25 Haziran 2013 Salı

260 saat yazarlık eğitimi!

Kemerburgaz Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi tarafından organize edilen Yaratıcı Yazarlık Eğitimi kapsamlı eğitim almak isteyenlere ve gerek iş hayatında gerekse özel hayatında yazarak konuşan bir neslin tüm ihtiyaçlarına cevap veriyor.

Sürekli Eğitim Merkezi 260 saat yazarlık eğitimi
Kemerburgaz Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi Yaratıcı Yazarlık Eğitimi Meral Kumral yönetiminde ülkemizdeki en kapsamlı yaratıcı yazarlık eğitimine imza atıyor. 4 kur olarak planlanan yaratıcı yazarlık eğitimi toplam 260 saatten oluşuyor. Teknolojik - teknik yazarlıktan edebi yazarlığa, yazma yolculuğunda metin analizlerine kadar pek çok konuda doyurucu ve kapsamlı bir eğitim programına sahip yaratıcı yazarlık eğitiminin tanıtımının yapıldığı sayfada şu açıklamaya yer veriliyor.

Sağırlar diyaloğuna son verin
Günümüzde artık, gerek özel gerekse iş hayatında, kendimizi, derdimizi anlatabilmek için zorunlu olmadıkça bir araya gelmiyor; teknolojinin de dayatmasıyla adına “tekil sosyalleşme” diyebileceğimiz klavyeler aracılığıyla görüşüp adeta yazarak konuşuyoruz. Kendimize ait düşüncelerimizi duygularımızı, yaratıcılıktan uzak ve tekrardan oluşan alıntı kopyalarla, “sabun köpüğü” gibi uçucu kalıp sözlerle dile getiriyoruz. Kısacası bir “sağırlar diyaloğu ” sürüp gidiyor aramızda…

Yaratıcı Yazarlık Eğitmeni
İçinizdeki cevheri kelimelerle ortaya çıkarın!
Edebi değerler ve kalemler, yol gösterici aramaz. Kendi ışığıyla parlayarak ortaya çıkar… Yani “Su akar yolunu bulur”. Ancak bazı yeraltı kaynakları ve cevherleri ortaya çıkarmak için “yol açmak” gerekir…
Bir insanın kendisi olabilmesi ve içindeki cevheri bulup ortaya çıkarabilmesi, ancak “kelimelerle” mümkündür. Bir başka deyişle; zihninizde kelimeleriniz yoksa düşünceniz de yoktur… O halde:
Kapatın ışıkları!
Çekilin bir köşeye!
Elinize bir kalem alın ve zihninizin derinliklerindeki ‘kelimelere’ yol verin!
İşte!
Yazmaya başladınız bile…

Yaratıcı Yazarlık Eğitimi'nin içeriği
1. Kur
Başlangıç – Temel Düzey


YARATICILIK NEDİR?
  • Yaratıcılığın doğası
  • Yaratıcı süreç nasıl oluşur?
  • Yaratıcılığın sınırları
  • İmgelem ve biçim
DİL İŞÇİLİĞİ YAZARLIK
  • Dilbilim açısından Türkçe
  • Yazar kimdir?
  • Taklit ve özgünlük
  • Bakış açısı ve mesaj
  • Konu nedir? Anafikir nedir?
  • Sözcüklerin gücü ve etkisi
  • Dilde özenti - Anlatımda kısırlık
  • “Dışı kalaylı içi alaylı” - Anlatımda incelik
  • İpin ucu kaçtı - Anlatımda tutarlılık
BİR FİKRİM VAR
  • Akıl fikir sahibi olmak
  • Anlam ve fikir
  • Düşünce ve sözcük bulma
  • Kavram oluşturma – soyut düşünme ve kavram
  • Konsantrasyon ve bilgi
  • Beyin fırtınası ve doğaçlama kurgu
İLHAM NEDİR? GELİR Mİ?
  • Zihinde tasarlamak - kağıda dökmek
  • Dile getirmek - söze dönüştürmek
  • Düşünce ve duygu cümlelerini belirlemek
YAZMA PLANI OLUŞTURMAK
  • Tasarlamak plan yapmak
  • Konu bulmak- ilk cümleyi yazmak
  • Yazıya başlık koymak
  • Taslak oluşturma- yeniden yazma (temize çekme)
  • Kurgulama ve içerik
  • Giriş-gelişme-sonuç ve nedenleme
  • Başlama ve bitirme bir sorun mudur?
  • Konudan sapmak- ayrıntıda boğulmak
  • Paragraf oluşturma ve örnekleme
  • Hayalgücünden yararlanmak
  • Tasvir etmek- betimlemek
  • Öyküleştirme
YAZIM KURALLARI
  • Türkçe'nin söyleniş (telaffuz) özellikleri
  • Yeni imla kuralları
  • Noktalama işaretleri
  • “Biz ayrılamayız” - Ayrı yazılan ekler ve bağlaçlar
  • Sözcüklerin yazım kuralları
  • Türkçe'leri varken- Yabancı kökenli sözcüklerin yazımı
  • Sık yapılan sözcük ve cümle yanlışları
  • Yazımda ses ve hece düşmeleri
  • Sert ünsüzle biten sözcüklerin ek alması
  • Cümle düşüklükleri
  • Eksiklik, bulanıklık, fazlalık
  • Mantık hataları
  • Sıralama yanlışlığı
2. Kur
Gelişmiş - Orta Düzey


TEKNOLOJİK - TEKNİK-YAZARLIK
  • Not almak, not tutmak - Özet çıkarmak
  • Ödev ve rapor hazırlamanın incelikleri
  • Akademik yazarlık - Bilim dili, terim bilgisi
  • Teorik anlatım ve alıntı kullanma
  • Bürokratik yazarlık
  • Arz ve talep meselesi
  • Yazımda resmi kurallar
  • Rapor etme ve yazma
  • Dilekçe nasıl yazılır?
  • Sosyal medya ve yazarlık
  • Günlükten blog yazarlığına
  • Mektuptan mail'e - E-posta yazmanın incelikleri
  • Özlü sözlerden aforizmalara- Alıntı mı çalıntı mı?
  • Konuşma ve yazı dilinin farkları - Yazarak konuşmak
  • Radyo, televizyon ve medyada sık yapılan yazım yanlışları
  • Teknolojinin yazı dilindeki yanlışlara etkisi
3. Kur
İleri Düzey


YAZMA YOLCULUĞU (Uygulamalı Bölüm)
  • Okumadan yazmak mümkün mü?
  • 'Okuryazar' değil 'yazarokur' olmak
  • "Yazarım, yazarsın, yazar" - 1. 2.ve 3. tekil şahısların yazarlığı
  • Nesnel ve öznel dil- Öncesi ve sonrası
  • Yazıda 'ben' dili 'sen' dili
  • Tekrara düşmek - döne döne anlatmak
  • Devrik anlatım - Dolaylı ve dolaysız anlatım
  • Lirik dil - Masalsı anlatım
  • Karşılıklı konuşma, diyalog oluşturma - İç konuşma
  • Yazıda atasözleri, deyim ve özdeyişlerden (vecize) yararlanmak
KİM BU METİN?
  • Amaca yönelik metin yazarlığı
  • Düzeltme ve redaksiyon nedir?
  • Editör ne iş yapar?
  • Bir metnin redaksiyonu nasıl yapılır?
  • Reklam metin yazarlığı
4. Kur
Yetkinlik Düzeyi
EDEBİ ŞEYLER
  • Edebi akımlar ve kuramları
  • Türlerine göre yazım kuralları
  • Edebi dil nedir?
  • Edebi metinlerde kurgu
  • Üslup oluşturma ve dil
  • Öykü ve roman yazmanın kuralları
  • Olay örgüsü
  • Bir karakter yaratmak
  • Üç birlik kuralı
  • Yer- mekan- zaman
  • İçe bakış ve çözümleme
  • Anlatıcı kimdir?- Anlatma ve gösterme
  • Anlatımda zaman kullanımı (geçmişle gelecek)
  • Anlatımda zoru başarmak: Basit anlatmak
  • “Herkes şair”- Edebi değer açısından şiir nedir?
  • İyi ve kötü şiir örnekleri
  • Fıkra, deneme ve anı yazmak
  • Gazete yazarlığı ve haber dili
  • Köşe yazarlığı- Makale yazmak
  • Söyleşi ve röportaj yapmak
  • Gezi ve hitabet üzerine yazmak
  • “Dramatik Yazarlık” nedir?
  • Oyun ve senaryo yazmanın incelikleri
  • Edebiyat ve eleştiri
  • Çeviri dili ve Türkçe
Daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Devamını Oku

24 Haziran 2013 Pazartesi

Yaratıcı yazarlık alıştırmaları

Yazar olmakla ilgileniyorsanız bu yazıdan epeyce yararlanacaksınız. Pensilvanya Üniversitesi’nin hazırladığı yaratıcı yazarlık alıştırmalarıyla yazarlık becerilerinizi geliştirebilirsiniz. Performans egzersizleri, iyi öykü, roman ya da şiir yazmayı sağlamaz. Geniş bir teknik yelpazesinde kişinin daha becerikli olmasına yardım eder.

Pensilvanya Üniversitesi yaratıcı yazarlık alıştırmaları
Yazarlığın ilk kuralı düzenli olarak yazmaktır. Bunu yapmak için de her gün bir yere oturup belirli bir zaman dilimi boyunca yazmanız gerekir. Eh, bu süre ne kadar uzunsa o kadar iyi olur. Ama hepimizin de günlük hayatta yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımız, yükümlülüklerimiz var. O zaman, ne yazacağınıza bakmadan, günde en az yirmi dakikanızı tamamen yazıya adamanız lazım. Pek çok yazar bunun için günün erken saatlerini tercih eder; zihinleri günlük işlerin hayhuyu ile bulanıklaşmadan önce yazmaya koyulurlar. Ama gece kuşu olarak ün salmış yazarlar da yok değildir. Marcel Proust örneğin çalışmaya gece yarısı başlardı.

Defter tutmak
Her gün yazmaya ayırdığımız bu yirmi dakikada çoğumuz aslında ne yazacağımızı bilmeyiz. İlk seferinde belki aklımıza iyi bir şiir fikri gelebilir ya da şarkı sözü olabilecek birkaç satır karalayabiliriz; belki de bir senaryonun ya da bir kısa öykünün parçası olabileceğini düşündüğümüz bir iki cümlelik karşılıklı bir konuşma yazarız. Ama ertesi gün ya da üçüncü dördüncü gün cephanemiz tükenir. O zaman ne yapacağız? Defter tutmak işte burada devreye girecek.
Bir eşya olarak defteriniz, yazı yazmaya elverişli bulduğunuz herhangi bir şey olabilir. Hangisi size uyuyorsa; bir not defteri, kâğıt parçası, ajanda, klasör, notebook sayfası… cebinize, çantanıza sığacak herhangi bir şey. Maksat her gün yazmanız ve defterinizi yanınızda taşımanız, elinizin altında bulundurmanız. Defterinizi temel olarak iki şekilde kullanırsınız: birincisi, her gün yazacağınız bir yer olarak ikincisi de etrafınızda olup biten bir şeyler aklınıza takıldıkça, gözünüze iliştikçe (düşünceler, fikirler, imgeler, tasvirler, cümleler) bunları kaydedebileceğiniz bir yer olarak. Böylece daha sonraki yazı projelerinizde kaynak kitap olarak kullanabileceğiniz hazır bir referansınız olur.
Yalnız şunu unutmayın ki, defter tutmaktan kasıt günlük tutmak değildir. Günlüğün okuru kişinin “kendisidir” oysa biz umuma açık bir yazı eyleminden söz ediyoruz. Tuttuğumuz defteri yayımlamak gibi bir niyetimiz olmayabilir ama bu deftere koyduğumuz malzeme, bizim dışımızda birilerinin okuması için olmalıdır.

