan çıkmasını isterdim. Hatta istemişken birkaç roman yazmış olanına mümkünse başyapıt çıkarmış olanına dokunmuş olmak güzel olurdu. O zaman böyle plastik plastik gelmezdi ses. Akustik müziğin yansıtacağı ayrıcalık kadar kıymetli gelirdi kulağa ve aman ritim bozulmasın diye, ellerimin durmaması için dua ederdim içimden. Zaman zaman aynı hissiyatı kurşun kalemlerden almaya çalışıyorum. Kurşun ucun, kâğıt üzerine bıraktığı kaygan nağmesinden içimde bir şarkı tutturuyorum. Yazıyla birlikte gittiği yere kadar gidiyor şarkı.
Bırakmak lazım. Salmak lazım. Akışa kaptırmak lazım. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi beklemeden zamana akmak lazım. Böyle hissederek yaşamaya çalışmak, kendimce önemli bir keşifti. Kendim gibi olabilmek için beklentisiz bir yaşam sürmek. Yaptığım ölçüde içimde bir rahatlama, bir hafifleme hatta kendimi sevebilme şekline ulaşıyorum. El yordamı, göz kararıyla tabii. Öyle birden olmuyor. Bu kıvama gelmek için, ömrün elveriyorsa,  kırk beş yıl beklemek gerekiyor. Bu rahatlığa ulaşamadan gidenler için üzülüyorum.
Her yerden, herkesten bir şeyler için medet umarak yaşarken bunu hissetmek zor. En azından ben oğluma sırtını anasına-babasına dayadığı gerçeğini şu an için anlatmaya çalışsam da beceremiyorum. Anlaması için sağlam yirmi dokuz yıla ihtiyacı var. Allah’tan, evrenden, eşten-dosttan, taştan-topraktan bekleyerek yaşamaya devam ediyoruz. Çok mu klişe yazdım. Değil aslında. En yaratıcı değil belki ama en sade anlatış şekli bu. Beklentilerimiz, gerek düşüncelerimizin içinde, gerek hayallerimizde en fazla yeri işgal ediyorlar. Gerçekleşebilmek için, emeğimizden, zamanımızdan faydalanıyorlar. Aslında ne olduğumuzu, kim olduğumuzu umursamadan, -mış gibi yapan egomuzu mutlu edebilmek için beklentiler ağının tüm dokularımıza yapış yapış sarmasına izin veriyoruz.

Olduğumuzu sandığımız yalan, olduğu kadarımız gerçek
İnsanın kendi olması zordur. Belki de şöyle söylemek daha anlaşılır: Kişinin kendisini olduğu gibi yansıtması zordur. Ne olmak istiyorsak onun rolünü biçiyoruz kendimize. Beklentilerimizin karşılığını alabilmek için annemizin en sevdiği kızı rolü oynuyoruz, etrafa model olmak için en iyi anne-baba ya da en iyi bir şey işte. Hep o en iyi bir şey olmanın peşine düşüyoruz. Olduğumuzu sandığımız yalan, olduğu kadarımız gerçek. Nasıl bir kovalamacadır ki,  yaşamı ıskalıyoruz. (Bak işte bu paragraf çok klişe oldu, çünkü köşe yazarlarına öykünerek, bir şey olayım derdine düşerek yazdım.) (Buraya gülen yüz koyalım mı?)
Bu hafta Öykü Uygulama Atölyesinde Sema Kaygusuz’un Aşkar adlı öyküsünü okuyup nasıl bir yol aldığına bakarken beklentinin, insanları iflah olmaz sınırların içinde yaşattığını, yozlaştırdığını ve hatta standartlaştırıp elindeki yaratıcılık güçlerini elinden aldığını düşündüm. Buna, bir yazarın, nasıl yazdığı, ne şartlar altında yazmak istediğine dair edindiğim iç dökmelerden geldim. Alessandro Baricco’nun Mr.Gwyn’nini okudunuz mu? Yazmaya niyetiniz varsa, eyleme geçmeden önce bence mutlaka okuyun.

Beklentilerden arınmak lazım
Kitapları yayımlanan, iyi okunan bir yazar bir gün her şeyi bir kenara bırakıp ( Philip Roth örneğinde olduğu gibi) kurmaca yazmayı bırakabilir mi? Bırakırsa bunu neden yapar? Yazar egosu bazen taşınmayacak ölçüde ağırlaşabilir, editörler eskisinden daha çekilmez görünebilir, yayınevleri yazmak istediklerimizin çok dışında taleplerde bulunarak kimliğimizi zorlayabilir, etraf, patron ya da eş yazdıklarımızdan ne kadar memnun, memnuniyetlerini ne tür beklentiler belirliyor… çok uzar bu liste. Adamı yazmaktan soğutur icabında. Yazmaktan soğutur ama anlatmaktan vazgeçiremez. İçinde gerçek yazar tozu taşıyanlar aslında anlatıcılardır. Mr. Gwyn yazarlığın kendisi için dayanılmaz bir meslek olduğunu anlaması yıllar almıştı. Roman, bu mesleğe sahip olmadan yaşamanın kolay olmadığı zamanları anlatıyor. Ve okuyucu görüyor Gwyn’in meselesinin aslında, yazarlık mesleğine sahip olmak ya da olmamak olduğunu. Çünkü kurmaca yapmadan da insanlar anlatma yolunu bulabilmeli. Ünlü ismini tarihe gömüp takma bir adla romanını çıkarabilme cesaretine kaç yazar ulaşır? Mr. Gwyn onlardan biri. Anlatıcılar sırf anlatma ihtiyacından dolayı yazarlar. Bu ihtiyaç onları iyi yazar yapar. Elinde kalem kağıt olmasa da hikayeleri anlatacak bir yer mutlaka bulurlar, bulamadıklarında Sait Faik gibi “Yazmasam ölürdüm” derler. Sait Faik’i bu noktaya getiren şeyin hep içinde susturamadığı anlatma ihtiyacı olduğunu düşünürüm. Anlatıcıların tek meseleleri vardır, anlatacaklarını paylaşmak. Bu yüzden ki yazar kimlikleri anlatacaklarının hep gerisinde kalır, bu yüzdendir ki isimlerini hiçe sayarlar. Varsa yoksa hikâyeleri ve kahramanlarından ibarettir hayat. Kendilerine değil anlatıcılarına ve kaynaklarına kıymet verirler. Hal böyle olunca da tek beklentileri kalır, hayatın ona vaat ettikleri. Koşulsuz kabul ederler kendilerine sunulanı. Önce hikâyeyi yaşarlar sonra yaşatmak için öyküleştirirler. Bu yüzden yeri hiç dolmaz Abasıyanık’ın, Esendal’ın. Vus’at O Bener’in , Firuzan’ın, Yusuf Atılgan’ın…

Yazar metnini beklentiler üzerine kurmamalı!
Bunu yaptığımız zaman hem yazar hem okura zarar veriyoruz. Beklentiler üzerine yaratılan edebiyat, var olan gereksinime göre belirlenen metin sadece zamanın ruhuna ve dünyasına hitap eder. Hâlbuki edebiyat, ihtiyaç üstü bir şey olmalı, zamansız olmalı. Yazarın hayalini kurduğu dünyayı yaratabilmesi ve bunu gerçek kadar inandırıcı algılatabilmesi için sadece iç sesini dinlemesi şart.
Yazar metnini beklentiler üzerine kurmamalı. Ne doğu ne batı umurunda olmalı. Hatta yeri geldiğinde yaşadığı gezegeni unutmalı. Yaratmalı kendini sınırlayacak şartlar olmadan. İçindeki editörlere kulak asmadan yazmalı. Evet sadece yazmalı yazar, anlatmak için yazmalı.
Özlem Kiper
Devamını Oku

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Yaratıcı yazarlık öğretilebilir mi?

Yaratıcı yazarlık, bir ustadan öğrenilemeyeceği gibi, yaratıcı yazarlık bölümlerinde ya da atölyelerinde de öğrenilmez. Her sorununa çözüm arayan yazar adayı, beklentisinin karşılığını hiçbir yerde bulamayacaktır.

Semih Gümüş yaratıcı yazarlık hakkında genç yazar adaylarına öğütleri
Öykü, şiir ya da roman yazmak, sözgelimi otuz yıl öncekinden daha çekici bugün. Daha çok sayıda genç, edebiyatın içinde kendine bir yer bulmak, yazmak istiyor ve bunu gitgide daha nitelikli biçimde yapmaya çalışıyor. Bu arada bütün sorun, nasıl yazılacağı. Genç yazar, yazdıklarının nasıl olduğunu merak ediyor, –bunun karşılığı iyi mi, kötü mü değil yalnızca– bunun çok ötesini arıyor o. Kendisi karar veremiyor daha, bunu yapabilseydi, soruyu başkasına değil, kendisine soracaktı elbette. Asıl amaç iç eleştiri gücüne sahip olmak, o olduğunda da, yazdıkları bambaşka görünecektir, bambaşka olmuştur da. Değil mi ki, yazınsal bir metnin nasıl olması gerektiğini görmeye başlamıştır, yazdıklarının niteliği de bu arada kendiliğinden yükselmiştir. İşte o iç eleştiri gücüne sahip olana dek, yazdıklarının tamamlanması olanaksızdır.
Peki bu aşamada başkalarından ne öğrenilir? Sözgelimi yaratıcı yazarlık çalışmalarından? Yeni yazar adayı, çeşitli nedenlerle usta bildiği, kendisinden daha deneyimli gördüğü kişilere ya da kurumlara başvurur. Kişilerle kurulan ilişkilerin bir sakıncası var. Düşüncelerine başvurduğunuz bir kişi olduğuna göre, bütün bütüne onun öznel yorumlarıyla ve yargılarıyla belirlenmiş bir yola girmeye başlamışsınız demektir. O yolun üstünde kendi anlayışınızı ve yazarlık kimliğinizi kuşanabilirsiniz belki, ama bu zorluğun üstesinden gelemezseniz, başvurduğunuz kişinin yolundan çıkmanız olanaksızlaşır. Nedir bunun sakıncası? Bir başka kişiye başvurmuş olsaydınız, belki bambaşka bir yol önerilecekti size ve böylece kime başvurmuşsanız, kendi seçimlerinizin dışında, o kişinin ustalığı yanı sıra öznelliğiyle de belirlenen bir yola girmiş olacaktınız.

Semih Gümüş'ün Radikal'de yayımlanan yazısının tamamını buradan okuyabilirsiniz.
Devamını Oku

17 Mayıs 2013 Cuma

Varışı olmayan bir yolculuk!

“Hiç kimse, öldüğünde arkasında bir şey bırakmayacak kadar yoksul değildir.”

Bu söz, yazıya konu olabilecek hayat hikâyelerinin sınırsızlığını hatırlatır bana. Diğer taraftan Pascal gibi bir bilim adamının, bunu hangi yaşanmışlığın sonunda, ne sebeple söylediğini de düşünmeden duramam. Az önce elimden bıraktığım kalemin bile, bana ait olma süreciyle beliren bir hikâyesinin olması tüylerimi diken diken eder. 
Hikâyeleri var edenler anlatıcılardır. Yazarlar, anlatıcılarına teslim ettikleri hikâyeleri öyküleştirirler. Eski zamanların hikâye anlatıcısı, halkın gözünde uzaklardan gelen biridir. Yerleşik düzende insanlar, uzaktan gelen yörenin hikâye ve geleneklerine hâkim bu kişiyi dinlemek için, keyif aldıkları törenler tertip edermiş. Uzakların bilgisiyle, geçmişin bilgisi, çok gezen insanın evine dönerken beraberinde getirdiği bilgiyle birleşip kendini bir yerin sakinine teslim ettiği hayat bilgisiyle kaynaşırmış. Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk isimli kitabında,  Leskov’un anlatıcı kimliğinden bahsederken yer veriyor bu anlatıma. “Gezgin Leskov, hem uzak yerlerde, hem de uzak zamanlarda, hikâyelerinin içinde yaşayarak kendini evinde hissedebiliyordu,”  diyor Benjamin.