Okur
Genç yazarlar bazen şu iki hatadan birini yaparlar: Ya herkes için yazdıkları yanılgısına kapılırlar ya da sadece kendileri için yazdıklarını varsayarlar.
Peki kim için yazacağınızı nasıl bileceksiniz? Duyduğu bir olayı, hikâyeyi aktaran biri ne yapıyorsa, yazar da aynısını yapar. Birisi size iyi bir hikâye anlatır siz de ona kendi bildiğiniz bir şeyi anlatmak istersiniz; iletişim sürecine katılmak için, sosyalleşmek için, sohbetin bir parçası olmak için. Yani Graham Green’in dedektif hikâyelerini okumaktan hoşlanıyorsanız siz de muhtemelen onun seslendiği okura sesleneceksiniz demektir. O hikâyelerin okurlarından biri olduğunuz bilgisiyle başlayabilirsiniz.
Tek bir kişiyi (gerçek bir kişi) düşünerek de yazmak mümkündür. Okurunuz birden fazla kişi de olsa siz belirli birini aklınızda tutarak yazabilirsiniz; bir cümleyi, bir imgeyi, bir tasviri, acaba o bunu anlar mıydı, beğenir miydi, yeterince ilgisini çeker miydi sorularına karşılık arayarak yazabilirsiniz. Yazarken insanın zihninin bir kenarında böyle gerçek bir kişiyi tutması sürece gerçekten de çok katkıda bulunabilir ama bu kişinin duygudaşlık kurduğunuz biri olması çok önemlidir. Duygudaşınız olmayan birini memnun etmek için yazmaya kalkışırsanız kendinizi, kendi özgün sesinizi, dilinizi yitirdiğiniz bir cehennemin kapısında buluverirsiniz.

Kısa hikâye nedir?
Ne zaman biri bunun tanımını yapsa iyi bir yazar çıkar ve o teori de çöpe atılır. Kısa hikâye ilgili kesin olan bir şey varsa o da kısa olduğu ve düzyazı olarak kaleme alındığıdır. Yine de bazı genel özelliklerden söz edilebilir.

Kısa hikâyelerde;
  1. bir anlatıcı vardır, hikâyeyi anlatan biri
  2. en az bir karakter vardır
  3. bir olay meydana gelir (ya da belki bir olay son bulur)
  4. bir yer vardır; olayın geçtiği mekân
  5. ya biri bir şey öğrenir ya da bir şey öğrenmekte başarısız olur (başkaları)
Bu beş niteliği aklımızda tutarak hikâye anlatma tekniğimizi bileyip parlatacak sonsuz sayıda alıştırma yapabiliriz.

Anlatıcı
Yirmi yıl önce anlatıcı, başarılı yazarlığa açılan “doğru kapı” idi. Genç yazarlara kendi seslerini geliştirmek için yazmaları gerektiği söylenirdi. Bunu yapmanın yolu da mümkün olduğu kadar çok yazmak (ve okumak), yazdıklarını okutacak birilerini bulup yorumlatmaktı, ta ki sesiniz özgünce kendini ortaya koyana dek. Bu teoriyi destekleyen kanıt başarılı yazarların çalışmaları. Bir Hemingway hikâyesi okuduğunuzda ayırt edici üslubundan, sesinden onu tanırsınız. Faulkner bu düşüncenin daha da su götürmez bir kanıtıdır. Yakın geçmişte epeyce yazar birden fazla anlatıcı sesiyle yazabildiğini gösterince bir yazarın kendi sesini bulması gerekliliği ikincil bir mesele haline geldi.
Yine de, herhangi birine aitmiş gibi görünebilecek bir ses ya da yavan ve sıkıcı veya klişelerle hemhal bir anlatıcı okurun dikkatini çekmekte ve tutmakta başarısız olacaktır.
NOT: İlk zamanlarında yazarların sevdikleri başka yazarları taklit etmelerine oldukça sık rastlanır. Farkında olmasak bile okumaktan zevk aldığımız yazarlar gibi yazıyor olabiliriz.

Yaratıcı Yazarlık Alıştırmaları
  1. Sevdiğiniz bir romandan ya da kısa hikâyeden nispeten uzun bir pasaj alıp bunu taklit ederek yazın. Cümle yapısını ve sözdizimini kelime kelime takip edin. Bu alıştırmayı, olabildiğince çok sayıda yazarla tekrarlayın. Her yaptığınızda en az 250 kelime yazmalısınız.
  2. İçinde yirmi kadar öykünün bulunduğu bir antoloji edinin ve her hikâyenin ilk sayfasını taklitle yazın.
  3. Önemli bir tarihi dönemde yaşamış sevdiğiniz bir yazarın bir kısa hikâyesini baştan sona taklit ederek yazın (Not: Konuları farklılaştırabilir, kahramanın cinsiyetini değiştirebilir ya da bu tür değişiklikler yapabilirsiniz.)
  4. Bir kısa hikâyenin ilk 250 kelimesini yazın. Ama bu kelimeleri TEK BİR CÜMLE olarak yazın. Gramer ve imla bakımından düzgün bir cümle olsun. Bu alıştırma cümle yazma becerinizi geliştirmeye yöneliktir.
  5. İki kişi arasında geçen dramatik bir sahne yazın. Her ikisinin de bir sırrı olsun ve birbirlerine söylemesinler. OKURA DA söylemek yok.
  6. Sizinkinden farklı yerel bir lehçe kullanarak bir tasvir pasajı yazın. Kahvede, sokakta, lokantada, kuyrukta, otobüste, berberde ve halka açık başka yerlerde farklı aksanla konuşan insanları dinleyin. Bu dilsel çeşniyi sayfalarınızda kullanın.
  7. Cümle ve paragrafların yapısıyla oynayın: sevdiğiniz bir tasvir pasajı bulun, yayımlanmış bir şeyden bir paragraf ya da iki üç paragraf olsun. Bütün cümleleri elden geçirin. Parçayı basit cümlelerle yazın (hiç bağlaç, ek kullanmadan); parçayı karmaşık, girift cümlelerle yazın; parçayı değişik cümle yapılarıyla yazın. Cümle yapısıyla oynayacak ne kadar çok yol bulursanız cümle yapısının, akıcılığı yaratmakta, ritmi değiştirmekte, tat vermekte ne kadar işe yaradığını fark edeceksiniz
  8. Fiillere odaklanın: beğendiğiniz bir parça bulun (bir sayfalık düz yazı olsun) ve her cümledeki fiilleri inceleyin. Etken mi, edilgen mi, bağlantılı mı? Metaforik mi (Kadın usulca içeri süzüldü)? Fiiller okuyuşunuza nasıl bir etkide bulunuyor?
  9. Kendi yazdığınız bir pasajı alıp bütün fiilleri elden geçirin. Bir, bütün fiilleri etken yapın, bir de hepsini edilgen yapın. Sonra yapabildiğiniz kadar çok fiili metaforik olarak kullanın.
(Alıntı: kuraldisidergi.com)
Devamını Oku

21 Haziran 2013 Cuma

Seferihisar'da ünlü yazarlar yazarlık atölyesinde!

Seferihisar Edebiyat Günleri kapsamında ünlü yazar ve şairlerin katılımıyla "Yazar Atölyeleri ve Şiir Geceleri" düzenleniyor. Etkinlik kapsamında ünlü yazarların katılımıyla 1 haftalık yazarlık atölyesi yapılacak.

Seferihisar Edebiyat Günleri
Seferihisar Edebiyat Günleri 22-28 Haziran tarihleri arasında düzenlenecek. Etkinlik kapsamında gündüz yazarlık atölyeleri, akşamları ise tarih ve Sığacık Kaleiçi’nde şiir geceleri, çeşitli söyleşiler ve müzik dinletileri yapılacak.

Açılış konuşması Murathan Mungan yapacak!
Festivalin açılış konuşmasını ünlü şair ve yazar Murathan Mungan yapacak. Bejan Matur, Orhan Alkaya, Küçük İskender, Mehmet Yaşın, Haluk Şahin, Cezmi Ersöz, Gonca Özmen, Hüsnü Arkan, Mehtap Meral (kapanış konseri), Serra Yılmaz (şiir seçkisi), Emrah Serbes (söyleşi), Murat Uyurkulak (söyleşi) ise şiir / söyleşi gecelerine katılacak diğer isimler.

Atölyeler 1 hafta sürecek
Atölyeler dışında tüm etkinliklerin ücretsiz olacağı festivalde, yazarlık atölyelerine katılım 25 kişi ile sınırlı olacak. 1 hafta sürecek bu atölye çalışmalarında, katılımcılar yazarlarla aynı tesiste konaklarken Seferihisar'ın güzelliklerini görme şansı da bulacak.
Atölye çalışması yapacak yazarlar ise Pınar Kür, Mario Levi, Ayfer Tunç, Murat Gülsoy, İnci Aral, Buket Uzuner, Gülşah Elikbank, Neslihan Acu ve Latife Tekin.

Başvuru nasıl yapılacak?
Başvurular ve ayrıntılı bilgi için Seferihisar Belediyesi Kültür Sosyal İşler Müdürlüğü  0 232 743 3960 no’lu telefondan Berfin Çelikkol Uzun ya da Sinem Kankaya ile irtibata geçilebilir.
Email: kultursanat@seferihisar.bel.tr

Yazarlık Atölyeleri ve Şiir Geceleri
Etkinlik Programı
22 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Pınar Kür

23 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Mario Levi
Şiir Gecesi: Hüsnü Arkan

24 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Ayfer Tunç / Murat Gülsoy
Şiir Gecesi: Cezmi Ersöz

25 Haziran
Yazarlık Atölyesi: İnci Aral
Şiir Gecesi: Haluk Şahin, Orhan Alkaya

26 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Buket Uzuner
Şiir Gecesi: Mehmet Yaşin / Gonca Özmen

27 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Gülşah Elikbank / Neslihan Acu
Şiir Gecesi: küçük İskender

28 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Latife Tekin
Şiir Gecesi: Serra Yılmaz
Konser: Mehtap Meral & Tango Trio

Devamını Oku

20 Haziran 2013 Perşembe

Batı'ya Yön Veren Metinler

Öncelikle yazar adaylarının sonrasında tüm okurların keyifle okuyacağı bir hazine keşfettim, yazar Alev Alatlı ve kurucusu olduğu Kapadokya Meslek Yüksek Okulu öğretim üyelerinin katkılarıyla hayata geçirilen 4 cilt ve 1800 sayfadan oluşan Batıya Yön Veren Metinler adlı seçki. Üstelik internet üzerinden ücretsiz.

Batıya Yön Veren Metinler
Türkiye’de eşi benzeri olmayan bir çalışma olan ve yazar Alev Alatlı’nın yönetiminde Kapadokya Meslek Yüksek Okulu öğretim üyelerinin katkılarıyla hayata geçen Batı’ya Yön Veren Metinler çalışması yazar olma yolunda ilerleyenlere hakim medeniyet ve düşünce sistemi olan Batı medeniyetini anlama, bilme, yorumlama adına harika bir çalışma. Üstelik internet üzerinden kolayca erişilen ve ücretsiz olan bu dört ciltlik -1800 sayfa- Batı’ya Yön Veren Metinler seçkisi Alev Alatlı’nın sözleriyle özde Avrupalı aydınların evrenin, dünyanın ve nihayet insanlığın gizemlerini çözümleme gayretlerinin kısa bir hikâyesi.

Batıya Yön Veren Metinler'de neler var?
Eski Ahit’in Aziz Markos’undan, Mezopotamyalı Hamurabi’ye, 1215 tarihli Magna Carta’dan, Çar İkinci Aleksander’in Özgürlük Fermanı’na, Abraham Lincoln’un Özgürlük Bildirgesi’nden, Bart Kosko’nun 1990 Saçaklı Mantık Devrimi’ne uzanan yaklaşık 3500 yıllık bir düşün serüveninin temel metinleri Batı’ya Yön Veren Metinler seçkisinde yer almakta.

Çalışmanın hedefi nedir?
Kapadokya Meslek Yüksekokulu öğretim üyelerinin katkılarıyla hayata geçen Batı’ya Yön Veren Metinler seçkisinin hedefi, Türk okurunun hızla küreselleşen dünyayı şekillendirmeye aday olan Batı düşünce kalıp ve paradigmalarını oluşturan özgün metinlere doğrudan ulaşarak değerlendirmelerine imkan sağlamak.

Sıradaki çalışma “Bize Yön Veren Metinler”
Batı medeniyetinin dışında yüzyıllardır birçok alim, bilgin ve insanın katılımıyla kurulan medeniyetimizi anlamak adına ikinci bir seçki daha yapıyor yazar Alev Alatlı: Bize Yön Veren Metinler. Alev Alatlı resmi web sitesinde yaptığı açıklamaya göre Bize Yön Veren Metinler seçkisinde aynı süreçte yaşamış Türk-İslam düşünürlerinin Batılı akranlarıyla eşzamanlı olarak kaleme almış oldukları özgün metinlerden meydana gelen bir düşünce kılavuzu olarak hazırlandığını söylüyor.

Bize Yön Veren Metinler'de neler olacak?
Bu kapsamda İsa’dan önce 7. yüzyıldan itibaren kendi medeniyetimizin düşünce kalıp ve paradigmalarına katkıda bulunan yaklaşık 350 müellife ait özgün metinin, Batılı karşıtlarıyla eş formatta harmanlandığını belirten Alev Alatlı, böylece, tarihte ilk kez, örneğin, İsa’dan sonra 1015-1085 arasında yaşayan Papa VII. Gregory ile 1058-1111 yılları arasında yaşayan El Gazali’nin metinlerini ya da Nizamülmülk’ün (1018-1092) Siyasetnamesi ile Alman Kralı IV. Henry’nin (1050-1106) tamimlerini yan yana değerlendirmek mümkün olabileceğini söylüyor. Bu keyifli çalışmayı da en kısa zamanda okurla buluşacağını sözlerine ekliyor.
Batıya Yön Veren Metinleri buradan okuyabilirsiniz.

Batıya Yön Veren Metinler okumak için

Devamını Oku

17 Haziran 2013 Pazartesi

The Revolution Business - Devrim İşi

Yaklaşık 20 gündür Gezi Parkı eylemleriyle gündemde olan ülkemizdeki hareketlenmenin ne olduğunu anlamak adına internette gezinirken karşıma çıkan bir belgeseli sizinle paylaşmak istedim. Adı The Revolution Business (Devrim İşi). 

Dünyadaki Halk Hareketleri
Bu belgeseli paylaşmaktaki amaç ne AKP’yi savunmak, ne hükümetin eylemlerini haklı çıkarmak ne de Gezi Parkı olaylarına destek vermek ya da köstek olmaktır. Amaç sadece bir bilgi paylaşımıdır. Dünyada olan bitene göz atmak, bizden önce başka ülkelerde olmuş halk hareketlerinin sebeplerini öğrenme isteği. Belgeseli izledikten sonraki yorum ve düşünceleriniz tamamen size aittir. 

Belgeselden bazı notlar
The Revolution Business (Devrim İşi) belgeselin ilk cümleleri dikkat çekici: Anlık gerçekleşmiş gibi gözüken bir devrim aslında profesyonel danışmanların stratejik olarak planlayarak yarattıkları bir olaydı. Devrim danışmanları esas olarak batı ülkelerinin açık ilgisi olan ülkelerde iş görüyorlar. Görünüşe göre bu pek de tesadüf sayılmaz.

Bir devrim şirketi olarak OTPOR ya da CANVAS nedir?
OTPOR kelime anlamı “direniş” demek. Sırbistan'ın başkenti Belgrat'ta aktivist gençler tarafından kurulan yapı 2000 yılında Slobodan Miloseviç’i devirdi. Daha sonra bu girişimden elde ettikleri tecrübeleri sistemleştiren OTPOR “Barışçıl Direniş Sanatı” adını verdikleri stratejilerle devrim olmasını istedikleri ülkelerdeki gençleri eğitmeye başladı. Kuzey Afrika’daki Mısır, Tunus gibi ülkelerdeki gençleri devrimden önce eğittiler. Ayrıca eğittikleri gençler halkı da “şiddetsiz direniş” fikriyle etkilemeyi başardı. OTPOR’un sembolü sıkılı yumruk ve bu sembol hemen hemen bütün devrimlerde kullanılmış. OTPOR’un en büyük özelliği sosyal medyayı etkin kullanması ve kitleleri sosyal medya vasıtasıyla harekete geçirmesi. Ayrıca mizah, tiye almak, müzik en çok kullandıkları araçlar.

Mısır Devrimi Belgrat’ta kurgulandı!
Dünyanın her tarafından karşıt hareketler Sırbistan’ın başkenti Belgrat’a bir diktatörü düşürme sanatında eğitilmek üzere gidiyorlar. Merkezin adı “Şiddetsiz Direniş Strateji Merkezi”. Kısa adı CANVAS. Baş eğitmen Sdrja Popovic. Mısır devrimini kendi bürosunda planlamış.
OTPOR, Miloseviç’i devirerek ilk işini başardı. Sonrasında Tunus’ta başlayan Arap baharı diye adlandırılan ve Kuzey Afrika’daki devrimlerin yöneticisi olan grup 35 ülkede devrimleri yönettiğini ve bu ülkelerden 5 inde başarılı olduklarını açıklıyor.
Devrim Koçu olarak anılan Popovic’in belgeselde yaptığı açıklamalar çok ilginç, bazıları şöyle: İşlerimizin bir kısmı birkaç sebepten dolayı yeniden Ortadoğu’ya odaklanmış durumda. Sekiz ya da dokuz ülkeden bahsediyoruz. Adlarını elbette söylemeyeceğim, bu ülkelerin bazılarında iletişim kurduğumuz çok iyi gruplar var. Bu ülkelerin bazılarında durumu izleyip çözümlemeler hazırlıyoruz.
Sırbistan devrimi sonrasında 37 ülkeyle çalıştık, Ortadoğu öncesinde 5 devrimde başarılı olduk. Bunlar Gürcistan, Ukrayna, Lübnan, Maldivler. Şimdi Mısır ve Tunus, liste daha da uzayacak.

Popovic: Devrimler tesadüf değildi!
Columbia Üniversitesi’nde konuşan devrim koçu Popovic, şu çarpıcı cümleyi söylüyor: 90 gün devrimi (Arap Baharı) kendiliğinden başlamış değildi, bunu unutun. Bu uzun süredir orada olan bir şeyi anlamak için çok sığ bir bakış açısı olur.

Engdahl: OTPOR Amerika destekli
Amerikalı Yazar William Engdahl, bu grup üzerinde derinlemesine araştırma yapanlar arasında. Engdahl, 50 ülkede çalışan OTPOR’un kilit oyuncularının kendilerine rejim değişikliği için Washington’daki kişiler tarafından verilmiş bir gündemi takip ettiklerini söylüyor. Ayrıca Amerikan istihbarat servisleri tarafından bu grubun finanse edildiğini sözlerine ekliyor.
William Engdahl, büyük gündeme yani küreselleşme gündemine direnç gösteren rejimleri istikrarsızlaştırmak için soğuk savaş bittikten sonra OTPOR vasıtasıyla şiddet içermeyen eylemleri, halk hareketlerini kullanıyorlar diyor.

OTPOR’un başucu kitabı: Diktatörlükten Demokrasiye
İlk olarak 1993’te yayımlanan “Diktatörlükten Demokrasiye” şiddetsiz direnişin kutsal kitabı olarak nitelendiriliyor. İçinde şiddetsiz eylemin 198 yönetimini içeriyor. Kitabın 83 yaşındaki yazarı Gene Sharp, kitabını şu sözlerle özetliyor: İnsanlar korkmadığında diktatörlük büyük bir beladadır. Temel insan inatçılığına dayanarak yap denilen şeyi yapmayı reddederler. Yapma denilen şeyi yapmakta ısrar ederler ve bunu politik olarak yaparlar. Bu işin özüdür. Detaylar ise daha karmaşıktır.
The Revolution Business - Devrim İşi belgeselinin tamamı aşağıda. Ayrıca takdir ettiğim gazetecilerden biri olan Banu Avar'ın konuyla ilgili yazısını buradan okuyabilirsiniz.

Devamını Oku

14 Haziran 2013 Cuma

Sanatçı olun, hemen şimdi!

Birçok kişi bu konu açıldığında gerilir ve karşı çıkar: "Sanat karın doyurmaz, ve zaten şu an meşgulüm. Okula gitmem lazım, iş bulmam lazım, çocuklarımı derse götürmem gerek..." "Çok meşgulüm, sanat için vaktim yok" diye düşünürsünüz. Hemen şimdi sanatçı olamamamız için yüzlerce neden vardır. Ama...

Ünlü Koreli yazar Young-ha Kim, TED Talks konuşmasında sanata, yazarlığa ve insanların nasıl sanatçı olacaklarına dair çok değerli bilgiler veriyor. Dilerseniz aşağıdaki videoyu izleyin, dilerseniz metnin tamamını okuyun. İşte Koreli yazar Young-ha Kim’in düşünce penceresinden sanatçı olmanın sırları.
Sanatçı, Yazar Olun Hemen Şimdi
Neden olmamız gerektiğinden emin değiliz ama olmamamız için bu kadar çok neden var. Neden sanatçı olmamız gerektiğini bilmiyoruz, ama neden olmamamız gerektiğini biliyoruz. Neden insanlar sanat ile ilişkilendirilmekten çekinir? Belki sanatın sadece özel yetenekli insanlar için olduğunu düşünüyoruz ya da profesyonel eğitimliler için olduğunu. Bazılarınız da sanattan çok uzaklaştığınızı düşünüyor. Belki öyledir, ama ben öyle düşünmüyorum. 

Hepimiz sanatçı olarak doğduk
Eğer çocuğunuz varsa, ne demek istediğimi biliyorsunuz. Çocukların yaptığı neredeyse her şey sanat. Pastel boyalarla duvara resim çizerler. Som Dam Bi'nin televizyondaki dansını taklit ederler ama Son Dam Bi'nin dansı diyemezsiniz artık - çocuğun kendi dansı olmuştur. Böylece tuhaf bir dans ederler ve şarkılarıyla herkese eziyet ederler. Belki de sanatları sadece ebeveynlerinin dayanabileceği bir şey ve bütün gün sanat talimi yaptıkları için insanlar gerçekten biraz yorulurlar çocukların yanında.
Çocuklar bazen tek kişilik drama performansları yapar - evcilik oynamak örneğin böyle bir performanstır. Ve bazı çocuklar, biraz daha büyüdüklerinde, yalan söylemeye başlarlar. Genelde anne babalar çocuklarının ilk yalan söylediği zamanı hatırlarlar. Şok olmuşlardır. “Artık gerçek yüzünü gösteriyorsun,” der anne. “Neden babasına çekiyor ki?” diye düşünür. Çocuğu sorgular, “Nasıl bir insan olacaksın sen?”

Çocuklar yalan söylediğinde hikaye anlatmaya başlar!
Ama endişlenmemelisiniz. Çocukların yalan söylemeye başladığı vakit, hikaye anlatımının başladığı vakittir. Görmedikleri şeyler hakkında konuşmaya başlarlar. Harika birşey, olağanüstü bir an. Anne babalar bunu kutlamalı. “Yaşasın! Oğlum yalan söylemeye başladı!” Sorun değil! Kutlama gerektiriyor. Örneğin, çocuğunuz “Anne, tahmin et ne oldu? Eve gelirken bir uzaylıyla tanıştım.” der. Tipik bir anne şöyle cevap verir, “Saçmalamayı bırak.” İdeal bir ebeveyn ise şöyle cevap veren kişidir: “Öyle mi? Uzaylı, ha? Nasıl bir görünüyordu? Bir şey söyledi mi? Nerede gördün?” “Ah, şey, süpermarketin önünde.”