Yazmak gitmektir!
Yazarların yazma hallerinin yolculuğa benzetilmesi, belki de geçmişte yaşamış gezgin anlatıcıların genlerini sürdürme gerçeğinin ta kendisidir. Yazmak gitmektir. Hayatın anlamına cevap ararken bir yön, yol arama halidir. Hiç varılamayan yolların devamıdır yazmak.  Zamanda yolculuktur, hayallerin kurmacasında var olmaktır. Akşam olunca beliren uzak lambaların aydınlattığı evlere gitme ve onlardan biri olma halidir. Yazmak, çıkılan yollarda kaybolmak ve nihayetinde iz sürmektir. Anılara yol almak halidir yazmak ki çoğu zaman bir romancının hüzünle devraldığı sadece budur. Yola çıkmak bir karar verme anıyla başlar. Süreci yaşamak ve devam ettirmek ise, bu kararı vermekten daha büyük bir çabayı gerektiren inanç ve bir azmi gerektirir.

Yazar görünmeyeni anlatmak için yazar
Yol hali bir serüvendir. Yolcuların görünen yüzlerinin gerisinde olanı görme, sakladıklarını bulma çabası, yazarı iz süren bir avcı maharetiyle hikâyelere götürür. İnsanlar sadece gördüklerine inanmadıklarından, yazar görünmeyeni anlatmak için yazar. Gerçeği görünmeyende arar, bulur, bulamaz ama düşündürür. Bu öylesine büyüleyici bir yoldur ki onların, hangisi hayal hangisi gerçek ayırt edememeye başlayıp deliliğin sınırını zorladıkları noktada en iyi eserlerini yazdıklarını düşünürüm. Deliliğin ve yaratımın başlangıcını aynı çizgide birleşiyor olması dâhiyane bir güç gibi görünür bana. Keşke ben de bir gün delirebilsem diye hayıflanırım sessizce. Kıskançlıkla okuyup bitirdiğim kitabın yazarına bakarak “ çıldırmış olmalı” dediğim zamanları sayarım. Tarih delirmek için çok çalışmış yazarlarla dolu. Onları bu noktaya getiren istek, hayal kurma ve uydurma gücünün sınırsız özgürlüğünde gizli olmalı. Böyle düşününce, Ahmet Altan’ın hafta sonu okuduğum son romanı Son Oyun’da, hafızama attığı çengele ilişik cümleyi yazmadan geçemeyeceğim. Şimdi dudağımda muzır bir gülümseme kıvrılmış olmalı, biliyorum.

Gerçeği nerede aramak lazım?
“Bir kadının bacağına dokunduğunu düşünmek, bir kadının bacağına dokunmaktan daha zevkli olabilir mi?”
Gerçek gerçekten de görünmeyende gizli olabilir mi? Çoğu zaman okuduğumuz kitapların film uyarlamaları, üzerimizde beklediğimiz etkiyi bırakmaz. Neden? Çünkü okur algısının yarattığı düş gücü, yönetmenin sahne yaratmadaki sınırlarını her zaman zorlar. Beynimizin yarattığı yanılsamanın sıcak etkisini, pek az görsellik ve gerçeklik karşılık verebilir.
O halde, bundan böyle bu köşede konuşalım lütfen. Bir kadına dokunmadan haz duyulabiliyorsa, gerçeği nerede aramak lazım?
Özlem Kiper
Devamını Oku

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Yaratıcı yaşarlık özgürleşme mücadelesidir!

Yazarlık atölyelerinde çok sık dile getirilen “Önce okuyun sonra yazın” öğüdünü reddeden Tarık Günersel, “Önce bol bol okuyun, sonra yazın denir. Bence tam tersi. Önce yazar sonra okursunuz. Alışılagelmiş kalıplar bizi hizaya getirmeye, robot olmaya yöneliktir. O yüzden şairlik, yazarlık tehlikelidir” dedi. Tarık Günersel yaratıcı yazarlığın geniş bir şeyin parçası olduğunu vurgulayarak aslolanın Yaratıcı Yaşarlık olduğunu söyledi.

Boğaziçi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Atölyesi
Bir dönem PEN Türkiye Merkezi Başkanı görevini yürüten Tarık Günersel Boğaziçi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’ndeki söyleşisinde dişe dokunur açıklamalarda bulundu. Füsun Çetinel bu güzel söyleşiyi sizin için izledi ve kaleme aldı. Keyifli okumalar.
Dersten sıkılırım ben, kalıplara sıkıştırılmış şeyleri sevmem. Onun için buradaki birlikteliğimize ders demeyelim. Ne ders değilse onunla ilgilenirim ben. Yaratıcı yazarlık geniş bir şeyin parçası asıl olan Yaratıcı Yaşarlık. Kolay hata yapabileceğimiz, kolay kınanabileceğimiz bir alan.
Önce bol bol okuyun, sonra yazın denir. Bence tam tersi. Önce yazar sonra okursunuz. Alışılagelmiş kalıplar bizi hizaya getirmeye, robot olmaya yöneliktir. O yüzden şairlik, yazarlık tehlikelidir. Bu kişiler kalıpları kırmak için yazar ve yaşar o yüzden de öldürülür, hapse atılır, tehdit edilirler. Benimle ilgili bir soruşturma sürüyor hala. Türkiye’de bu çok normal.

Yazmadan yazar olunmaz!
Yazmak bedava. Yazmak macera, özgürlük. Bir insan yüzücü olmak istiyorsa eğer TV de olimpiyatları seyrederek yüzücü olamaz. Yazmadan da yazar olamazsın. Bence herkes yazar, şair ve romancı olabilir. İnsanın tek engeli kendisidir. Devamlı ‘’Ama ben yapamam, ben yazamam’’ der durur. Herkes Fuzuli olamaz ama şair olabilir. En önemli okurunuz kendinizdir. Yazarak biriktirdiğiniz sürece, yazdıklarınıza döner, onları okuyup hayatınızı daha iyi anlar ve zenginleşirsiniz. Bunları kendinizle sohbet olarak görebilirsiniz. Yazdığınız şey sizin hoşunuza gidiyorsa 1-0 öndesiniz demektir. Başkası beğenmiş beğenmemiş sizi alakadar etmez.

Nasıl gidiyor kölelik?
Hepimiz deformeyiz. Potansiyelimizin gerisinde yaşıyoruz. Hepimiz özgürleşebiliriz. Bu süreç sonsuz bir süreç. Dünyanın her yerinde kalıplar içine sıkıştırılmış hayatlar var. Yeni kitabım bunun üzerine, ‘’Nasıl gidiyor kölelik?’’ Bu bir ideoloji. Dar kalıplara alıştırılmışız. Dogmatik düşünceler empoze ediliyor devamlı. Türkiye’de beyinsizleşme operasyonu yapılıyor. Yapılmakta. Debrainization, İngilizce kelimesi bile var.  Yaratıcı Yaşarlık bir özgürleşme mücadelesidir. Devrimci, sonsuz bir süreçtir.
İlham sadece bir trafik kazasıdır
Birçok yaratıcı yazarlık kitabında görmüşsünüzdür. Birinci aşama oto sansürsüz yazın. Başka kimse okumayacakmış gibi, kendinizi irkiltme pahasına yazın. Malzemeyi ortaya koyun. İkinci aşama ayıklamaktır. Hangileri size iyi geliyor? İlham beklemek diye bir şey yoktur. İlham ancak bir trafik kazasıdır, çarpışmadır. Profesyonel yazarlar hangi noktada profesyonel? Yazmak hayatının organik bir parçası olmuşsa o kişilere profesyonel yazar denebilir.
Üçüncü hamle, ayıkladığınız, seçtiğiniz şeyleri işlemek. Ekle, çıkart. Dördüncü aşama, dinlendir, mesafe koy araya. Beşinci aşama, tekrar bak. Mesafeli bak. Rötuşlar yap.
İlke olarak bu süreç sonsuzdur.  Ressamlar bile der, bitmiş eser yoktur diye. 1974’te Yangın şiirimi yazdım. Kırk yıl içinde bazı fiil ve kelimeleri değiştirdim. Bu Yahya Kemal ekolüdür. Behçet Necatigil ekolü ise hiç ellemeyen, yazılmış şiirle hiç oynamayan bir ekoldür. Bir keyif meselesi bu. Siz nasıl isterseniz öyle yapın. Hayat zaten mecburiyetlerle dolu, yazmak ise keyifli olmalı, mecburiyet barındırmamalı içinde.

Yazdıklarınızın hiçbirini atmayın
Kütüphanenizde en başa kendi yazdıklarınızı koyun. Hiçbirini atmayın. Öldüğümüz zaman biz öleceğiz. Yaşarken de biz yaşayalım o zaman. Bu bir tercih meselesi. Boşnak, Sırp, Hırvat öğrencileri bir araya getirip bir konuşma yapmıştık. Orada şunu söylemiştim. Egemenlerin, şairleri hapse atması normal ama daha akıllıların yaptığı şairlerden hiç bahsetmemek. Sonuçta ceza, hapis hep normal.
Geçen kasımda Brüksel’de söylediğim gibi, Hapis Yazarlar Konferansında, PEN Türkiye başkanı olarak oradaydım. Kırk kişiydik ve her konuşmacı için ancak iki dakika süre verilmişti. Düşündüm, nasıl anlatırım derdimi iki dakikada diye.
‘’Eviniz kaç odalı? Üç mü, aslında dört odalı. Dört mü, aslında beş odalı. Yazarsanız, her an hapse girebilirsiniz. Bunun düşüncesi ile eviniz hep bir oda daha fazla.’’ Aynısını Abdullah Gül’e de söyledim.  Bazı yazarlar köşesinde oturup öykü, roman yazmakla yetinir. Ben ikinci tür yazar topluğundanım.

Yaratıcı okurluk kavramını düşünmekte yarar var!
Yaratıcı olamayan yazarlığa gelince, turizm broşürleri, gazete makaleleri olabilir. Turizm broşüründe bile yaratıcılık vardır gerçi. Bir de yaratıcı okurluk kavramı çıktı. Bu kavramı düşünmekte yarar var. Çok hoş bence.  İnsan sevişe sevişe sevişmeyi geliştirir. Yazmak da öyle, Özgürleştiricidir. Yazarken şiir, öykü, roman yazacağım diye bir hedefe de gerek yok. Cümle olabilir, kelime olabilir. Hiçbir kalıba girmeyebilir. Bir süre sonra tüm yazdıklarınız bir şey oluşturabilir.


Kendimi sınırlandırmadan yazarım 
Şimdi de otobiyografik birkaç şey söylemek istiyorum. Yirmi yaşında Moda’da turluyorum. Edebiyat tarihindeki bütün şaheserler başarısızdır, bu aklıma geldi birden. Peki, dedim, ben şair olarak nasıl bir proje seçeyim ki, başarısız olayım ama ortaya bir şaheser çıksın. Stratejim nasıl olmalı? Hayat kaotik, ben gelişmeye açığım.
Kendimi sınırlandırmadan yazarım. Sekiz on yılda bir yazdıklarıma bakarım. Çok türde bir mozaik oluştururum.  Kırk üç yıllık proje bu. Ben gerçekte tek bir eser yazıyorum. Bütün kitaplar tek. Öyküler, şiirler, hepsi iç içe geçmeye başladı.

Shakespeare’in stratejik hatası
1992’de aklıma geldi. Shakespeare’in stratejik hatası neydi? Homer dendiğinde aklımıza İlyada gelir. Dante deyince İlahi Komedya. Goethe deyince Faust. Shakespeare bir sürü eser yazmıştır. Popüler, kaliteli eserler vermiş, iyi paralar kazanmıştır. Dahi şair ve piyesçi. Yazdıklarına bir baksaydı ve piyeslerin edebi versiyonlarını yazsaydı müthiş bir şey olurdu bu. İşte stratejik hatası burada.
Yazdığım her piyesin edebi versiyonunu yazıyorum. Onlar mozaikte birleşecek. Böyle bir çalışma sürdürüyorum. Hayat sonsuz, her birimiz birer sonsuzluğuz. Böyle zannederek daha çok özgürleşebiliriz. Shakespeare, olan imkânı istememiş, yapmamış. Yapması gerekli demedim. Yazarın gücünü değerlendirmesi açısından eksiklikleri var. Ben yapamam, ben yazamam diye kısıtlamamalıyız kendimizi. Hepimiz keyifli, olumlu yaşayabiliriz.

Yazmaya yoğunlaşmak intihar etmemi engelledi
Birkaç kere şiiri bırakmaya çalıştım. Yapamadım. Varoluş stratejisi bu benim için. On yıllarca bakkaldan ekmek istemek bile benim için bir işkence oldu. Nasıl demem gerektiğini bilemedim. Burada size konuşuyorum, bu başka bir şey. Her gereksinmemi yazarak ifade ettim. Yazmaya yoğunlaşmak benim hayatta kalmamı, intihar etmememi sağladı. Son iki yıldır acı çekmeden de yazılabileceğini fark ettim. Ancak altmış yaşında anlayabildim bunu.
On üç yaşında yazdığım bir şiirim var, bir kerede yazdım. Bunu yazdığımda sadece ilkokul kitaplarındaki manzumeleri okumuştum. Annem beni yine o yaşlarda İl Pagliacci operasına götürmüştü. Aynı akşam eve dönünce yüzümü boyamış ve kararımı vermiştim. Ben de tiyatro yazacaktım.
Yine on yaşlarında annemle birlikteyken, annem Kadıköy Maarif’i gösterip şöyle söyledi; ‘Çok çalışıp bu okula girersen İngilizce öğrenirsin. AFS bursu ile Amerika’ya gidebilir, orada beğendiğin oyunları İngilizce olarak seyredebilirsin. ‘’  On yaşındayken yaptığım tüm planları uyguladım. Annemin dediği her şeyi yaptım.
Daha on yaşındayken on sekiz yaşım için planlar yapıyordum. Nasılsa meşhur olacaktım ya, her yazdığımı arşivledim. On beş yaşında ateist şiirler yazdım. Bertrand Russel okuyordum. On sekiz yaşında kendi anayasam için şiirler yazdım. Kırk yaşında, Uzay Bilinci diye bir kitap yazdım. 1992’de Türkiye’nin ilk şiir akademisini açtım.

Dünya Şiir Günü’nün ortaya çıkışı
1994’de internet devreye girdi. İnternet bütün dünyayı birleştiriyor, o zaman neden bir edebiyat enstitüsü olsun ki dedim. Poetic Space Lab, Şiir Uzayı Laboratuvarı kavramı aklıma geldi. Kurduk. Anarşist bir örgütlenmeydi.  Başka bir gün Moda’da yine turluyorum. Dünya Şiir Günü’nün olmadığını fark ettim. Acaba vardı da, ben mi bilmiyordum? Gülseli İnan’a telefon açtım hemen. O da onayladı bu fikrimi. İkimizin önerisi ile Pen Türkiye Merkezi bu fikri kabul etti. Unesco Dünya Şiir Günü’nü benimsedi. Bu arada 1950-60’larda bazı ülkelerde Ekim ayında kutlanıyormuş. Ben bu fikri orada sunduğum için, PEN Uluslararası kabul ettiği için 21 Nisan kabul edildi. Bazı arkadaşlar bu günü kabul etmediler. Resmi değil dediler. Biz neşeyle, şiirler söyleyerek kutluyoruz hâlbuki size ne. Kendimi iç bir zaman sınırlamadım. Yaratıcı yaşıyorum. Mozaiğimi tamamlamaya çalışıyorum.

Tarık Günersel kimdir?
Şair, öykücü, aforist, denemeci, liberttist, çevirmen, dramaturg, oyuncu ve yönetmen. Sanatın opera, tiyatro, sinema, edebiyat gibi pek çok alanında çalışan çok yönlü bir sanatçımızdır. 2007-2009 döneminde Dünya Yazarlar Birliği PEN’in Türkiye Merkezi Başkanı olarak görev yapan sanatçı 2010 yılında Uluslar arası PEN’in yönetim kuruluna girerek bu kurulda yer alan ilk Türk ve Yakın Doğulu yazar olmuştur.
Devamını Oku

10 Mayıs 2013 Cuma

Hayatı Sevme Hastalığı'na iki ödül birden!

Kadın hakları denince akla gelen Duygu Asena anısına Doğan Kitap tarafından düzenlenen “Kadının Hala Adı Yok” adlı roman yarışmasında birinciliğe “Hayatı Sevme Hastalığı” adlı romanıyla Sibel K. Türker layık görüldü. Sibel K. Türker, aynı romanıyla 2013 Yunus Nadi ödüllerinin roman dalında birincisi oldu.

Hayatı Sevme Hastalığı Yunus Nadi ve Duygu Asena Roman Ödülü
Fotoğraf: Muhsin Akgün
Doğan Kitap tarafından düzenlenen “Kadının Hâlâ Adı Yok” roman ödülünü kazanan “Hayatı Sevme Hastalığı” yalnızlıktan erkeklerle hesaplaşmaya, alkolden müziğe, ahlaktan aşka pek çok sorunu son derece kıvrak, esprili ve ritmik bir dille anlatan bir roman. Seçici kurulun 30 Nisan günü yaptığı toplantıda oy çokluğu ile birincinin belirlendiği bildirildi. Ödül töreni Mayıs ayın içerisinde yapılacak.

Romana ikinci ödül Yunus Nadi’den
Sibel K. Türker’in kaleme aldığı “Hayatı Sevme Hastalığı”na ikinci ödül Yunus Nadi Ödülleri’nden geldi. Adnan Binyazar, Ahmet Cemal, Konur Ertop, Ülkü Tamer ve Murat Gülsoy’dan oluşan seçici kurul roman dalında Sibel K. Türker’i “Hayatı Sevme Hastalığı” adlı yapıtıyla ödüle değer gördü.
Öykü dalında ödülü “Öteki Kışın Kitabı” adlı yapıtıyla Bora Abdo kazandı. Şiir dalında da Hulki Aktunç ve Gültekin Emre’nin birlikte yazdıkları “Opus” adlı kitap ile Arzu K. Ayçiçek’in “Talidomit” adlı kitap dosyası arasında paylaştırdı.

Hayatı Sevme Hastalığı nedir?
Kitabın tanıtım bülteninde yer alan açıklama yazısı şöyle:
Yakalandığımız bütün hastalıkların tek bir kaynağı vardır: hayatı sevme hastalığı! Bu amansız hastalığın tek çaresi ise kaybetme korkusunun aşılmasıdır. O zaman insan soyunun acıları son bulacak, diğer bütün terk ediş ve terk edilişler anlamsız kalacaktır.
Şükran, ördüğü mavi kazak melankolinin içinden çıkıp kadınca bir direnişin kahramanı olduğunda kızına bunları söyleyecektir.
İntihara eğilimli bankacı Neşe, geçmiş ve geleceğin peşindeki tarot kartlarını açtıkça, Aydanın aşk acısı da artarak ilerler. İki kadın, karabasanlarını buluştururken siyaseten çarpışırlar ama bir damla kan akmaz.
Sibel K. Türkerin yeni çalışması Hayatı Sevme Hastalığı, yalnızlıktan erkeklerle hesaplaşmaya, alkolden müziğe, ahlaktan aşka pek çok sorunu son derece kıvrak, esprili ve ritmik bir dille anlatan bir roman. Bir çağ manzarası.
Hey kadınlar! Akşamın bu saatinde, bir yer altı treninin içinde aslında birer aşk yolcusu olduğunuzu bilmiyor muydunuz? Hepimiz, istisnasız hepimiz biraz dövülüp ezileceğiz. Yolculuğumuz bittiğinde ise bu akşam treninden kozayı delip çıkan kelebekler gibi mutlu ve özgür ve bilmiş ve tükenmiş ama hayatta kalarak yerüstünün ışıklarına doğru aceleyle uçuşarak çıkıp gideceğiz. Nereye mi ey kadınlar! Karanlık inlerimize tabii ki.
Devamını Oku

9 Mayıs 2013 Perşembe

Günümüzde edebiyat yapma isteği daha düşüktür!

Sokak Kitapları Yayınları yazarlarından Uğur Ziya Şimşek’e ait Öykü ve Roman Yazma Sanatı adlı makalenin üçüncü bölümünde romanın geçirdiği evrim sürecini anlatıyor ve yazar adaylarına önemli ipuçları veriyor. Şimşek, günümüzde edebiyat yapma isteğinin düşük seviyede olduğunu ancak anlatımı hızlandırmanın daha ön planda olduğunu söylüyor.

19. yüzyıl romancılarının muhatap oldukları kitle ile günümüzün romancısının okur kitlesi birbirinden çok farklı dinamiklere sahiptir. Tolstoy, Balzac, Zola, Dostoyevski, Turgenyev gibi romancılar daha durağan bir anlatım kullanmışlar ve tuğla kalınlığında romanlar yazmışlardır. Bu günün romanlarında edebiyat yapma isteği daha düşük seviyededir ve anlatımı hızlandırmak daha ön plandadır. 19.yy dünyası ile günümüzün dünyası arasında önemli farklılıklar vardır. 19. yüzyılda radyo, televizyon, internet, msn, facebook gibi argümanlar yoktu. İnsanların zaman geçirme alternatifleri günümüze göre daha sınırlıydı. O zamanların hayatı daha durağan akıyordu. Şimdi ise fazlasıyla hızlı. Bir sevgili, mektup yazıp aylarca sabırla yanıt gelmesini beklerken şimdi mesajıma niçin bir saat geç yanıt verdin diye ilişkiler noktalanıyor. Sosyal ilişkilerimizin değişimi elbette roman sanatını da etkiliyor. Ancak şu gözden kaçırılmamalıdır ki roman ile ilgili bir değişim olsa da aklın yolu birdir. Temel esaslarda önemli bir süreklilik vardır. Giriş, gelişme, sonuç; kurgu hatalarının olmaması, karakterlerdeki canlılık, kıvrak bir zeka hala çok önemli unsurlardır. Değişen şey biraz daha dinamik ve kısa anlatımdır.