Roman yazmak sıradan bir cümleyi diğerine bağlamaktır
Böyle bir diyalog içerisindeyken, çocuk bir sonra söyleyeceği şeyi bulmak zorunda, başlattığı hikaye için sorumlu olur. Ve böylece, bir hikaye oluşur. Tabii ki çocukça bir hikayedir, ama bir sonraki cümleyi düşünmek benim gibi profesyonel bir yazarın yaptığı ile aynı. Özünde hiç farklı değiller. Roland Barthes, Flaubert'in romanları hakkında şöyle demişti: "Flaubert bir roman yazmadı. Sadece bir cümleyi diğerine bağladı. Cümlelerinin arasındaki Eros, Flaubert'in romanının özü bu işte.” Evet, öyle - bir roman aslında bir cümle yazmak ve sonra ilkinin kapsamını bozmadan bir sonraki cümleyi yazmak ve böylece bağlantılar kurmaya devam etmek.

Kafka’nın ilk cümlesi ve o cümleyi haklı çıkarmak
Şu cümleye bakalım: “Gregor Samsa, bir sabah, sıkıntılı rüyalar gördüğü uykusundan uyandığında, kendini yatağında ürkütücü dev bir böceğe dönüşmüş buldu.” Evet, bu Franz Kafka'nin “Dönüşüm”ünün ilk cümlesi. Böyle mazeretsiz bir cümle yazabilmek ve onu haklı çıkarabilmek için devam etmek... Kafka'nın yapıtı, çağdaş edebiyatın bir başyapıtı oldu. Kafka bunu babasına göstermedi. Babasıyla arası iyi değildi. Bu cümleleri kendi kendine yazdı. Eğer babasına gösterseydi, “Oğlum iyice kendini kaybetti.” diye düşünecekti babası.

Sanat kendini kaybetmektir
Sanat biraz kendini kaybetmek demek ve bir sonraki cümleyi haklı çıkarmak - bir çocuğun yaptığından çok da farklı değil. Yeni yalan söylemeye başlamış bir çocuk masalcılıkta ilk adımlarını atıyor. Çocuklar sanat yapar. Yorulmazlar ve yaparken eğlenirler. Birkaç gün önce Jeju Adası'ndaydım. Çocuklar kumsaldayken çoğu suda oynamayı sever. Ama bazıları kumda bol vakit geçirirler, dağlar ve denizler - yok, deniz değil tabii, ama farklı şeyler - insanlar ve köpekler vs. yaparlar. Anne babaları der ki “Dalgalar hepsini sürükleyecek.” Bir diğer deyişle: Nafile. Gerek yok. Ama çocukların umurunda değil. Onlar anın içinde eğleniyorlar ve kumla oynamaya devam ediyorlar. Çocuklar başkası söyledi diye yapmıyor bunu. Müdürleri söylemiyor ya da başka biri, onlar öyle yapıyor.

İşiniz sizi mutlu etmez ama sanat…
Küçükken eminim ki ilkel sanatın zevkini tatmışsınızdır. Öğrencilerime en mutlu hissettikleri an hakkında yazmalarını söylediğimde, çoğu çocukluk döneminde bir sanat deneyimi hakkında yazar. İlk kez piyano çalmayı öğrendikleri veya ilk defa bir arkadaşla dört el çaldıkları, veya arkadaşlarıyla aptalca bir skeç oynadıkları zamanlar örneğin. Ya da eski bir kamerayla çekmiş olduğunuz fotoğrafları bastırdığınız an. Bu tarz deneyimlerden bahsederler. Sizin de böyle bir anınız olmuştur. Böyle bir anda, sanat sizi mutlu eder çünkü işiniz değildir. İşiniz sizi mutlu etmiyor, değil mi? Çoğu zaman zordur.

Yazar olma adına açıklamalar
Sanat para için yapılmaz
Fransız yazar Michel Tournier'in ünlü bir sözü var. Muzip bir şey aslında. “Çalışmak insanın doğasına aykırı. Bizi yorması bunun kanıtı.” Değil mi? Çalışmak doğamızda olsa niye bizi yorsun? Eğlence bizi yormuyor. Bütün gece eğlenebiliriz. Eğer bütün gece çalışacaksak, fazla mesai almalıyız. Neden? Çünkü yorucu ve kendimizi bitkin hissederiz. Ama çocuklar, çoğu zaman sanatı eğlence için yaparlar. Eğlencedir. Bir müşteriye satmak için çizmezler, ya da aile için para kazanmak için piyano çalmazlar. Tabii bunu yapmak zorunda olan çocuklar vardı. Bu centilmeni tanıyorsunuz, değil mi? Ailesine destek olmak için Avrupa'da tura çıkması gerekiyordu -- Wolfgang Amadeus Mozart -- ama bu yüzyıllar önceydi, bu yüzden onu istisna sayabiliriz. Maalesef, bir noktada sanatımız - bu neşeli meşgale - biter. Çocuklar derse, okula gitmelidirler, ödevlerini yapmalıdırlar ve tabii ki piyano ve bale dersleri alırlar, ama artık eğlenceli değildir. Yapmanız söylenir ve artık rekabet vardır. Nasıl eğlenceli olabilir ki? İlkokuldaysanız ve hala duvara resim yapıyorsanız, kesinlikle anneniz size kızacaktır. Hem, yaşlandıkça bir sanatçı gibi davranırsanız, gittikçe daha fazla baskı altında kalırsınız -- insanlar davranışlarınızı sorgular ve düzgün davranmanızı ister.

Resim yapamayabilirsin ama mutlaka başka bir yeteneğin vardır
İşte benim hikayem: 8. sınıftaydım ve Gyeongbokgung'da okulda bir çizim yarışmasına katıldım. Çok uğraşıyordum ve öğretmenim geldi ve sordu, “Ne yapıyorsun?” “Özenle çiziyorum,” dedim. “Neden sadece siyah kullanıyorsun?” Gerçekten de, defterimi hevesle siyaha boyuyordum. Açıkladım, “Karanlık bir gece ve karga bir dalın üstüne tünemiş.” Ve öğretmen dedi ki, “Gerçekten mi? Peki, Young-ha, çizimde iyi olmayabilirsin ama hikaye anlatısında yeteneklisin.” Ben, böyle demiş olmasını dilerdim. “Şimdi görürsün, yaramaz seni!” asıl cevaptı. “Görürsün sen!” dedi. Sarayı, Gyeonghoeru vs. boyamak gerekiyordu, ama ben herşeyi siyaha boyamıştım, öğretmen de beni gruptan ayırdı. Bir sürü kız da vardı orada ve ben tamamen korkmuştum.

Hikaye uydurmakta yetenekliydim
Hiçbir açıklamam ve özürüm duyulmadı ve başım dertteydi. Eğer ideal bir öğretmen olsa, daha önce dediğim gibi cevap verirdi, “Young-ha'nın çizime yeteneği yok belki, ama hikaye uydurmada yetenekli.” ve beni desteklerdi. Ama böyle öğretmenler çok nadir bulunur. Daha sonra büyüdüm ve Avrupa'nın galerilerine gittim -- üniversite öğrencisiyken -- ve büyük bir haksızlık olduğunu düşündüm. Bakın ne buldum.
Ben cezalandırılırken ve sarayın önünde çizimim ağzımda dururken, bunun gibi yapıtlar Basel'de asılıydı. Bakın şuna. Duvar kağıdı gibi görünmüyor mu? Çağdaş sanat, sonradan öğrendim ki, benimki gibi zayıf bir hikaye ile açıklanmıyor. Kargadan bahsedilmiyor. Çoğu yapıtın ismi yok. İsimsiz. Her neyse, 20. yüzyılda çağdaş sanat tuhaf birşey yapmak ve boşluğu açıklama ve yorumlama ile doldurmak demek -- ki benim yaptığım da buydu. Tabii, benim yapıtım çok amatördü, ama daha ünlü örneklere geçelim.

Ünlü ressam Picasso ve onun sıradışı eseri.
Picasso: Gördüğümü değil, düşündüğümü çizerim
Picasso bir tablosunda bisiklet gidonunu seleye ekleyip, ona “Boğa Kafası” adını verdi. İkna edici değil mi? Hemen yanda, yan koyulmuş “Çeşme” isimli bir pisuar. Duchamp'tı. Açıklama ile tuhaf eylemin arasını hikayelerle kapatmak -- işte çağdaş sanat tam da bunu yapıyordu. Picasso'nun bir açıklaması bile var, “Gördüğümü değil, düşündüğümü çizerim.” Evet, bu demek ki benim Gyeonghoeru'yu çizmeme gerek yoktu. Keşke o zaman Picasso'nun ne dediğini bilseydim, öğretmenle daha iyi tartışabilirdim. Maalesef, içimizdeki küçük sanatçı sanatın baskıcıları ile savaşamadan boğuluyor. Kilitleniyorlar. Bu bizim trajedimiz.

Çocukken içindeki sanat yeteneği ölen çocuklar büyünce ne yapar?
Peki içimizdeki küçük sanatçı kilitlendiğinde, kovulduğunda, hatta öldürüldüğünde ne oluyor? Sanatsal arzumuz gitmiyor. Kendimizi ifade etmek, ortaya koymak istiyoruz, ama bu sanatsal arzu ölü sanatçıyla çok daha karanlık bir formda ortaya çıkıyor. Karaoke barlarında hep "She's Gone" ya da "Hotel California" söyleyen insanlar vardır, gitar pasajlarını taklid eden. Genelde berbattırlar. Gerçekten berbat. Bazıları bunun gibi rockçı olur. Bazıları da gece klüblerinde danseder. Hikaye anlatmayı sevebilecek insanlar da bütün gece internette geyik yaparlar. Yazma yeteneği kendini bu şekilde belli ediyor karanlık tarafta.

Sanat dürtüsü yok edilmez ama bastırılır
Bazen çocuklarından daha heyecanlı babalar görürüz: lego ile oynarlar veya plastik bir robot yaparlar. "Sakın elleme, baban senin için yapacak." derler. Çocuk ilgisini çoktan yitirmiştir ve başka bir şeyle uğraşıyordur, ama baba kaleler yapar sadece. Bu gösteriyor ki içimizdeki sanat dürtüsü yok edilmemiş, sadece bastırılmış. Ama bazen kendilerini negatif bir şekilde de belli ederler, kıskançlık olarak. Şu şarkıyı biliyor musunuz "Televizyonda olmak isterdim"? Neden isterdik? Televizyon bizim yapmak isteyip yapamadıklarımızı yapan insanlarla dolu. Dans ediyorlar, rol yapıyorlar - ve yaptıkça övülüyorlar. Ve biz de onları kıskanmaya başlıyoruz. Kumandalı diktatörler oluyoruz ve televizyondaki herkesi eleştirmeye başlıyoruz. “Hiç de rol yapamıyor.” “Buna şarkı söylemek mi diyorsun? Notaları tutturamıyor.” Kolayca söyleyebiliyoruz böyle şeyleri. Kıskanıyoruz, kötü insanlar olduğumuzdan değil, ama içimizde kilitlenmiş bir sanatçı olduğundan. Ben böyle düşünüyorum.

Televizyonu kapa ve hemen kendi sanatını yap!
Peki ne yapmalıyız? Evet, doğru. Şimdi, hemen kendi sanatımızı yapmaya başlamalıyız. Şu anda, televizyonu kapatabiliriz, internetten çıkabiliriz ve kalkıp bir şey yapmaya başlayabiliriz. Öğretmenlik yaptığım tiyatro okulunda, Sahne Etkinlikleri adlı bir ders var. Bu derste, öğrenciler birer tiyatro oyunu sahnelemeli. Fakat, oyunculuk öğrencileri rol yapmamalı. Onlar oyunu yazabilir örneğin ve yazarlar sahne tasarımını yapabilir. Aynı şekilde sahne tasarımı öğrencileri oyunculuk yaparlar ve bu şekilde bir oyun sahnelerler. Önce öğrenciler merak ederler acaba gerçekten yapabilirler mi bunu, ama sonra çok eğlenirler. Bir oyun sahnelerken mutsuz olan çok az insan gördüm. Okulda, orduda veya hatta bir akıl hastanesinde, bir kere insanlarla başladığınızda, hepsi zevk alır. Bunu orduda gördüm -- birçok kişi oyun sahnelerken eğlendi.