Yazarların yüzde 90’ının ilk kitabı basılmaz!
Roman yazmak isteyen ve iyi bir romancı olmak isteyen kişinin roman sanatındaki değişimleri takip etmesi dışında dışa açık bir yaşam sürmesi de önemlidir. Dünyayı takip etmeli insanlığın gidişatını analiz etmelidir. Bu sayede kendisini sürekli yeniler ve güncel tutar. Yazar adaylarını kaygıya düşüren önemli unsurlardan biri de yazdıkları romanla ilgili yüksek beklentilerinin derhal gerçekleşmesini istemeleridir. Çok uç örnekler dışında ilk romanıyla yüz binlerce satış rakamlarını yakalamış yazarlara pek rastlayamayız. Hatta yazarların yüzde doksanının ilk kitabı basılmaz bile. Büyük çoğunluğu yayınevlerinin umursamaz ve zorlu değerlendirme koşulları içinde yitip giderler. Eğer hobi için roman yazıyorsanız bu durumda ısrarla devam etmenizi öneremem ancak amacınız hayatınızı edebiyata vakfetmekse bu zorluk sizi yıldırmamalıdır. İlk kitabınız beğenilmeyebilir. Basılmayabilir, basılır ama satılmayabilir. Bunların hepsi ihtimaller dâhilindedir. Önemli olan sizin yılmadan yazma kalitenizi yükselterek çalışmaya devam etmenizdir. Eğer para ve şöhret için yazıyorsak bu pek akıllıca olmaz. Çünkü para için seçeceğimiz birçok kestirme yol varken bu zorlu, çileli yola girmemizin bir anlamı yoktur. Eğer amacımız salt şöhret değilse, para değilse, sırf yazmanın güzelliği için dahi devam etmeye değer.

Yazarlık teknikleri öğrenmek Dostoyevski yaratmaz!
Roman yazmayı öğretmek, bazı ipuçları sunmak ve önemli teknikleri göstermektir. Aslında diğer alanlarda da böyledir. Matematik fakülteleri her öğrencisini nasıl ki matematik dahisi yapamıyorsa, fizik fakülteleri her öğrencisinden bir Einstein çıkartamıyorsa, yazarlık teknikleri öğretileri de Dostoyevski olma garantili değildir. Gerek bu anlatı gerek diğer kitaplar teknik bilgileri temel olarak verir. Derinleşmeyi sağlayacak olan sizlersiniz. Bu anlatılar ağrı kesici hap gibi değerlendirilmemelidir. Önemli romanlar yazmanın büyük bir yazar olmanın bir diğer koşulu da hayat birikiminin yüksekliğidir. Dostoyevski, Karamazof Kardeşler’i on sekiz yaşındayken yazamazdı. Çünkü Karamazof Kardeşler’de anlatılan insan ilişkilerinin derinliğini, Rusya’nın o dönemdeki yapısını, o yaşta analiz edemez, düşünemezdi.

Not almayı unutmayın
Bir yazarın dikkat etmesi gereken en önemli nokta alakasız yerlerde aklına gelen güzel fikirleri hemen not defterine kaydetmesidir. Bu yattıktan sonra olduysa ışığı açmanızda ve not etmenizde yine büyük fayda vardır. Not edilmeyen fikirler genelde arkalarında esrarengiz bir sis bırakarak yok olurlar. Ne kadar da zorlasanız o ilk baştaki heyecanlı ve bütünsel yapı gözünüzün önünde canlanmaz. Bunu bir alışkanlık haline getirmek çok faydalıdır. Gördüğünüz ilginç olayları, sizi etkileyen sözleri, aklınızda biranda beliriveren etkili bir cümleyi not etmediğiniz takdirde ilham perisini küstürürsünüz ve zamanla kapınızı daha az çalmaya başlar.
Devamını Oku

2 Mayıs 2013 Perşembe

Yazar öncelikle anlatıcı olmalıdır!

Yeşim Cimcoz Yazı Evi Öykü Atölyesi eğitmeni Özlem Kiper, yazmaya niyet eden kişinin öncelikle anlatıcı olmaya niyet etmesi gerektiğini belirterek “Anlatıcı varsa yazar yoktur. Hal böyle olunca da ortada kafa karıştıracak bir yazar egosu da olmayacaktır. Hikâye her zaman yazarının önüne geçecek ve anlatıcısıyla (yani kendi öğeleriyle) var olacaktır.” dedi.

Öykü Atölyesi
Kadıköy’de bulunan Yazı Evi’nin üç ayda bir yine aynı adla yayımlanan derginin son sayısında yer alan Öykü Atölyesi eğitmeni Özlem Kiper’in röportajını sizlerle paylaşmak istiyorum. Öznur Yılmaz Berk tarafından kaleme alınan röportajda Özlem Kiper, kurmaca, öykü ve yazma eylemi üzerine sizlere ışık tutacağına inandığım açıklamalarda bulundu. Bu keyifli söyleşiyi ve derginin diğer röportajlarını buradan okuyabilirsiniz.

Öykü yazma serüveniniz nasıl başladı ve bu türü seçme nedenleriniz nelerdir? Size göre öykü nedir? 
Aslında yazma serüvenim bir roman taslağı ile başladı. Sonrasında da ne zaman öykü yazsam, bir roman başlangıcı gibi algılandı ve böylelikle ben kendimi öyküye dair, bir öğrenme ve anlama disiplini içinde buldum. Öykünün, o yoğunlaştırılmış tadını duymak çok heyecan verici. Yazar o yoğunluğu, elindeki öğeleri ekonomik kullanarak oluşturuyor. Okuyucu ise, belleğindeki bilgilerle boşlukları tamamlama yoluna giderek o yoğunluğu kendi içinde hafifletiyor.  Bu çok büyülü bir süreç hem yazan, hem okuyan için. Bir aydınlatma, bir aydınlanma hali. Aydınlık bir kere temas etti mi vazgeçmek istemiyor insan. Hep o ışığa, sıcaklığa yöneliyorsunuz, ister istemez.

“Bir insanın hikâyesini bilmiyorsanız, onu tam anlamıyla tanıyorum diyemezsiniz” diye bir söz var. Size göre her yaşam bir öykü mü saklar içinde?
Biz öyküde kurmaca karakter yaratırken, kahramanı geçmişinden başlayarak hayal ederiz.  Bunu yaparken de, hayat hikâyesi giydiririz ona, onlar için bir geçmiş yaratırız. Yarattığımız geçmişin tamamını hikâyemizde anlatmasak bile bu, kahramanımızın baş edemediği bir durum karşısındaki tutumunda, kararlarında, duygularında, çözüme gitmesinde, diğer insanlarla ilişkilerinde bir yansıma olarak vuracaktır metne. Eğer kurmaca düzlemde böyle bir yol, bizi gerçek bilgiye biraz daha yaklaştırıyorsa, gerçek hayat için de aynı izleği sürmek bize tanımak istediğimiz kişi hakkında doğru bilgiye götürebilir.

Özlem Kiper Yazı Evi Öykü Atölyesi

Öykülerde yaşamdan, yaşanmışlıklardan mı yoksa kurmacadan mı daha çok yararlanılıyor?
Öyküyü yazarken aslında yazdıklarımızın yaşamı ne kadar içerip içermediğinin yanıtını arıyoruz. Tek bir kelimenin, bir durumun, bir düşüncenin peşi sıra bir yola çıkıyor ve bu oluşumun ayrıntılarına yöneliyoruz. O sürece kadar aklımızda beslediklerimiz, pencerenin dışında-içinde ve sokağın tam ortasında gördüklerimiz, aslında bugünün tanıklığını içeriyor gibi görünse de başlangıç noktamız genellikle geçmiştir. Yazar şimdi ile birikimleri arasındaki köprüyü kurgu düzleminde kurar. Dolayısıyla, kurgunun başladığı noktanın öncesinde beliren yaşanmışlık sonrasında da devam eder. Kurmaca edebiyatın amacı, iyi hikâyeyi oluşturmaktır. Bunu da gerçekçi sağlam karakterler ve hatasız bir olay örgüsüyle oluşturabiliriz. Gerçekçi karakterleri hayatın içinde aramak, hatta bazen gerçek karakterleri ortaya koyarak yazmak bir yol olabilir. Fakat burada yazarın dikkat etmesi gereken şey,  kahramanıyla özdeşleşeceği ortamın sınırlarını çok iyi ayırmaktır. Karakter ne hissediyorsa, okur da onu hissetmelidir. Yazarın yapmaya çalıştığı empati boyutunu, kendi karakterine taşımaması çok önemlidir. Dikkat ederseniz kurmaca ve gerçek hayat birbiriyle hep içi içe. Biri olmadan diğerinin var olması mümkün değil.

Yazı Evi’nde çok keyifli bir çalışmanız var: Öykü Atölyesi. Biraz da ondan bahsedersek, nasıl bir fikirle ortaya koyuldu, kimler katılıyor? Çalışmanın sonunda katılımcıları ne bekliyor?
Uzun zaman boyunca, konusu öykü olan bu tür atölyelerin hem katılımcısı, hem yöneteni oldum. Bir süre Yeşim Cimcoz’un hazırladığı ‘Dalgaları Aşmak ‘ isimli çalışmayı sundum. Yazıdaki yaratıcılığı destekleyen, tıkanıklığı açan teknikleri kapsayan bu programın,  hem kalemime hem birikimime çok şey kattığını söyleyebilirim. Aynı zamanda katılımcı olarak devam ettiğim diğer programlar, Yazı Evi’ndeki yazmaya yönelik çalışmalar ve buralarda üretilen metinler, kafamda başka meselelerin oluşmasına neden oldu. Şöyle ki, yazmaya ilk başlayan insanların iç dökme hallerinden bir türlü kurtulamayışları, hikâyesi olmayan öykülerin ortada gezinmeleri eskisinden daha fazla dikkatimi çekmeye başladı. Yazarın nasıl bir meselesi olması gerekiyorsa, bir atölye yöneticisinin de meselesi olması gerektiğini düşündüm ve bundan dolayı muazzam bir heyecana kapıldım. Bu düşünceden başlangıçla da, atölyenin konularını ve işleyiş şeklini belirledim. Sonuçta, bugün, kendim nasıl bir atölyeye gitmek istiyorsam onu şekillendiriyor ve yönetiyorum.

Bu noktada, meselenizi biraz daha açarsak, atölyenin içeriğine de değinmiş olacağız sanırım. 
Bence de soruya bu açıdan yaklaşmak çok doğru olur. Lütfen şöyle düşünün: Okur, kitabın içindeki konu ve karakterlerin içinde kaybolmak, onlardan biri olmak için yazarını unutmak ister. Yazar metnin içinde kendini unutturabilmişse bir şeyleri başarmıştır. Yazar, yarattığı karakterle kendi arasındaki çizgiyi koruyamadığında, hikâyenin içine sızıverir. Profesyoneller bunu okuyucuya maharetleri sayesinde çoğu zaman hissettirmezler ama yeni yazmaya başlayanlarda bu bir tehlikedir. Konuyu teknik açıdan iyi oturtmazsak, kendi düşüncelerimizi söyletmeye çalıştığımız karakterler üretmeye başlar, daha da kötüsü birbirine benzer karakterler üretmeye devam ederiz. Öykü Atölyesi içimizde biriktirdiğimiz hikâyelerin ortaya çıkması için anlatıcıların yolunu açıyor.

Niye yazanların yolunu açıyor değil de anlatıcıların yolunu açıyor?
Evet, özellikle ‘anlatıcılar’ kelimesinin altını çiziyorum. Yazamaya niyet eden kişinin öncelikle anlatıcı olmaya niyet etmesi gerektiğini düşünüyorum. Anlatıcı varsa yazar yoktur. Hal böyle olunca da ortada kafa karıştıracak bir yazar egosu da olmayacaktır. Hikâye her zaman yazarının önüne geçecek ve anlatıcısıyla (yani kendi öğeleriyle) var olacaktır.

Daha önce hiç yazmamış bir kişi de öykü atölyesine katılabilir mi?
Hiç yazmamış kişiler de katılabilir, yazmaya niyeti olmayanlar da katılabilir. Atölye aynı zamanda nitelikli edebiyatı da desteklediği için, sadece okumaktan ve okuduklarıyla ilgili konuşmaktan keyif almak isteyenlerin buluşma noktası.

Öykü atölyesine katılmış bir kişinin kendi yaşamına nasıl bir katkısı oluyor?
Öncelikle yazmak en güzel tedavi yöntemlerinden biridir. Yazmaya başlayınca insan, algıları açık olduğu için yaşama dair ayrıntıları daha iyi görebiliyor. Bu da onun hayatla baş edebilmesine yardımcı oluyor. Karakterlerine kan-can verdikçe anlattığı hikâyeler teker teker ortaya çıkmaya başlıyor. Hangimizin, ne zaman, çağlar boyunca okunacak hikâyeyi yazabileceğini kim bilebilir? Bunu anlayabilmek için okumaya ve yazmaya niyet etmek lazım.

Özlem Kiper: Hüznü de, coşkuyu da seven, her şeyin tadını çıkararak yaşamayı sevenlerdenim. Yaşarken ısırırım hayatı. 

Okuyucularımıza sizin söylemek istediğiniz bir tavsiyeniz var mı?
Okuduklarıyla her yere gidebilir insan. Zamanda yolculuk yapar, olmak istediğini olur, hem bugünü yaşar hem sonsuzu… Yazan için ise bu durum daha farklıdır. Yazan kişi anlatabilmek için zamanı da, mekânı da, insanları da elbise gibi giyer üzerine. Okuru anlattığı dünyaya taşıyabilmek için, bir süreliğine kendi olmaktan vazgeçer. Bu bir sihirdir. Yaşadığımız gezegenle, düşlerin kurgulandığı yer arasında oluşan huzurlu bir diyardır.  En azından okumaya biraz daha zaman ayırarak bu mutlu diyarda yaşayanların sayısını artıralım.

Sizinle tanışmak ve çalışmalarınıza katılmak isteyenler size nasıl ulaşabilirler?
Tüm paylaşım sitelerinden Facebook, Twitter, Pinterest ve tabii ki Yazı Evi Dergisi, Ajandası, internet arama motorları, her yerden ulaşabilirler. Yazı Evi haftanın altı günü (bazen Pazar günü de dâhil) açık bir mekân. Bize ulaşamama gibi bir sıkıntı söz konusu değil. Buyursunlar gelsinler, tanışalım. Kendimiz için güzel bir başlangıç yapalım.
Devamını Oku

Yaratıcı Yazarlık Derken - Feridun Andaç

Kendisinden yaratıcı yazarlık eğitimi aldığım değerli hocam Feridun Andaç'ın yaratıcı yazarlık üzerine kaleme aldığı ve Dünya Gazetesi'nde yayımlanan köşe yazısını mutlaka okumanızı öneririm.

Yaratıcı yazarlık üzerine köşe yazısı!
Bu konuda çok şey söylendi, yazıldı çizildi. Oysa ülkemizin bu kavramla tanışması yenidir, arka planı yoktur. Yani bir "ders" olarak algılanması, programlanması yapılmamıştır. Bu nedenledir ki, gelinen noktada bir "kurs" gibi görülüp, önüne gelen tarafından buna dair dersler verilmektedir. Oysa kavramsal bir tanımı, çerçevesi vardır. "Creative writing" adı verilen de, etkili/yaratıcı yazma yönteminin kavramsal yanıdır. Yaratıcılık kavramının yaratıcı deneyle ortaya çıkıp biçim aldığı, yeni yazma yöntemlerine kapı araladığı bir gerçek. Ama altı çizilecek bir yanı da var ki, bunu sezgisel yazma olarak algılamamak gerek. Çünkü deneyimlerle ortaya çıkan şudur: Okuma eylemi olmadan yaratıcılık eyleminin ortaya çıkması güçtür, hatta mümkün değildir.
Yazarlık eğitiminin özü şudur: İyi bir okur olmadan yazarlığın öğrenilemeyeceğini göstermek, insanın içindeki yaratıcılığı ortaya çıkarabilmesi için ilkten kendisinin nasıl bir okur olduğunu keşfetmesi gerektiğini, ardından da neyi/niçin/nasıl yazması gerektiği konusunda yol gösterici olmak. Konunun da kilit noktası budur. Bu bağlamda yaratıcı yazarlık derslerimi şöyle ayrıştırırım:

Feridun Andaç'ın yaratıcı yazarlık üzerine yazıdığı yazının devamını buradan okuyabilirsiniz.
Devamını Oku

29 Nisan 2013 Pazartesi

Yaratıcı yazarlık eğitimi sanat eğitimidir!

Yaratıcı yazarlık eğitiminin tıpkı müzik, resim ve tiyatro gibi bir sanat eğitimi olduğunu vurgulayan Murat Gülsoy, “Yaratıcı yazarlık öykü ve roman sanatını öğretme sanatıdır. Diğer sanat dallarında eğitime karşı çıkılmadığı gibi yaratıcı yazarlık eğitimine de karşı çıkılmamalıdır. Hatta üniversitelerde yaratıcı yazarlık bölümleri açılmalıdır” dedi. 

Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Sempozyumu
Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü tarafından düzenlenen “Yaratıcı Yazarlık Nedir, Ne Değildir?” sempozyumuna katılan Murat Gülsoy yaratıcı yazarlık kavramının tartışılmasının zorunluluğu olduğunu vurgulayarak “İşini iyi yapmayan yaratıcı yazarlık atölyeleri nedeniyle insanlarda bir memnuniyetsizlik var. Yaratıcı yazarlık eğitimi bir sanat eğitimidir ve konusunda ehil insanların bu eğitimi vermesi gerekir. Dürüstlük en önemli kıstas olmalıdır. Peki sanat eğitimi mümkün müdür? Buna hayır demek kolaycılık olur. Tıpkı diğer sanat dallarında (resim, müzik, heykel gibi) olduğu gibi yazarlık eğitimi de atölyede öğrenilebilir. Yaratıcı yazarlık öykü ve roman sanatını öğretme sanatıdır. Resim, müzik gibi sanat dalları için açılan atölyelere kimse karşı çıkmazken yaratıcı yazarlık kavramına karşı çıkılmasını anlamak mümkün değil” dedi.

Sınırlar yaratıcılığı harekete geçiriyor
İnsanın yaratıcılığının bir sınırla, sınırlamayla karşılaştığında ortaya çıktığını vurgulayan Murat Gülsoy, “Sınırların yaratıcılıkla ilişkisi olduğunu gözlemledim. Eğer bir insana sınır koyarsanız hayal gücü çalışmaya başlıyor ve bu sınırı aşmak, soruna çözüm üretmek için harekete geçiyor. İşte tam bu noktada yaratıcılık oluşmaya başlıyor” dedi.
Yaratıcı yazarlık atölyelerinin modern toplumun bir ihtiyacı olduğunu belirten Murat Gülsoy “Eskiden yazar olmak isteyenler, yazarların müdavimi oldukları mekanlara gider, yazdıklarını göstermek, onlardan bir şeyler öğrenmek için fırsat kollardı. Bu yöntemin çok doğru olmadığını düşünüyorum. Şimdi ise böyle ortamlar kalmadı ve yazar olmak isteyenler bu ihtiyaçlarını yazarlık atölyelerinde karşılıyorlar” dedi.

Yazarlık atölyelerinden yazar çıkar mı?
Edebiyat ortamlarında çokça sözü geçen “Yazarlık atölyelerine gelenler yazar olur mu?” sorusuna yanıt veren Murat Gülsoy, “Tıpkı sanat akademisi gibi düşünelim. Mezun olunca herkes ressamlık teknikleriyle donatılıyor ama aralarında ressam olarak bazı kişiler öne çıkıyor. Kanımca yazarlık istek, heves ve arzu ile çok ilintili. Eğer yazar olmak isteyen biri arzuluysa bir şekilde isteğine kavuşacaktır. Ancak başkası sizin içinizde bu arzuyu doğuramaz. Atölyede bir bakış açısı kazanabilirsiniz, çok yetenekli de olabilirsiniz ama arzunuz yoksa yazar olamazsınız” dedi.
Yaratıcı yazarlık atölyelerinde eğitim ve kalite standartının tuturulması gerektiğini söyleyen Murat Gülsoy “Resimi müzik ve tiyatro gibi üniversitelerde yaratıcı yazarlık bölümleri açılmalı. Böylelikle yaratıcı yazarlık alanında eğitim kalitesi üst seviyelere çekilecektir” dedi.
Devamını Oku

Yaratıcı yazarlık oksimorondur!

Yaratıcı yazarlık kavramını eleştiren Bülent Somay yaratıcılığın öğretilemeyeceğini vurgulayarak "Yaratıcı Yazarlık oksimorondur" dedi.

Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Sempozyumu
Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü tarafından düzenlenen "Yaratıcı Yazarlık Nedir, Ne Değildir?" sempozyumuna katılan Bülent Somay, yaratıcı yazarlık kavramına ilişkin eleştirilerini dile getirdi. Yaratıcı yazarlık atölyelerinin bir ihtiyaçtan doğduğunu belirten Bülent Somay “Bu ihtiyaç yazan kişilerin yazdıklarını paylaşmak ve ondan geri bildirim almak ihtiyacıdır. Maalesef ülkemizde sadece edebiyat alanında değil pek çok alanda geri bildirim alma sorunu vardır” dedi.

Yaratıcı yazarlık oksimorondur!
Yaratıcı ve yazarlık kelimelerinin yan yana gelme halini “oksimoron” (yan yana durmaması gereken) olarak niteleyen Bülent Somay, “Yazarlık öğrenilmesi gereken bir şey, eski kuşaklar bunu kendiliğinden kitap okuyarak öğrendi. Çünkü bilgi alma yöntemimiz sadece okumaktı. 90’lı yıllardan sonra insanlar görüntü ve digital çağa girdiklerinden doğal olarak okuma alışkanlıkları zayıfladı ve bilgi alma şekilleri değişti. Bu nedenle yazarlık, yazma yetisi öğrenilmesi gereken bir konuma geçti. Yazarlık bugün daha fazla öğretilmesi gereken bir konu ancak yaratıcılık öğretilebilir mi? Yaratıcılık bir öğrenme sürecine bağlanabilir mi? Herhangi bir kurs, yazarın olmazsa olmaz özelliği olan “dert sahibi” haline getirebilir mi? Bu konuda şüphelerim var. O nedenle yaratıcılığın öğretilemeyeceğini, kişinin doğası gereği ortaya çıkan bir hal olduğunu düşünüyorum” dedi.