Deli gibi yazmalısınız!
Başka bir deneyimim daha var: Yazarlık dersinde öğrencilere özel bir ödev veriyorum. Sizin gibi öğrencilerim var derste -- çoğu yazarlık okumuyor. Bazıları sanat ya da müzik okuyor ve yazamadıklarını düşünüyor. Onlara boş bir kağıt ve bir konu veriyorum. Basit bir konu olabilir: Çocukluğunuzdaki en talihsiz deneyim hakkında yazın. Tek bir koşul var: Deli gibi yazmalısınız. Deli gibi! Aralarında yürürüm ve onları teşvik ederim, "Haydi, haydi!" Bir iki saat kadar deli gibi yazmak zorundalar. Sadece ilk beş dakika boyunca düşünebilirler.

Yazarken kusur bulan şeytanın vesveselerinden kurtulmak
Onlara deli gibi yazdırtmamın sebebi yavaş yazdığınızda bir sürü düşünce geçer aklınızdan ve sanatçı şeytan belirir. Bu şeytan size neden yazmamanız gerektiği hakkında yüzlerce sebep gösterir: “İnsanlar sana gülecek. Bu iyi bir yazı değil! Nasıl bir cümle bu? El yazına bir bak!” Bir çok şey söylecek. Hızlı koşmalısınız ki şeytan sizi yakalayamasın. Derste gördüğüm en iyi yazılar uzun teslim tarihi olanlar değil, 40-60 dakika boyunca önümde kurşun kalemle çılgınca yazan öğrencilerin yazdıkları. Öğrenciler bir çeşit transa geçerler. 30 ya da 40 dakikadan sonra ne yazdıklarını bilmeden yazarlar. Ve tam bu anda, kusur bulan şeytan kaybolur.

Çevreniz sizi yazar olmanız için engelleyecek
Şunu diyebilirim: Bizi sanatçı yapan sanatçı olmamız için gerekli olan bu tek nedendir, sanatçı olmamamız için bulduğumuz yüzlerce neden değil. Neden bir şeyi olamadığımız önemli değildir. Çoğu sanatçı, bu tek nedenden dolayı sanatçı olmuştur. Kalbimizdeki şeytanı uyutup sanatımıza başladığımızda düşmanlarımız dışarıda belirir. Çoğu zaman anne babamızın suratlarına sahiptirler. Bazen eşimiz gibi görünürler, ama aslında ne eşimiz ne de anne babamızdır. Onlar şeytandır. Şeytan. Dünyaya dönüşmüş şekilde kısa süreli gelirler, sırf sizin sanatçı olmanızı engellemek için.

Sanat için neden gerekmez, esas sanattır
Ve sihirli bir soruları vardır. Biz “Sanırım oyunculuğu deneyeceğim. Yakında bir tiyatro okulu var” ya da “İtalyanca şarkılar öğrenmek istiyorum” dediğimizde, onlar “Öyle mi? Bir oyun mu? Ne için?” diye sorar. Sihirli sorudur bu: “Ne için?” Ama sanat hiçbir şey için değildir. Sanat esas amaçtır. Ruhumuzu kurtarır ve mutlu yaşamamızı sağlar. Kendimizi ifade etmemize yardım eder ve alkol ve uyuşturucunun yardımı olmadan mutlu olmamızı sağlar. Böyle pratik bir soruya cevap olarak, cesur olmak zorundayız. “Sadece eğlencesine. Kusura bakma sensiz eğleneceğim için" demelisiniz. “Yine de gidip yapacağım.” İdeal gelecekte hepimizi farklı kimliklerle hayal ediyorum, bu kimliklerden en az bir tanesi sanatçı olacak.

Kral Lear: Kim olduğumu bana kim söyleyebilir?
Bir kere New York'tayken taksiye bindim, arka koltuğa oturdum ve önde bir oyunla ilgili bir şey gördüm. Şöföre sordum, “Bu ne?” diye. Kendi profili olduğunu söyledi. “Peki nesin sen?” diye sorunca, “Oyuncuyum” dedi. Taksi şöförü ve oyuncu idi. “Hangi rolleri oynuyorsun genelde” diye sordum. Gururla Kral Lear'i oynadığını söyledi. Kral Lear. “Kim olduğumu bana kim söyleyebilir?” Kral Lear'den harika bir dize. Benim hayal ettiğim dünya bu işte. Birisi gün içinde golfçü, akşamları yazardır. Ya da taksi şöförü ve aktör, bankacı ve ressam, gizlice veya açıkça sanatlarıyla uğraşan.

Muhteşem bir sanatçı olmak için: Sadece yapın!
1990'da, Martha Graham, modern dansın ustası, Kore'ye geldi. Harika sanatçı, o zamanlar 90 yaşlarında, Gimpo Havaalanı'na geldi ve bir muhabir ona tipik bir soru sordu: “Muhteşem bir dansçı olmak için ne yapmak gerek? Hevesli Koreli dansçılar için bir öğüdünüz var mı?” Kendisi bir ustaydı. Bu fotoğraf 1948'de çekilmişti ve daha o zaman şöhretli bir sanatçıydı. 1990 yılında, bu soru soruldu ona. Ve o, şu şekilde cevap verdi: “Sadece yapın.” Vay be. Duygulanmıştım. Sadece bu üç kelime ve havaalanını terketti. Bu kadar. Peki şimdi ne yapmalıyız? Sanatçı olalım, hemen şimdi. Hemen şimdi. Nasıl mı? Sadece yapın!

Devamını Oku

Tanpınar Hikaye Yarışması 2013 Sonuçları Açıklandı

Meraklanan beklenen Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Yarışması sonuçları açıklandı

Jürinin değerlendirmesi sonucu birinciliği Trabzon’dan Abdullah Efendi rumuzu ile Yaşar Bedri Özdemir, 'Rüya Korkusu' adlı eseri ile ikinciliği İstanbul’dan Terazi rumuzu ile Özbek ÖlekOcak’ adlı eseri ile üçüncülüğü ise Ankara’dan Nevzat Naki Çilabbas rumuzu ile Murat Şahin ÖcalGece Trapezcileri’ adlı eseri ile kazandı.

Mansiyon Ödülleri
Mansiyon ödüllerini ise Zinnun rumuzlu 7. Beyit adlı eseri ile Mehmet Esen ve Mahur Beste rumuzlu Nuran’ın Acıları adlı eseri ile Berkiz Berksoy aldı. Her yıl olduğu gibi yarışma sonunda jürinin belirlediği 20 eser kitap haline getirilecek. Önümüzdeki günlerde belirlenecek tarihte ödül töreni yapılacak. Dünyanın dört bir yanından katılımın olduğu yarışmaya 985 eser katıldı.
Devamını Oku

31 Mayıs 2013 Cuma

Edebiyat beklentiler üzerine kurulmamalı!

Beklentiler üzerine yaratılan edebiyat, var olan gereksinime göre belirlenen metin sadece zamanın ruhuna ve dünyasına hitap eder.

Edebiyat beklentiler üzerine kurulmamalı!
Parmaklarımın gezindiği tuşların sesinin, bilgisayar klavyesinden değil de külüstür bir daktilodan çıkmasını isterdim. Hatta istemişken birkaç roman yazmış olanına mümkünse başyapıt çıkarmış olanına dokunmuş olmak güzel olurdu. O zaman böyle plastik plastik gelmezdi ses. Akustik müziğin yansıtacağı ayrıcalık kadar kıymetli gelirdi kulağa ve aman ritim bozulmasın diye, ellerimin durmaması için dua ederdim içimden. Zaman zaman aynı hissiyatı kurşun kalemlerden almaya çalışıyorum. Kurşun ucun, kâğıt üzerine bıraktığı kaygan nağmesinden içimde bir şarkı tutturuyorum. Yazıyla birlikte gittiği yere kadar gidiyor şarkı.
Bırakmak lazım. Salmak lazım. Akışa kaptırmak lazım. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi beklemeden zamana akmak lazım. Böyle hissederek yaşamaya çalışmak, kendimce önemli bir keşifti. Kendim gibi olabilmek için beklentisiz bir yaşam sürmek. Yaptığım ölçüde içimde bir rahatlama, bir hafifleme hatta kendimi sevebilme şekline ulaşıyorum. El yordamı, göz kararıyla tabii. Öyle birden olmuyor. Bu kıvama gelmek için, ömrün elveriyorsa,  kırk beş yıl beklemek gerekiyor. Bu rahatlığa ulaşamadan gidenler için üzülüyorum.
Her yerden, herkesten bir şeyler için medet umarak yaşarken bunu hissetmek zor. En azından ben oğluma sırtını anasına-babasına dayadığı gerçeğini şu an için anlatmaya çalışsam da beceremiyorum. Anlaması için sağlam yirmi dokuz yıla ihtiyacı var. Allah’tan, evrenden, eşten-dosttan, taştan-topraktan bekleyerek yaşamaya devam ediyoruz. Çok mu klişe yazdım. Değil aslında. En yaratıcı değil belki ama en sade anlatış şekli bu. Beklentilerimiz, gerek düşüncelerimizin içinde, gerek hayallerimizde en fazla yeri işgal ediyorlar. Gerçekleşebilmek için, emeğimizden, zamanımızdan faydalanıyorlar. Aslında ne olduğumuzu, kim olduğumuzu umursamadan, -mış gibi yapan egomuzu mutlu edebilmek için beklentiler ağının tüm dokularımıza yapış yapış sarmasına izin veriyoruz.

Olduğumuzu sandığımız yalan, olduğu kadarımız gerçek
İnsanın kendi olması zordur. Belki de şöyle söylemek daha anlaşılır: Kişinin kendisini olduğu gibi yansıtması zordur. Ne olmak istiyorsak onun rolünü biçiyoruz kendimize. Beklentilerimizin karşılığını alabilmek için annemizin en sevdiği kızı rolü oynuyoruz, etrafa model olmak için en iyi anne-baba ya da en iyi bir şey işte. Hep o en iyi bir şey olmanın peşine düşüyoruz. Olduğumuzu sandığımız yalan, olduğu kadarımız gerçek. Nasıl bir kovalamacadır ki,  yaşamı ıskalıyoruz. (Bak işte bu paragraf çok klişe oldu, çünkü köşe yazarlarına öykünerek, bir şey olayım derdine düşerek yazdım.) (Buraya gülen yüz koyalım mı?)
Bu hafta Öykü Uygulama Atölyesinde Sema Kaygusuz’un Aşkar adlı öyküsünü okuyup nasıl bir yol aldığına bakarken beklentinin, insanları iflah olmaz sınırların içinde yaşattığını, yozlaştırdığını ve hatta standartlaştırıp elindeki yaratıcılık güçlerini elinden aldığını düşündüm. Buna, bir yazarın, nasıl yazdığı, ne şartlar altında yazmak istediğine dair edindiğim iç dökmelerden geldim. Alessandro Baricco’nun Mr.Gwyn’nini okudunuz mu? Yazmaya niyetiniz varsa, eyleme geçmeden önce bence mutlaka okuyun.

Beklentilerden arınmak lazım
Kitapları yayımlanan, iyi okunan bir yazar bir gün her şeyi bir kenara bırakıp ( Philip Roth örneğinde olduğu gibi) kurmaca yazmayı bırakabilir mi? Bırakırsa bunu neden yapar? Yazar egosu bazen taşınmayacak ölçüde ağırlaşabilir, editörler eskisinden daha çekilmez görünebilir, yayınevleri yazmak istediklerimizin çok dışında taleplerde bulunarak kimliğimizi zorlayabilir, etraf, patron ya da eş yazdıklarımızdan ne kadar memnun, memnuniyetlerini ne tür beklentiler belirliyor… çok uzar bu liste. Adamı yazmaktan soğutur icabında. Yazmaktan soğutur ama anlatmaktan vazgeçiremez. İçinde gerçek yazar tozu taşıyanlar aslında anlatıcılardır. Mr. Gwyn yazarlığın kendisi için dayanılmaz bir meslek olduğunu anlaması yıllar almıştı. Roman, bu mesleğe sahip olmadan yaşamanın kolay olmadığı zamanları anlatıyor. Ve okuyucu görüyor Gwyn’in meselesinin aslında, yazarlık mesleğine sahip olmak ya da olmamak olduğunu. Çünkü kurmaca yapmadan da insanlar anlatma yolunu bulabilmeli. Ünlü ismini tarihe gömüp takma bir adla romanını çıkarabilme cesaretine kaç yazar ulaşır? Mr. Gwyn onlardan biri. Anlatıcılar sırf anlatma ihtiyacından dolayı yazarlar. Bu ihtiyaç onları iyi yazar yapar. Elinde kalem kağıt olmasa da hikayeleri anlatacak bir yer mutlaka bulurlar, bulamadıklarında Sait Faik gibi “Yazmasam ölürdüm” derler. Sait Faik’i bu noktaya getiren şeyin hep içinde susturamadığı anlatma ihtiyacı olduğunu düşünürüm. Anlatıcıların tek meseleleri vardır, anlatacaklarını paylaşmak. Bu yüzden ki yazar kimlikleri anlatacaklarının hep gerisinde kalır, bu yüzdendir ki isimlerini hiçe sayarlar. Varsa yoksa hikâyeleri ve kahramanlarından ibarettir hayat. Kendilerine değil anlatıcılarına ve kaynaklarına kıymet verirler. Hal böyle olunca da tek beklentileri kalır, hayatın ona vaat ettikleri. Koşulsuz kabul ederler kendilerine sunulanı. Önce hikâyeyi yaşarlar sonra yaşatmak için öyküleştirirler. Bu yüzden yeri hiç dolmaz Abasıyanık’ın, Esendal’ın. Vus’at O Bener’in , Firuzan’ın, Yusuf Atılgan’ın…

Yazar metnini beklentiler üzerine kurmamalı!
Bunu yaptığımız zaman hem yazar hem okura zarar veriyoruz. Beklentiler üzerine yaratılan edebiyat, var olan gereksinime göre belirlenen metin sadece zamanın ruhuna ve dünyasına hitap eder. Hâlbuki edebiyat, ihtiyaç üstü bir şey olmalı, zamansız olmalı. Yazarın hayalini kurduğu dünyayı yaratabilmesi ve bunu gerçek kadar inandırıcı algılatabilmesi için sadece iç sesini dinlemesi şart.
Yazar metnini beklentiler üzerine kurmamalı. Ne doğu ne batı umurunda olmalı. Hatta yeri geldiğinde yaşadığı gezegeni unutmalı. Yaratmalı kendini sınırlayacak şartlar olmadan. İçindeki editörlere kulak asmadan yazmalı. Evet sadece yazmalı yazar, anlatmak için yazmalı.
Özlem Kiper
Devamını Oku

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Yaratıcı yazarlık öğretilebilir mi?

Yaratıcı yazarlık, bir ustadan öğrenilemeyeceği gibi, yaratıcı yazarlık bölümlerinde ya da atölyelerinde de öğrenilmez. Her sorununa çözüm arayan yazar adayı, beklentisinin karşılığını hiçbir yerde bulamayacaktır.

Semih Gümüş yaratıcı yazarlık hakkında genç yazar adaylarına öğütleri
Öykü, şiir ya da roman yazmak, sözgelimi otuz yıl öncekinden daha çekici bugün. Daha çok sayıda genç, edebiyatın içinde kendine bir yer bulmak, yazmak istiyor ve bunu gitgide daha nitelikli biçimde yapmaya çalışıyor. Bu arada bütün sorun, nasıl yazılacağı. Genç yazar, yazdıklarının nasıl olduğunu merak ediyor, –bunun karşılığı iyi mi, kötü mü değil yalnızca– bunun çok ötesini arıyor o. Kendisi karar veremiyor daha, bunu yapabilseydi, soruyu başkasına değil, kendisine soracaktı elbette. Asıl amaç iç eleştiri gücüne sahip olmak, o olduğunda da, yazdıkları bambaşka görünecektir, bambaşka olmuştur da. Değil mi ki, yazınsal bir metnin nasıl olması gerektiğini görmeye başlamıştır, yazdıklarının niteliği de bu arada kendiliğinden yükselmiştir. İşte o iç eleştiri gücüne sahip olana dek, yazdıklarının tamamlanması olanaksızdır.
Peki bu aşamada başkalarından ne öğrenilir? Sözgelimi yaratıcı yazarlık çalışmalarından? Yeni yazar adayı, çeşitli nedenlerle usta bildiği, kendisinden daha deneyimli gördüğü kişilere ya da kurumlara başvurur. Kişilerle kurulan ilişkilerin bir sakıncası var. Düşüncelerine başvurduğunuz bir kişi olduğuna göre, bütün bütüne onun öznel yorumlarıyla ve yargılarıyla belirlenmiş bir yola girmeye başlamışsınız demektir. O yolun üstünde kendi anlayışınızı ve yazarlık kimliğinizi kuşanabilirsiniz belki, ama bu zorluğun üstesinden gelemezseniz, başvurduğunuz kişinin yolundan çıkmanız olanaksızlaşır. Nedir bunun sakıncası? Bir başka kişiye başvurmuş olsaydınız, belki bambaşka bir yol önerilecekti size ve böylece kime başvurmuşsanız, kendi seçimlerinizin dışında, o kişinin ustalığı yanı sıra öznelliğiyle de belirlenen bir yola girmiş olacaktınız.

Semih Gümüş'ün Radikal'de yayımlanan yazısının tamamını buradan okuyabilirsiniz.
Devamını Oku

17 Mayıs 2013 Cuma

Varışı olmayan bir yolculuk!

“Hiç kimse, öldüğünde arkasında bir şey bırakmayacak kadar yoksul değildir.”

Bu söz, yazıya konu olabilecek hayat hikâyelerinin sınırsızlığını hatırlatır bana. Diğer taraftan Pascal gibi bir bilim adamının, bunu hangi yaşanmışlığın sonunda, ne sebeple söylediğini de düşünmeden duramam. Az önce elimden bıraktığım kalemin bile, bana ait olma süreciyle beliren bir hikâyesinin olması tüylerimi diken diken eder. 
Hikâyeleri var edenler anlatıcılardır. Yazarlar, anlatıcılarına teslim ettikleri hikâyeleri öyküleştirirler. Eski zamanların hikâye anlatıcısı, halkın gözünde uzaklardan gelen biridir. Yerleşik düzende insanlar, uzaktan gelen yörenin hikâye ve geleneklerine hâkim bu kişiyi dinlemek için, keyif aldıkları törenler tertip edermiş. Uzakların bilgisiyle, geçmişin bilgisi, çok gezen insanın evine dönerken beraberinde getirdiği bilgiyle birleşip kendini bir yerin sakinine teslim ettiği hayat bilgisiyle kaynaşırmış. Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk isimli kitabında,  Leskov’un anlatıcı kimliğinden bahsederken yer veriyor bu anlatıma. “Gezgin Leskov, hem uzak yerlerde, hem de uzak zamanlarda, hikâyelerinin içinde yaşayarak kendini evinde hissedebiliyordu,”  diyor Benjamin.

Yazmak gitmektir!
Yazarların yazma hallerinin yolculuğa benzetilmesi, belki de geçmişte yaşamış gezgin anlatıcıların genlerini sürdürme gerçeğinin ta kendisidir. Yazmak gitmektir. Hayatın anlamına cevap ararken bir yön, yol arama halidir. Hiç varılamayan yolların devamıdır yazmak.  Zamanda yolculuktur, hayallerin kurmacasında var olmaktır. Akşam olunca beliren uzak lambaların aydınlattığı evlere gitme ve onlardan biri olma halidir. Yazmak, çıkılan yollarda kaybolmak ve nihayetinde iz sürmektir. Anılara yol almak halidir yazmak ki çoğu zaman bir romancının hüzünle devraldığı sadece budur. Yola çıkmak bir karar verme anıyla başlar. Süreci yaşamak ve devam ettirmek ise, bu kararı vermekten daha büyük bir çabayı gerektiren inanç ve bir azmi gerektirir.

Yazar görünmeyeni anlatmak için yazar
Yol hali bir serüvendir. Yolcuların görünen yüzlerinin gerisinde olanı görme, sakladıklarını bulma çabası, yazarı iz süren bir avcı maharetiyle hikâyelere götürür. İnsanlar sadece gördüklerine inanmadıklarından, yazar görünmeyeni anlatmak için yazar. Gerçeği görünmeyende arar, bulur, bulamaz ama düşündürür. Bu öylesine büyüleyici bir yoldur ki onların, hangisi hayal hangisi gerçek ayırt edememeye başlayıp deliliğin sınırını zorladıkları noktada en iyi eserlerini yazdıklarını düşünürüm. Deliliğin ve yaratımın başlangıcını aynı çizgide birleşiyor olması dâhiyane bir güç gibi görünür bana. Keşke ben de bir gün delirebilsem diye hayıflanırım sessizce. Kıskançlıkla okuyup bitirdiğim kitabın yazarına bakarak “ çıldırmış olmalı” dediğim zamanları sayarım. Tarih delirmek için çok çalışmış yazarlarla dolu. Onları bu noktaya getiren istek, hayal kurma ve uydurma gücünün sınırsız özgürlüğünde gizli olmalı. Böyle düşününce, Ahmet Altan’ın hafta sonu okuduğum son romanı Son Oyun’da, hafızama attığı çengele ilişik cümleyi yazmadan geçemeyeceğim. Şimdi dudağımda muzır bir gülümseme kıvrılmış olmalı, biliyorum.

Gerçeği nerede aramak lazım?
“Bir kadının bacağına dokunduğunu düşünmek, bir kadının bacağına dokunmaktan daha zevkli olabilir mi?”
Gerçek gerçekten de görünmeyende gizli olabilir mi? Çoğu zaman okuduğumuz kitapların film uyarlamaları, üzerimizde beklediğimiz etkiyi bırakmaz. Neden? Çünkü okur algısının yarattığı düş gücü, yönetmenin sahne yaratmadaki sınırlarını her zaman zorlar. Beynimizin yarattığı yanılsamanın sıcak etkisini, pek az görsellik ve gerçeklik karşılık verebilir.
O halde, bundan böyle bu köşede konuşalım lütfen. Bir kadına dokunmadan haz duyulabiliyorsa, gerçeği nerede aramak lazım?
Özlem Kiper
Devamını Oku

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Yaratıcı yaşarlık özgürleşme mücadelesidir!

Yazarlık atölyelerinde çok sık dile getirilen “Önce okuyun sonra yazın” öğüdünü reddeden Tarık Günersel, “Önce bol bol okuyun, sonra yazın denir. Bence tam tersi. Önce yazar sonra okursunuz. Alışılagelmiş kalıplar bizi hizaya getirmeye, robot olmaya yöneliktir. O yüzden şairlik, yazarlık tehlikelidir” dedi. Tarık Günersel yaratıcı yazarlığın geniş bir şeyin parçası olduğunu vurgulayarak aslolanın Yaratıcı Yaşarlık olduğunu söyledi.

Boğaziçi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Atölyesi
Bir dönem PEN Türkiye Merkezi Başkanı görevini yürüten Tarık Günersel Boğaziçi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’ndeki söyleşisinde dişe dokunur açıklamalarda bulundu. Füsun Çetinel bu güzel söyleşiyi sizin için izledi ve kaleme aldı. Keyifli okumalar.
Dersten sıkılırım ben, kalıplara sıkıştırılmış şeyleri sevmem. Onun için buradaki birlikteliğimize ders demeyelim. Ne ders değilse onunla ilgilenirim ben. Yaratıcı yazarlık geniş bir şeyin parçası asıl olan Yaratıcı Yaşarlık. Kolay hata yapabileceğimiz, kolay kınanabileceğimiz bir alan.
Önce bol bol okuyun, sonra yazın denir. Bence tam tersi. Önce yazar sonra okursunuz. Alışılagelmiş kalıplar bizi hizaya getirmeye, robot olmaya yöneliktir. O yüzden şairlik, yazarlık tehlikelidir. Bu kişiler kalıpları kırmak için yazar ve yaşar o yüzden de öldürülür, hapse atılır, tehdit edilirler. Benimle ilgili bir soruşturma sürüyor hala. Türkiye’de bu çok normal.