Yaratıcı okurluk öğretilebilir
Yaratıcı yazarlık yerine yaratıcı okurluğun öğretilmesi gerektiğini öneren Bülent Somay, “Metinleri parçalamak, parçalanan metni analiz etmek gibi durumlar öğretilebilir ve bu öğretimin çok da faydalı olacağını düşünüyorum” dedi.

Yazarların ürünleri ve hediye kavramı
Sanat ürününün meta haline gelmesinin can sıkıcı olduğunu belirten Bülent Somay Fransız filozof Jacques Derrida’nın armağan (hediye) kavramına atıfta bulunarak “Yazar olarak ürettiğim eserimi parayla satmak yerine hediye etmek istiyorum. Düşündüklerimiz bize ait değildir. Onu yazılı hale getirdiğimizde üzerinde pek çok insanın emeği vardır. Keşke tüm sanatçılar eserlerini hediye edebilselerdi. Belki bu size gerçekçi bir yaklaşım gibi gelmeyebilir ama bunu başarmak için farklı düşünme seçeneğini de gözden kaçırmayalım ve üzerine düşünelim” dedi.
Devamını Oku

Yaratıcı yazarlık kavramına karşı çıkmak yersizdir!

Bilgi Yaratıcı Yazarlık Kulübü tarafından düzenlenen “Yaratıcı Yazarlık Nedir, Ne Değildir?” sempozyumunda konuşan yazar Pınar Kür, yaratıcı yazarlığa karşı olma halini bir benzetmeyle açıklayarak “Ferhan Şensoy’un ünlü oyunundaki ‘Kahraman Bakkal Süper Markete Karşı’ sözündeki karşıtlık gibidir ve kanımca yersizdir” dedi.

Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Sempozyumu
Yaratıcı yazarlık alanında pek sık rastlanmayan bir etkinlikten, Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü’nün düzenlediği yaratıcı yazarlık sempozyumundan bahsedeceğim. Semih Gümüş ve Murat Belge’nin son anda katılımlarının iptal olması nedeniyle Pınar Kür, Gülayşe Koçak, Bülent Somay ve Murat Gülsoy’un katılımıyla gerçekleşti.
Sempozyumun yöneticisi Bilgi Yaratıcı Yazarlık Kulübü Başkanı Özge Yerlikaya, etkinliği düzenleme nedeni olarak Varlık dergisinin 2013 Şubat sayısındaki inceleme konusu olan “Yaratıcı Yazarlık” çerçevesinde Mesut Varlık tarafından kaleme alınan eleştirel yazı olduğunu söyledi. Bu çerçevede yaratıcı yazarlık kavramının taraflarca tartışılmasının en doğru yöntem olduğunu ve bu nedenle sempozyumda karşıt düşüncedeki kişileri bir araya getirdiklerini dile getirdi.
Ardından sempozyumun ilk oturumunda Pınar Kür ve Ayşegül Koçak, yaratıcı yazarlık ve bunun yanında atölyelerin varlığını savunan kişiler olarak düşüncelerini aktardılar.

Pınar Kür: Edebiyat ve yaratıcı yazarlık birbirine karşı değil!
Pınar Kür Varlık Dergisi’nde Mesut Varlık’ın yazısındaki yaratıcı yazarlık kavramına ilişkin eleştirel düşünceleri hatırlatılınca “Yaratıcı yazarlık kavramına karşı çıkmak Ferhan Şensoy’un deyimine göre “Kahraman Bakkal Süper Markete Karşı” sözündeki karşıtlık gibidir ve kanımca yersizdir. Yaratıcı yazarlık atölyesinde uzun yıllar eğitim verem bir yazar olarak yaratıcı yazarlık edebiyat yapmalıdır fikrindeyim. Edebiyat ve yaratıcı yazarlık kavramları birbirine karşı değil, birbirlerini ekarte etmiyor” dedi.

Atölyelerden yazar çıkar!
Edebiyat çevrelerinde çok sık dile getirilen “Yaratıcı yazarlık atölyelerinde eğitim alanlar arasında yazar olan var mı?” eleştirisine de yanıt veren Pınar Kür “Her konservatuar okuyan öğrenci de sanatçı mı oluyor? Yaratıcı yazarlık kursları da böyle. Ayrıca benim yaratıcı yazarlık atölyesi öğrencilerimden olan Ayşe Sarısayın Sait Faik Edebiyat Armağanı ödülü aldı. Tıpkı bunun gibi başka öğrencilerim de çeşitli ödüller aldı. Yaratıcı yazarlık atölyelerinden yazar çıkmıyor sözü gerçeği yansıtmıyor” dedi.

Yazar olmak isteyenin bir itirazı olmalı!
Yazar olma yolunda atölyesine gelen öğrencilerine edebiyatçı olan kişinin dünyaya, hayata bir itirazı olması gerektiğini söylediğini belirten Pınar Kür, “Dünyayla ve kendisiyle barışık yazar olmaz. Yazarın mutlaka bir derdi ve bu derde paralel bir itirazı olmalı. İlk derste öğrencilerime -Ben bu atölyede disiplin ve teknik öğretiyorum. Yazar olmak sizin uğraşınıza ve yazarlığa olan bağlılığınıza bağlı- sözünü söylüyorum” dedi.

Gülayşe Koçak: Yazma utangaçlığı aşılmalı
Sabancı Üniversitesi bünyesinde verdiği yaratıcı yazarlık eğitiminden bahseden Gülşayşe Koçak yaratıcı yazarlık eğitiminin en önemli aşamasının yazma utangaçlığını aşmak olduğunu söyledi.
Dil ifade etme aracıdır. Ayrıca düşünceyi geliştirir. Yeni kelime öğrendiğimizde beynimizin işleyişini ve zihni değiştirir. Dilin kullanımı yazar olma yolunda önemli ama yaratıcı düşünceyi geliştirmez. Bunun yanında yaratıcı yazarlık atölye çalışmalarında çok sık rastlanan durumlarından birinin de sıradanlık hali olduğunu belirterek “Diğer bir değişle edebiyat paralamak. Sıradan, klişe cümlelerle yazı yazmak bir alışkanlık haline gelmiş. Yaratıcı yazarlık çalışması belirli kalıpların dışın çıkarak farklı bakış açıları bulmak ve yaratıcı düşünmeye teşvik etmek konusunda ön ayak oluyor ve sorunu aşmada önemli görev üstleniyor” dedi.

Ezberci eğitim yaratıcılığı ve dili köreltiyor
Ezberci eğitimin dili ve yaratıcılığı körelttiğini vurgulayan Gülayşe Koçak, “Eğitim sistemi dili güdükleştiriyor. Ezberci eğitim ihtiyaçlarımızı dile getirmeyi ve ifade gücümüzü zayıflatıyor. Ezberci eğitim beyni köreltiyor ve haliyle yazma becerimiz ve yaratıcı düşünce yetimizi de köreliyor. Ayrıca önyargılarımız (önceden öğrenilmiş bilgiler) yaratıcı düşünme yetimize ket vuruyor, adeta akıl tutulması yaşıyoruz. Ezberi bozmak lazım, doğru - yanlış kavramlarının dışına çıkıp düşünme sistemimizi değiştirmeliyiz” dedi.

Mükemmeliyetçilik yerine hata yapma olasılığı
Yaratıcı yazarlık konusunda beğenme beğenmeme ekseninden de kurtulmamız gerektiğini belirten Gülayşe Koçak “Çünkü beğeni çok subjektif bir seçimdir. Önemli olan yazdığımız metnin yaratıcılığa ya da kurmacaya ne kadar denk düştüğüdür. Yazarken mükemmeliyetçi düşünmek yerine hata yapabilme seçeneğimizin olduğun daima akılda tutmak gerekir. İlk metinler her zaman kusurludur ama ilk metinler bize üzerinde çalışma fırsatı verecek malzemeyi sağlar. Haldır haldır, akla ket vurmadan yazmak lazım. Böyle yazmak utangaçlığımızı üzerimizden atar” dedi.
Devamını Oku

20 Nisan 2013 Cumartesi

Bilgi Sempozyum: Yaratıcı yazarlık nedir, ne degildir?

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü tarafından 27 Nisan günü “Yaratıcı Yazarlık Nedir, Ne Değildir?” başlıklı bir sempozyum düzenlenecek. Sempozyuma katılanlar arasında Semih Gümüş, Murat Gülsoy, Murat Belge, Pınar Kür gibi yazarlar yer alıyor. Ücretsiz olan sempozyum katılmak isteyen herkese açık.

Yaratıcı yazarlık nedir, ne değildir?
Yaratıcı yazarlık ile ilgili pek sık rastlamadığımız geniş kapsamlı bir sempozyumdan bahsedeceğim. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü tarafından hazırlanan “Yaratıcı Yazarlık Nedir, Ne Değildir?” sempozyumu bu konudaki pek çok soru işaretini ve kafa karışıklığını gidermeye aday bir etkinlik. Ülkemizde yaratıcı yazarlık ile ilgili atölye eğitmenliğinin yanı sıra kaynak kitap yazarı olan Semih Gümüş, Murat Gülsoy, Pınar Kür gibi yazarların yanı sıra Murat Belge, Gülayşe Koçal, Bülent Somay’da sempozyumda konuşmacı olarak yer alacak. Eğer yaratıcı yazarlık alanıyla ilgileniyorsanız bu sempozyuma mutlaka katılın.

Sempozyumda neler var?
Üç oturum şeklinde gerçekleşecek sempozyumda ilk olarak “Yaratıcı Yazarlık Nedir?” sorusunun cevabı aranacak. İlk oturumun konuşmacıları Semih Gümüş, Murat Gülsoy ve Bülent Somay olacak.
İkinci oturumda ise “Edebiyat Fakülteleri ile Yaratıcı Yazarlık İlişkisi” konusuyla birlikte “Türkiye’de Yaratıcı Yazarlık” başlığı tartışmaya açılacak. Bu oturumun konuşmacıları Murat Belge, Pınar Kür ve Gülayşe Koçak.
Son oturumda Bilgi Ünibersitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü üyeleri “Yaratıcı Yazarlıkta Ticari Kaygı ve Okullar Arası Yaratıcı Yazarlık Koordinasyonu” konularını ele alacak.

Kavram kargaşasına son verme isteği!
Bilgi Yaratıcı Yazarlık Kulübü üyeleri sempozyum duyurusunda neden yaratıcı yazarlık ile ilgili bir etkinlik düzenlediklerini şöyle açıkladılar: “Onlarca farklı kursun, birimin ve atölyenin bulunduğu bir alan olan yaratıcı yazarlığın bu çevrelerin bir araya gelip konuşmaması nedeniyle bir kavram kargaşasına dönüşmeye başladığını düşünüyoruz. Bu noktada yaratıcı yazarlık konusunda farklı görüşlere sahip yazar, eleştirmen ve akademisyenleri bir araya getirerek tartışmalara bir netlik kazandırmak, yaratıcı yazarlıkla ilgilenen kimselerin kafa karışıklığını gidermek ve en önemlisi yazmak isteyen öğrencilerin bir araya gelmesini ve koordine olabilmesini sağlamak için bir sempozyum düzenledik.”

Sempozyumun Facebook sayfası

Sempozyum Programı
1. Oturum
(10.00 – 12.00)
  • Murat Gülsoy (Yazar - Akademisyen)
  • Semih Gümüş (Yazar)
  • Bülent Somay (Editör - Akademisyen)

2. Oturum
(12.30 - 14.30)
  • Murat Belge (Akademisyen – Yazar – Gazeteci - Çevirmen)
  • Pınar Kür (Akademisyen - Yazar)
  • Gülayşe Koçak (Müzisyen – Akademisyen - Yazar)

3. Oturum
(15.00 – 17.00)
  • Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü üyelerinin konuşmaları ve forum.
Yer: İstanbul Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü E4 305
Devamını Oku

13 Nisan 2013 Cumartesi

Yazara dahi demek büyük bir hata!

Ye, Sev Dua Et kitabının yazarı Elizabeth Gilbert, tek bir insancığa, kendi başına bütün kutsal, bilinmez, ebedi sırların hepsinin yayıldığı bir pınar, bir kaynak ve bir cevher olduğunu söylemek, bütün bu sorumluluğu üstüne yüklemek, kırılgan insan ruhu üzerinde biraz fazla bir yük olduğunu belirterek “Bu yaklaşım insan benliğini tümüyle bozup eğreltiyor ve karşılanamayacak yüksek beklentilerin oluşmasına yol açıyor. Sanıyorum bu baskı sanatçılarımızı beş yüz yıldır öldürüyor” dedi.

TED Konuşması - Deha Üzerine
TED konuşmaları serisinde yazarların kendi yazma sürecindeki tecrübelerini, hissedişlerini ve çıkmazlarını anlattıkları konuşmaları çok seviyorum. Bu konuşmalarda bazen kendimizden bir parça, bazen de deneyimlemediğimiz durumların perde arkasını öğrenme fırsatı buluyoruz. Ye, Sev Dua Et kitabının yazarı Elizabeth Gilbert’ın TED Konuşması da bunlardan biri. Elizabeth Gilbert, kendi yazım sürecini anlatırken yazar olma aşamasında karşılaştığı klişe durumları ve bunları nasıl aştığını, yazarlık ile ilgili kalıplaşmış düşüncelerin - yazarların eser meydana getirebilmesi için ızdırap çekme zorunluluğu - yersiz olduğunu kendisine nasıl ispatladığın anlatıyor. Bu keyifli konuşmadan bazı alıntıları aşağıda okuyabilir, konuşmanın tamamını yazının sonundaki videodan izleyebilirsiniz.

Çok satan bir yazar olmanın sancıları
Ben bir yazarım. Kitap yazmak benim mesleğim, ama tabii benim için meslekten öte. Aynı zamanda hayatımın aşkı ve tutkusu. Ve bunun değişeceğini hiç sanmıyorum. Öte yandan, son zamanlarda, hayatımı ve kariyerimi etkileyen tuhaf bir şey başıma geldi. Bu tuhaf şey, bu meslekle olan ilişkimi yeniden düzenlememe yol açtı. Tuhaf şey şuydu: Kısa zaman önce "Yaz, Dua Et, Sev" isimli anı kitabımı yazdım; ama bu kitap, öncekilerin tam aksine, dünyada duyuldu, ve bir sebeple, büyük, mega-sansasyonel, uluslararası "bestseller" dedikleri bir şey oluverdi. Bunun bir sonucu olarak da, şimdi nereye gitsem, bana bahtsız muamelesi yapıyorlar. Cidden - bahtsız, bahtsız! Gelip, "Korkmuyor musun?" diyorlar, "Bundan daha iyisini yapamamaktan korkmuyor musun? Hayatın boyunca yazmaya devam etsen de, kimsenin bundan sonra yazacaklarının suratına bakmayacağından korkmuyor musun?" "Ha? Suratına bile bakmayacaklarından?"

Yaratıcı meslekler neden bu kadar korkunç?
Yirmi sene öncesinde, daha gençken, etrafımdakilere yazar olacağımı söylediğimde de aynı, böyle korku dolu tepkileri aldığımı hatırlamasam, kendimi şimdi daha da kötü hissederdim. Daha neler diyorlardı: "Asla başarılı olamamaktan korkmuyor musun? Reddedilmenin utancından ölmez misin? Hayatını bu zanaate adayıp da uğraşıp didindikten sonra hiç bir sonucun çıkmamasından, kayıp hayallerinin çöplüğünde, ağzında başarısızlığın acı külleriyle ölmekten korkmaz mısın?" İşte böyle diyorlardı.
Bütün bu soruların kısa cevabı: "Evet." Evet, bunların hepsinden korkuyorum. Hayatım boyunca da korktum. Hatta, tahmin bile edemedikleri bir sürü başka şeyden de korkuyorum. Mesela yosundan korkuyorum, diğer dehşet şeylerden de. Ama iş yazarlığa gelince, son zamanlarda düşünüp merak etmeye başladığım bir şey var: Neden, yani neden? Bu dünyaya yapmaya geldiğimiz işi yapmaktan korkmamız mı gerekiyor? Demek istediğim, yaratıcı mesleklerin nesi bu kadar korkunç ki, diğer kariyerleri kimse dert etmiyor da, bu mesleklere gelince karşımızdakinin ruh sağlığı için endişe ediyoruz? Mesela babam kimya mühendisiydi. Kırk yıl boyunca kimya mühendisliği yaptı ama kimse kimya mühendisliği yapmaktan korkup korkmadığını sormadı. Yani “Şu bahtsız kimya mühendisi John'un hali nasıl, iyi mi acaba?” Yani hiç karşılaşmadım. Kimya mühendislerinin hakkını vermek gerek tabii, yüzyıllar boyunca adlarını "alkolik manik-depresife" çıkarmadılar.

Eser meydana getirmek için yazarın ruhsal bozukluğu olmalı mı?
Öte yandan, biz yazarların böyle kötü bir ünü var. Üstelik sadece yazarlar da değil, her türden yaratıcı işle uğraşanların hepsinin ciddi ruhsal bozukluğa sahip olmaları bekleniyor. Sadece 20. yüzyılda genç yaşta canına kıyan, gerçekten çok görkemli yaratıcı zihinlerin sayısına baksanız bile bu kötü üne hak verirsiniz. Kendini öldürmeyenler bile, aslında kendi yetenekleri yüzünden ecellerine ulaşmışlar. Norman Mailer, ölmeden hemen önce yapılan son röportajında "Kitaplarımın her biri beni biraz daha öldürdü." demiş. İnsanın hayatının işi için bunu demesi olağandışı. Ama bunu duyunca gözümüzü bile kırpmıyoruz, çünkü bu tür cümleleri çok işittik, ve bir şekilde yaratıcılık ve çile çekmenin, tabiatları gereği birbirleriyle bağlantılı olduğunu, dolayısıyla sanatsal faaliyetin, nihayetinde, hep ızdıraba dönüşmesi gerektiğini içselleştirdik ve kabul ettik.
Şimdi hepinize sormak istediğim soru şu: Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Bunu böyle kabullenebilir misiniz? Çünkü bir adım bile geri çekilip bakınca, nasıl desem - ben bunu kabullenemiyorum. Tiksindirici buluyorum. Ayrıca tehlikeli olduğunu düşünüyorum ve sonraki yüzyıla aktarılmasını istemiyorum. Yaratıcı beyinleri hayatta tutmanın daha iyi olduğunu düşünüyorum.

Başarıyla başedebilme
Kendi hesabıma şunu diyebilirim: böyle karanlık düşüncelere kapılıp aşağılara çekilmemin - hele hele kariyerim içinde bulunduğu bu özel durumda - benim için çok tehlikeli olduğunu biliyorum. Bakın şöyle ifade edeyim, Oldukça genç sayılırım; daha kırk yaşındayım. Önümde belki de kırk yıllık daha çalışma hayatı var. Bugünden sonra ne yazarsam yazayım, çok büyük ihtimalle bütün bir dünya "son büyük başarısının ardından gelen çalışma" deyip geçecek. Hepimiz burada arkadaş sayılırız; onun için söyleyip geçeceğim: öyle sanıyorum ki benim en büyük başarım arkamda kaldı. Aman Yarabbi, ne korkunç! Bu tür düşünceler insanı sabah saat dokuzda cin tonik içmeye başlatabilir; ben de o yöne doğru gitmek istemiyorum. Çok sevdiğim işimi yapmayı tercih ederim.

Eserlerimle aramda ruhsal bir mesafe var!
Peki bu nasıl mümkün? Bunun üzerine çok düşündüm ve şu kanıya vardım: bundan sonra çalışabilmek, yazmaya devam edebilmek için, ruh sağlığımı koruyacak bir tür düzenek geliştirmeliyim. Bundan böyle, yazarlığa devam edebilmek için, kendimle, kitaplarıma halkın vereceği tepkiye dair endişem arasına güvenli bir mesafe koymalıyım. Geçen sene boyunca, böyle bir bakış açısı ararken, biraz değişik çağlara ve değişik toplumlara bakıp, yaratıcı insanlara yardımcı olacak, yaratıcılığın doğasındaki duygusal riskleri idare etmelerini sağlayacak, bizimkilerden daha iyi ve daha aklıselim görüşler aradım.
Aradıkça, kendimi antik Yunan ve antik Roma'da buldum. Beni izlemeye devam edin, çünkü dönüp dolaşıp başa döneceğim. Antik Yunan ve antik Roma'ya dönersek, o zamanlarda insanlar yaratıcılığın insanın kendinden kaynaklandığına inanmıyorlardı. Yaratıcılığın, insana refakat eden kutsal bir ruh olup, insanlara, meçhul ve uzak bir kaynaktan, anlaşılmaz sebeplerle geldiğine inanıyorlardı. Yunanlılar, yaratıcılığı sağlayan bu refakatçi kutsal ruhlara "demon" diyorlardı. Sokrat, kendine gaipten bilgelik anlatan bir demonu olduğuna inanmasıyla ünlüdür. Romalılar da aynı düşüncedeydiler, ama onlar bu vücutsuz yaratıcı ruhlara "genius" ("deha") adını vermişlerdi. Bunu öğrenince çok hoşuma gitti; çünkü Romalılar, "dehanın" zeki bir birey anlamına geldiğini düşünmüyorlardı. "Dehanın," böyle büyülü bir varlık olduğuna, sanatçıların stüdyolarının duvarlarında yaşadığına - şu ev cini Dobby gibi - bazen de ortaya çıkıp böyle gizlice sanatçıya eserinde yardımcı olduğuna, esere biçim verdiğine inanıyorlardı.
İşte budur! Aradığım o "ruhsal mesafeyi" bulmuştum, eserimin sonuçlarından kendimi koruyacak düzenek buydu. Üstelik herkes de bu işin böyle işlediğini biliyordu. Böylece antik çağdaki sanatçı, çeşitli sorunlardan korunuyordu: Mesela, kendini beğenmişlik. Eserin görkemli de olsa, itibarı tümüyle sana ait değildi, herkes bu vücutsuz "dehanın" sana yardımcı olduğunu bilirdi. Berbat bir eser çıkarsan da, bu sefer bütün hata sende değildi, senin "dehan" tembellik yapmış, Hay Allah. Batı'da insanlar yaratıcılığa gerçekten çok uzun bir süre böyle baktılar.