Yazmadan yazar olunmaz!
Yazmak bedava. Yazmak macera, özgürlük. Bir insan yüzücü olmak istiyorsa eğer TV de olimpiyatları seyrederek yüzücü olamaz. Yazmadan da yazar olamazsın. Bence herkes yazar, şair ve romancı olabilir. İnsanın tek engeli kendisidir. Devamlı ‘’Ama ben yapamam, ben yazamam’’ der durur. Herkes Fuzuli olamaz ama şair olabilir. En önemli okurunuz kendinizdir. Yazarak biriktirdiğiniz sürece, yazdıklarınıza döner, onları okuyup hayatınızı daha iyi anlar ve zenginleşirsiniz. Bunları kendinizle sohbet olarak görebilirsiniz. Yazdığınız şey sizin hoşunuza gidiyorsa 1-0 öndesiniz demektir. Başkası beğenmiş beğenmemiş sizi alakadar etmez.

Nasıl gidiyor kölelik?
Hepimiz deformeyiz. Potansiyelimizin gerisinde yaşıyoruz. Hepimiz özgürleşebiliriz. Bu süreç sonsuz bir süreç. Dünyanın her yerinde kalıplar içine sıkıştırılmış hayatlar var. Yeni kitabım bunun üzerine, ‘’Nasıl gidiyor kölelik?’’ Bu bir ideoloji. Dar kalıplara alıştırılmışız. Dogmatik düşünceler empoze ediliyor devamlı. Türkiye’de beyinsizleşme operasyonu yapılıyor. Yapılmakta. Debrainization, İngilizce kelimesi bile var.  Yaratıcı Yaşarlık bir özgürleşme mücadelesidir. Devrimci, sonsuz bir süreçtir.
İlham sadece bir trafik kazasıdır
Birçok yaratıcı yazarlık kitabında görmüşsünüzdür. Birinci aşama oto sansürsüz yazın. Başka kimse okumayacakmış gibi, kendinizi irkiltme pahasına yazın. Malzemeyi ortaya koyun. İkinci aşama ayıklamaktır. Hangileri size iyi geliyor? İlham beklemek diye bir şey yoktur. İlham ancak bir trafik kazasıdır, çarpışmadır. Profesyonel yazarlar hangi noktada profesyonel? Yazmak hayatının organik bir parçası olmuşsa o kişilere profesyonel yazar denebilir.
Üçüncü hamle, ayıkladığınız, seçtiğiniz şeyleri işlemek. Ekle, çıkart. Dördüncü aşama, dinlendir, mesafe koy araya. Beşinci aşama, tekrar bak. Mesafeli bak. Rötuşlar yap.
İlke olarak bu süreç sonsuzdur.  Ressamlar bile der, bitmiş eser yoktur diye. 1974’te Yangın şiirimi yazdım. Kırk yıl içinde bazı fiil ve kelimeleri değiştirdim. Bu Yahya Kemal ekolüdür. Behçet Necatigil ekolü ise hiç ellemeyen, yazılmış şiirle hiç oynamayan bir ekoldür. Bir keyif meselesi bu. Siz nasıl isterseniz öyle yapın. Hayat zaten mecburiyetlerle dolu, yazmak ise keyifli olmalı, mecburiyet barındırmamalı içinde.

Yazdıklarınızın hiçbirini atmayın
Kütüphanenizde en başa kendi yazdıklarınızı koyun. Hiçbirini atmayın. Öldüğümüz zaman biz öleceğiz. Yaşarken de biz yaşayalım o zaman. Bu bir tercih meselesi. Boşnak, Sırp, Hırvat öğrencileri bir araya getirip bir konuşma yapmıştık. Orada şunu söylemiştim. Egemenlerin, şairleri hapse atması normal ama daha akıllıların yaptığı şairlerden hiç bahsetmemek. Sonuçta ceza, hapis hep normal.
Geçen kasımda Brüksel’de söylediğim gibi, Hapis Yazarlar Konferansında, PEN Türkiye başkanı olarak oradaydım. Kırk kişiydik ve her konuşmacı için ancak iki dakika süre verilmişti. Düşündüm, nasıl anlatırım derdimi iki dakikada diye.
‘’Eviniz kaç odalı? Üç mü, aslında dört odalı. Dört mü, aslında beş odalı. Yazarsanız, her an hapse girebilirsiniz. Bunun düşüncesi ile eviniz hep bir oda daha fazla.’’ Aynısını Abdullah Gül’e de söyledim.  Bazı yazarlar köşesinde oturup öykü, roman yazmakla yetinir. Ben ikinci tür yazar topluğundanım.

Yaratıcı okurluk kavramını düşünmekte yarar var!
Yaratıcı olamayan yazarlığa gelince, turizm broşürleri, gazete makaleleri olabilir. Turizm broşüründe bile yaratıcılık vardır gerçi. Bir de yaratıcı okurluk kavramı çıktı. Bu kavramı düşünmekte yarar var. Çok hoş bence.  İnsan sevişe sevişe sevişmeyi geliştirir. Yazmak da öyle, Özgürleştiricidir. Yazarken şiir, öykü, roman yazacağım diye bir hedefe de gerek yok. Cümle olabilir, kelime olabilir. Hiçbir kalıba girmeyebilir. Bir süre sonra tüm yazdıklarınız bir şey oluşturabilir.


Kendimi sınırlandırmadan yazarım 
Şimdi de otobiyografik birkaç şey söylemek istiyorum. Yirmi yaşında Moda’da turluyorum. Edebiyat tarihindeki bütün şaheserler başarısızdır, bu aklıma geldi birden. Peki, dedim, ben şair olarak nasıl bir proje seçeyim ki, başarısız olayım ama ortaya bir şaheser çıksın. Stratejim nasıl olmalı? Hayat kaotik, ben gelişmeye açığım.
Kendimi sınırlandırmadan yazarım. Sekiz on yılda bir yazdıklarıma bakarım. Çok türde bir mozaik oluştururum.  Kırk üç yıllık proje bu. Ben gerçekte tek bir eser yazıyorum. Bütün kitaplar tek. Öyküler, şiirler, hepsi iç içe geçmeye başladı.

Shakespeare’in stratejik hatası
1992’de aklıma geldi. Shakespeare’in stratejik hatası neydi? Homer dendiğinde aklımıza İlyada gelir. Dante deyince İlahi Komedya. Goethe deyince Faust. Shakespeare bir sürü eser yazmıştır. Popüler, kaliteli eserler vermiş, iyi paralar kazanmıştır. Dahi şair ve piyesçi. Yazdıklarına bir baksaydı ve piyeslerin edebi versiyonlarını yazsaydı müthiş bir şey olurdu bu. İşte stratejik hatası burada.
Yazdığım her piyesin edebi versiyonunu yazıyorum. Onlar mozaikte birleşecek. Böyle bir çalışma sürdürüyorum. Hayat sonsuz, her birimiz birer sonsuzluğuz. Böyle zannederek daha çok özgürleşebiliriz. Shakespeare, olan imkânı istememiş, yapmamış. Yapması gerekli demedim. Yazarın gücünü değerlendirmesi açısından eksiklikleri var. Ben yapamam, ben yazamam diye kısıtlamamalıyız kendimizi. Hepimiz keyifli, olumlu yaşayabiliriz.

Yazmaya yoğunlaşmak intihar etmemi engelledi
Birkaç kere şiiri bırakmaya çalıştım. Yapamadım. Varoluş stratejisi bu benim için. On yıllarca bakkaldan ekmek istemek bile benim için bir işkence oldu. Nasıl demem gerektiğini bilemedim. Burada size konuşuyorum, bu başka bir şey. Her gereksinmemi yazarak ifade ettim. Yazmaya yoğunlaşmak benim hayatta kalmamı, intihar etmememi sağladı. Son iki yıldır acı çekmeden de yazılabileceğini fark ettim. Ancak altmış yaşında anlayabildim bunu.
On üç yaşında yazdığım bir şiirim var, bir kerede yazdım. Bunu yazdığımda sadece ilkokul kitaplarındaki manzumeleri okumuştum. Annem beni yine o yaşlarda İl Pagliacci operasına götürmüştü. Aynı akşam eve dönünce yüzümü boyamış ve kararımı vermiştim. Ben de tiyatro yazacaktım.
Yine on yaşlarında annemle birlikteyken, annem Kadıköy Maarif’i gösterip şöyle söyledi; ‘Çok çalışıp bu okula girersen İngilizce öğrenirsin. AFS bursu ile Amerika’ya gidebilir, orada beğendiğin oyunları İngilizce olarak seyredebilirsin. ‘’  On yaşındayken yaptığım tüm planları uyguladım. Annemin dediği her şeyi yaptım.
Daha on yaşındayken on sekiz yaşım için planlar yapıyordum. Nasılsa meşhur olacaktım ya, her yazdığımı arşivledim. On beş yaşında ateist şiirler yazdım. Bertrand Russel okuyordum. On sekiz yaşında kendi anayasam için şiirler yazdım. Kırk yaşında, Uzay Bilinci diye bir kitap yazdım. 1992’de Türkiye’nin ilk şiir akademisini açtım.

Dünya Şiir Günü’nün ortaya çıkışı
1994’de internet devreye girdi. İnternet bütün dünyayı birleştiriyor, o zaman neden bir edebiyat enstitüsü olsun ki dedim. Poetic Space Lab, Şiir Uzayı Laboratuvarı kavramı aklıma geldi. Kurduk. Anarşist bir örgütlenmeydi.  Başka bir gün Moda’da yine turluyorum. Dünya Şiir Günü’nün olmadığını fark ettim. Acaba vardı da, ben mi bilmiyordum? Gülseli İnan’a telefon açtım hemen. O da onayladı bu fikrimi. İkimizin önerisi ile Pen Türkiye Merkezi bu fikri kabul etti. Unesco Dünya Şiir Günü’nü benimsedi. Bu arada 1950-60’larda bazı ülkelerde Ekim ayında kutlanıyormuş. Ben bu fikri orada sunduğum için, PEN Uluslararası kabul ettiği için 21 Nisan kabul edildi. Bazı arkadaşlar bu günü kabul etmediler. Resmi değil dediler. Biz neşeyle, şiirler söyleyerek kutluyoruz hâlbuki size ne. Kendimi iç bir zaman sınırlamadım. Yaratıcı yaşıyorum. Mozaiğimi tamamlamaya çalışıyorum.

Tarık Günersel kimdir?
Şair, öykücü, aforist, denemeci, liberttist, çevirmen, dramaturg, oyuncu ve yönetmen. Sanatın opera, tiyatro, sinema, edebiyat gibi pek çok alanında çalışan çok yönlü bir sanatçımızdır. 2007-2009 döneminde Dünya Yazarlar Birliği PEN’in Türkiye Merkezi Başkanı olarak görev yapan sanatçı 2010 yılında Uluslar arası PEN’in yönetim kuruluna girerek bu kurulda yer alan ilk Türk ve Yakın Doğulu yazar olmuştur.
Devamını Oku

10 Mayıs 2013 Cuma

Hayatı Sevme Hastalığı'na iki ödül birden!

Kadın hakları denince akla gelen Duygu Asena anısına Doğan Kitap tarafından düzenlenen “Kadının Hala Adı Yok” adlı roman yarışmasında birinciliğe “Hayatı Sevme Hastalığı” adlı romanıyla Sibel K. Türker layık görüldü. Sibel K. Türker, aynı romanıyla 2013 Yunus Nadi ödüllerinin roman dalında birincisi oldu.

Hayatı Sevme Hastalığı Yunus Nadi ve Duygu Asena Roman Ödülü
Fotoğraf: Muhsin Akgün
Doğan Kitap tarafından düzenlenen “Kadının Hâlâ Adı Yok” roman ödülünü kazanan “Hayatı Sevme Hastalığı” yalnızlıktan erkeklerle hesaplaşmaya, alkolden müziğe, ahlaktan aşka pek çok sorunu son derece kıvrak, esprili ve ritmik bir dille anlatan bir roman. Seçici kurulun 30 Nisan günü yaptığı toplantıda oy çokluğu ile birincinin belirlendiği bildirildi. Ödül töreni Mayıs ayın içerisinde yapılacak.