Yazara dahi demek onu öldürüyor!
Sonra Rönesans geldi ve her şey değişti, yeni bir fikir ortaya atıldı, dendi ki: bireyi, evrenin ortasına, bütün tanrıların ve bilinmezliklerin üstüne yerleştirelim. Artık, kutsal emirler alan mitolojik yaratıklara yer yok. Bu, akılcı hümanizmi başlattı ve insanlar yaratıcılığın kişinin tümüyle kendisinden geldiğine inanmaya başladılar. Tarih boyunca ilk defa, şu veya bu sanatçıya "dehanın gelmiş olması" yerine, doğrudan kendisinin "dahi" olduğunu duymaya başladık.
Fikrimi sorarsanız, bunun büyük bir hata olduğunu düşünüyorum. Yani tutup da, bir kişiye, tek bir insancığa, kendi başına bütün kutsal, bilinmez, ebedi sırların hepsinin yayıldığı bir pınar, bir kaynak ve bir cevher olduğunu söylemek, bütün bu sorumluluğu üstüne yüklemek, zaten kırılgan insan ruhu üzerinde biraz fazla bir yük. Gidip de birine "sen güneşi yut" demek gibi. İnsan benliğini tümüyle bozup eğreltiyor ve karşılanamayacak yüksek beklentilerin oluşmasına yol açıyor. Sanıyorum, bunun baskısı, sanatçılarımızı beş yüz yıldır öldürüyor.

Devamını Oku

12 Nisan 2013 Cuma

Yazar Burhan Günel, yaratıcı yazarlık kurslarının yaratıcılık eylemini yozlaştırdığını belirterek yazınsal yaratıcılık eyleminin basit, sıradan, ilkel “yazma eylemi” düzeysizliğine indirgediğini vurguluyor.

Yaratıcı yazarlık ve günümüz Türk öyküsü
Umberto Eco ve Orhan Pamuk rüzgârı eserken edebiyata, yaratıcı yazarlığa ve öykücülüğe ilişkin eleştirel bir bakış açısıyla kaleme alınmış bir makaleyi gündeme almak istedim. Geçtiğimiz yıl hayata veda eden yazar Burhan Günel’in 2006 yılında kaleme aldığı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi’nde yayımlanan “Yaratıcı Yazarlık ve Günümüz Türk Öyküsü” başlıklı makalesi yaratıcılık, yazarlık ve yaratıcı yazma eyleminin ne olduğuna dair ilginç göndermeler ve eleştiriler barındırıyor. Makalenin tamamını yazının sonunda yer alan yönlendirici bağlantıdan okuyabilirsiniz. Yazar Burhan Günel’in makalesinden bazı alıntılar ise şöyle.

Kendisini dile getiren başkaların da anlatmış olur
İlk insanlardan bu yana süregelen “yaratma eylemi” sonucunda ortaya çıkan sanat eserlerinin, nesnel dünyanın hem içinde hem de dışında olduğu söylenebilir. Sanatçı, doğanın değiştirilmesi ve insani çevrenin oluşturulması için yaratıcı çabalarını sürdürürken, kendisinin de doğa’nın özgün bir parçası olduğunu kavrar.
Kendisini kavraması, başkalarının da biricik olduğunu kavramasına neden olur; dolayısıyla, kendisini ve çevresini dile getirirken başkalarını da anlatmış, yorumlamış olur; böylelikle toplumsallaşır. Bu süreç, “çalışan insan”dan “yaratan insan”a geçişi sağlamıştır. Aydınlanma Devrimi ile doruğa ulaşan yaratıcılık, 1980’den sonra tüm dünyaya dayatılan Küreselleşme ile engellenmeye başlamıştır.

Postmodernizm yaratıcılığın önünü kesiyor
Bireyi, yaratıcılığı ve bireyin toplumsallaşmasını yok etmek için, politik yaklaşımlara koşut olarak pazarlanan “postmodernizm”, hem yaşama hem de yaratma alanlarında insanın özgürleşmesini, topluma öncülük etmesini, gerçek sanat yapıtları ortaya koymasını önlemek ve popülerliği egemen kılmak için yaratıcılığın önünü kesmiştir.

Edebiyatın içeriği boşaltıldı
Bu olumsuz gidişten en çok etkilenen yaratma alanlarından biri de edebiyat olmuştur. Özellikle “yaratıcı yazarlık kursları” adı altında, yazınsal “yaratıcılık eylemi” yozlaştırılmış, basit, sıradan, ilkel “yazma eylemi” düzeysizliğine indirgenmiştir. Bu süreç, emperyalizm tarafından bilinçle ve belli bir program içinde işletilirken, yaşamımız gibi edebiyatın içeriği de boşaltılmış, dil bozulmuş, düzeysiz ilişkiler, pornografi düzeyine çekilen cinsellik, yatak odası ilişkileri edebiyatın temel malzemesi olmuştur.

Öykü sıradanlaştırıldı
Bu tersine gelişmeden, edebiyatımızın içinde en çok roman ve öykü yara almıştır. Özellikle öykü, sıradanlaştırılmıştır. 1950-60’larda doruğa tırmanan ve gelişmesini 1980’e kadar sürdürerek klasiklerimiz arasında yerini alan Türk Öyküsü, şimdilerde dibe vurmuş bulunmaktadır ama, kendi diriliş gerekçelerini de içinde barındırmaktadır. Yaşam düzeyimiz ve onu belirleyen ilişkilerimiz gibi, edebiyatımız ve onun içinde öykümüz de yakında
yeniden ayağa kalkacaktır.

Temel amaç yazmak ve yazılanların satılması
Yaratıcı yazarlık kitaplarında yaratıcı yazarlığın gerektirdiği donanımdan, yazarın içinde bulunduğu toplumdan, toplum-yazar etkileşiminden dolaylı da olsa pek söz edilmez. Temel amaç, bir şeyler yazılması ve yazılanların satılmasıdır. Böyle olunca, “yaratıcı yazarlık”tan söz etmek, yaratıcılığın nasıl bir eylem olduğunu irdelemek gibi eğilimler de görülmez. Yaşam sıradanlaştırılırken, yaratıcılık da ölümsüzlüğü aramaktan vazgeçmiş, gündelik yaşamla yetinmek zorunda kalmıştır.

Teknik öğrenenler yazar olmuşlar
Yaratıcı yazarlık kurslarında “teknik” yöntemler “öğrenen”ler artık “yazar” olmuşlardır, hattâ diploma yerine geçen başarı belgeleri de vardır ellerinde. Ancak, bazılarını tanıdığım bu “yazar”ların çoğunun, henüz de, da, ki sözcüklerini bile yerli yerinde kullanamadıklarını, çok yalın, sıradan tümceleri bile kurmakta zorlandıklarını biliyorum.

Son dönem öykücüleri kirlenmeye kaygısızca bakmakta
Bilgisizlik ve birikimsizlik, dünya görüşü çarpıklığı ya da dünya görüşünden yoksun olmakla birleşince yazarın başı ilerde çok ağrıyacaktır ve bir anda, ne olduğunu anlayamadan kendisinin de, öyküsünün de tükenişine tanık olacaktır. Çünkü, son dönem öykücülerinin çoğu insanlığın yaşadığı kirlenmeye kaygısızca bakmakta, karşı tavır geliştirmekten uzak durmaktadır.

Yazar kendini dar dünyasına kapattı
Günümüz öykücüsünün (ama özellikle çok satar romanların yazarının) bir gerçekliği de sokağa ve insan içine çıkamamasıdır. Çünkü, 1980 sonrasında öykü de öykücü de toplumdan kopmuş bulunmaktadır. Öykü, günümüzün mutsuz (ve kimilerince çaresiz) bireyinin içine kapatıldı.
Sokaklar kimliksiz, kişiliksiz, insan olma bilincini (bile) yitirme sürecinde sürüklenen sözüm ona bireyin, sıkıldıkça çıktığı anlamsız alanlar görünümünde. Günümüz öyküsüne girebilen sokak da bu durumda genel olarak. Çünkü yazar kendini özel ve dar dünyasına kapattı. Öyküyü de (romanı da) peşinden sürükledi. Yatak odası, (eğer yazarın okuma alışkanlığı ve/ya da gereksinmesi varsa!) kitaplık, bilgisayar masası, mutfak, banyo, tuvalet: dört duvar, kilitli kapılar, perdeleri kapatılmış pencereler...
Yaratıcı Yazarlık ve Günümüz Türk Öyküsü makalesinin tamamı.
Devamını Oku

11 Nisan 2013 Perşembe

Yazmak için entelektüel olmak gerekmez!

Son yılların edebiyat okuyucusu tarafından kabul gören yazarlarından İhsan Oktay Anar Türkiye’de yazarlığın gereğinden fazla önemsendiğini ve yazmak için entelektüel olmak gerekmediğini söylüyor.

Yazarlık nedir ve yaratıcı yazarlık, roman yazarlığı nedir?
Arşivi karıştırmak her zaman keyif vermiştir bana. Sanki gizli bir hazine avı gibidir, ne zaman karşınıza ne çıkacağı bilinmez. Yine böyle anlardan birinde “E” dergisinde Adnan Özer’in İhsan Oktay Anar ile 2000 yılında yaptığı bir söyleşiye rastladım. Röportajda İhsan Oktay Anar, yazarlık kavramının her şey de olduğu gibi gereğinden fazla önemsendiğini vurgulamış ve sözünü “Yazmak için entelektüel olmak gerekmez” diyerek tamamlamış. Belki de o yıllarda çok eski bir tartışmanın yeniden gündeme gelmesini sağlamış. İhsan Oktay Anar bu sözünü bakın hangi gerekçelere dayandırmış.

Homeros entelektüel değildi!
Entelektüel sözcüğü, ilk kez 1898’de Emile Zola’nın kullandığı bir tabirdir. Entelektüellerin tarihi çok eski değildir. Homeros entelektüel değildir. Cervantes her ne kadar edebiyatla alakası olsa bile entelektüel değildir. İngilizlerin bizim Homeros’umuz diye övündükleri Geofrey Chaucer bir entelektüel değildir. Entelektüel sözcüğünü başka anlamlarda da kullanabiliriz, yani çalışmak ve hayatını kazanmak için zihnini kullanmak zorunda olan kişi.

Aydın ve entelektüel kavramları farklı anlamlar taşır
Fakat aydın bundan bambaşka bir anlam taşır. Bildikleriyle, eleştirel tavrıyla aydınlanmış kişidir. Bu iki kavramı birbirinden ayırmak gerekir. Yani zihin emeği ile çalışan entelektüellerle, aydınlanmış ve belli şeylere, topluma müdahale etmek durumunda, sorumluluğunda olan kişileri ayıralım. Örneğin, avukatlar, doktorlar da entelektüeldir. Aydın olmak kolay sayılabilir ama entelektüel olmak zordur. Mesela George Pulitzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ni okursanız aydın sayılabilirsiniz, fakat nükleer fizikçi olmak istiyorsanız, bu aydın olmaktan çok daha zordur.

Sanatçının entelektüel olması gerekmez
Mimariden örnekler verebiliriz. Mesela, İstanbul’da saraylar inşa eden Balyan ailesi de entelektüel değildi. Yazmak için de entelektüel olmak gerekmez.
     
Benim asıl kimliğim yazarlık değildir
Yarın belki bütün elyazmaları, notları, kütüphanemi terkederek ortalama bir kemancı olmaya çalışırım. Fakat kemana da bağlı kalamam. Yani bir insanın kendini yazar, öğrenci, genel müdür kimliği içine sıkıştırmasını ve bununla kıvanç duymasını anlayamıyorum. Dünya o kadar büyük ve seçenekleri o kadar fazla ki keman çalmak bize zevk veriyorsa niye yazar olarak kalalım, bu dünyaya eğlenmeye geldik.
Devamını Oku
BlogOkulu Gadgets