Romana ikinci ödül Yunus Nadi’den
Sibel K. Türker’in kaleme aldığı “Hayatı Sevme Hastalığı”na ikinci ödül Yunus Nadi Ödülleri’nden geldi. Adnan Binyazar, Ahmet Cemal, Konur Ertop, Ülkü Tamer ve Murat Gülsoy’dan oluşan seçici kurul roman dalında Sibel K. Türker’i “Hayatı Sevme Hastalığı” adlı yapıtıyla ödüle değer gördü.
Öykü dalında ödülü “Öteki Kışın Kitabı” adlı yapıtıyla Bora Abdo kazandı. Şiir dalında da Hulki Aktunç ve Gültekin Emre’nin birlikte yazdıkları “Opus” adlı kitap ile Arzu K. Ayçiçek’in “Talidomit” adlı kitap dosyası arasında paylaştırdı.

Hayatı Sevme Hastalığı nedir?
Kitabın tanıtım bülteninde yer alan açıklama yazısı şöyle:
Yakalandığımız bütün hastalıkların tek bir kaynağı vardır: hayatı sevme hastalığı! Bu amansız hastalığın tek çaresi ise kaybetme korkusunun aşılmasıdır. O zaman insan soyunun acıları son bulacak, diğer bütün terk ediş ve terk edilişler anlamsız kalacaktır.
Şükran, ördüğü mavi kazak melankolinin içinden çıkıp kadınca bir direnişin kahramanı olduğunda kızına bunları söyleyecektir.
İntihara eğilimli bankacı Neşe, geçmiş ve geleceğin peşindeki tarot kartlarını açtıkça, Aydanın aşk acısı da artarak ilerler. İki kadın, karabasanlarını buluştururken siyaseten çarpışırlar ama bir damla kan akmaz.
Sibel K. Türkerin yeni çalışması Hayatı Sevme Hastalığı, yalnızlıktan erkeklerle hesaplaşmaya, alkolden müziğe, ahlaktan aşka pek çok sorunu son derece kıvrak, esprili ve ritmik bir dille anlatan bir roman. Bir çağ manzarası.
Hey kadınlar! Akşamın bu saatinde, bir yer altı treninin içinde aslında birer aşk yolcusu olduğunuzu bilmiyor muydunuz? Hepimiz, istisnasız hepimiz biraz dövülüp ezileceğiz. Yolculuğumuz bittiğinde ise bu akşam treninden kozayı delip çıkan kelebekler gibi mutlu ve özgür ve bilmiş ve tükenmiş ama hayatta kalarak yerüstünün ışıklarına doğru aceleyle uçuşarak çıkıp gideceğiz. Nereye mi ey kadınlar! Karanlık inlerimize tabii ki.
Devamını Oku

9 Mayıs 2013 Perşembe

Günümüzde edebiyat yapma isteği daha düşüktür!

Sokak Kitapları Yayınları yazarlarından Uğur Ziya Şimşek’e ait Öykü ve Roman Yazma Sanatı adlı makalenin üçüncü bölümünde romanın geçirdiği evrim sürecini anlatıyor ve yazar adaylarına önemli ipuçları veriyor. Şimşek, günümüzde edebiyat yapma isteğinin düşük seviyede olduğunu ancak anlatımı hızlandırmanın daha ön planda olduğunu söylüyor.

19. yüzyıl romancılarının muhatap oldukları kitle ile günümüzün romancısının okur kitlesi birbirinden çok farklı dinamiklere sahiptir. Tolstoy, Balzac, Zola, Dostoyevski, Turgenyev gibi romancılar daha durağan bir anlatım kullanmışlar ve tuğla kalınlığında romanlar yazmışlardır. Bu günün romanlarında edebiyat yapma isteği daha düşük seviyededir ve anlatımı hızlandırmak daha ön plandadır. 19.yy dünyası ile günümüzün dünyası arasında önemli farklılıklar vardır. 19. yüzyılda radyo, televizyon, internet, msn, facebook gibi argümanlar yoktu. İnsanların zaman geçirme alternatifleri günümüze göre daha sınırlıydı. O zamanların hayatı daha durağan akıyordu. Şimdi ise fazlasıyla hızlı. Bir sevgili, mektup yazıp aylarca sabırla yanıt gelmesini beklerken şimdi mesajıma niçin bir saat geç yanıt verdin diye ilişkiler noktalanıyor. Sosyal ilişkilerimizin değişimi elbette roman sanatını da etkiliyor. Ancak şu gözden kaçırılmamalıdır ki roman ile ilgili bir değişim olsa da aklın yolu birdir. Temel esaslarda önemli bir süreklilik vardır. Giriş, gelişme, sonuç; kurgu hatalarının olmaması, karakterlerdeki canlılık, kıvrak bir zeka hala çok önemli unsurlardır. Değişen şey biraz daha dinamik ve kısa anlatımdır.

Yazarların yüzde 90’ının ilk kitabı basılmaz!
Roman yazmak isteyen ve iyi bir romancı olmak isteyen kişinin roman sanatındaki değişimleri takip etmesi dışında dışa açık bir yaşam sürmesi de önemlidir. Dünyayı takip etmeli insanlığın gidişatını analiz etmelidir. Bu sayede kendisini sürekli yeniler ve güncel tutar. Yazar adaylarını kaygıya düşüren önemli unsurlardan biri de yazdıkları romanla ilgili yüksek beklentilerinin derhal gerçekleşmesini istemeleridir. Çok uç örnekler dışında ilk romanıyla yüz binlerce satış rakamlarını yakalamış yazarlara pek rastlayamayız. Hatta yazarların yüzde doksanının ilk kitabı basılmaz bile. Büyük çoğunluğu yayınevlerinin umursamaz ve zorlu değerlendirme koşulları içinde yitip giderler. Eğer hobi için roman yazıyorsanız bu durumda ısrarla devam etmenizi öneremem ancak amacınız hayatınızı edebiyata vakfetmekse bu zorluk sizi yıldırmamalıdır. İlk kitabınız beğenilmeyebilir. Basılmayabilir, basılır ama satılmayabilir. Bunların hepsi ihtimaller dâhilindedir. Önemli olan sizin yılmadan yazma kalitenizi yükselterek çalışmaya devam etmenizdir. Eğer para ve şöhret için yazıyorsak bu pek akıllıca olmaz. Çünkü para için seçeceğimiz birçok kestirme yol varken bu zorlu, çileli yola girmemizin bir anlamı yoktur. Eğer amacımız salt şöhret değilse, para değilse, sırf yazmanın güzelliği için dahi devam etmeye değer.

Yazarlık teknikleri öğrenmek Dostoyevski yaratmaz!
Roman yazmayı öğretmek, bazı ipuçları sunmak ve önemli teknikleri göstermektir. Aslında diğer alanlarda da böyledir. Matematik fakülteleri her öğrencisini nasıl ki matematik dahisi yapamıyorsa, fizik fakülteleri her öğrencisinden bir Einstein çıkartamıyorsa, yazarlık teknikleri öğretileri de Dostoyevski olma garantili değildir. Gerek bu anlatı gerek diğer kitaplar teknik bilgileri temel olarak verir. Derinleşmeyi sağlayacak olan sizlersiniz. Bu anlatılar ağrı kesici hap gibi değerlendirilmemelidir. Önemli romanlar yazmanın büyük bir yazar olmanın bir diğer koşulu da hayat birikiminin yüksekliğidir. Dostoyevski, Karamazof Kardeşler’i on sekiz yaşındayken yazamazdı. Çünkü Karamazof Kardeşler’de anlatılan insan ilişkilerinin derinliğini, Rusya’nın o dönemdeki yapısını, o yaşta analiz edemez, düşünemezdi.

Not almayı unutmayın
Bir yazarın dikkat etmesi gereken en önemli nokta alakasız yerlerde aklına gelen güzel fikirleri hemen not defterine kaydetmesidir. Bu yattıktan sonra olduysa ışığı açmanızda ve not etmenizde yine büyük fayda vardır. Not edilmeyen fikirler genelde arkalarında esrarengiz bir sis bırakarak yok olurlar. Ne kadar da zorlasanız o ilk baştaki heyecanlı ve bütünsel yapı gözünüzün önünde canlanmaz. Bunu bir alışkanlık haline getirmek çok faydalıdır. Gördüğünüz ilginç olayları, sizi etkileyen sözleri, aklınızda biranda beliriveren etkili bir cümleyi not etmediğiniz takdirde ilham perisini küstürürsünüz ve zamanla kapınızı daha az çalmaya başlar.
Devamını Oku

2 Mayıs 2013 Perşembe

Yazar öncelikle anlatıcı olmalıdır!

Yeşim Cimcoz Yazı Evi Öykü Atölyesi eğitmeni Özlem Kiper, yazmaya niyet eden kişinin öncelikle anlatıcı olmaya niyet etmesi gerektiğini belirterek “Anlatıcı varsa yazar yoktur. Hal böyle olunca da ortada kafa karıştıracak bir yazar egosu da olmayacaktır. Hikâye her zaman yazarının önüne geçecek ve anlatıcısıyla (yani kendi öğeleriyle) var olacaktır.” dedi.

Öykü Atölyesi
Kadıköy’de bulunan Yazı Evi’nin üç ayda bir yine aynı adla yayımlanan derginin son sayısında yer alan Öykü Atölyesi eğitmeni Özlem Kiper’in röportajını sizlerle paylaşmak istiyorum. Öznur Yılmaz Berk tarafından kaleme alınan röportajda Özlem Kiper, kurmaca, öykü ve yazma eylemi üzerine sizlere ışık tutacağına inandığım açıklamalarda bulundu. Bu keyifli söyleşiyi ve derginin diğer röportajlarını buradan okuyabilirsiniz.

Öykü yazma serüveniniz nasıl başladı ve bu türü seçme nedenleriniz nelerdir? Size göre öykü nedir? 
Aslında yazma serüvenim bir roman taslağı ile başladı. Sonrasında da ne zaman öykü yazsam, bir roman başlangıcı gibi algılandı ve böylelikle ben kendimi öyküye dair, bir öğrenme ve anlama disiplini içinde buldum. Öykünün, o yoğunlaştırılmış tadını duymak çok heyecan verici. Yazar o yoğunluğu, elindeki öğeleri ekonomik kullanarak oluşturuyor. Okuyucu ise, belleğindeki bilgilerle boşlukları tamamlama yoluna giderek o yoğunluğu kendi içinde hafifletiyor.  Bu çok büyülü bir süreç hem yazan, hem okuyan için. Bir aydınlatma, bir aydınlanma hali. Aydınlık bir kere temas etti mi vazgeçmek istemiyor insan. Hep o ışığa, sıcaklığa yöneliyorsunuz, ister istemez.

“Bir insanın hikâyesini bilmiyorsanız, onu tam anlamıyla tanıyorum diyemezsiniz” diye bir söz var. Size göre her yaşam bir öykü mü saklar içinde?
Biz öyküde kurmaca karakter yaratırken, kahramanı geçmişinden başlayarak hayal ederiz.  Bunu yaparken de, hayat hikâyesi giydiririz ona, onlar için bir geçmiş yaratırız. Yarattığımız geçmişin tamamını hikâyemizde anlatmasak bile bu, kahramanımızın baş edemediği bir durum karşısındaki tutumunda, kararlarında, duygularında, çözüme gitmesinde, diğer insanlarla ilişkilerinde bir yansıma olarak vuracaktır metne. Eğer kurmaca düzlemde böyle bir yol, bizi gerçek bilgiye biraz daha yaklaştırıyorsa, gerçek hayat için de aynı izleği sürmek bize tanımak istediğimiz kişi hakkında doğru bilgiye götürebilir.

Özlem Kiper Yazı Evi Öykü Atölyesi

Öykülerde yaşamdan, yaşanmışlıklardan mı yoksa kurmacadan mı daha çok yararlanılıyor?
Öyküyü yazarken aslında yazdıklarımızın yaşamı ne kadar içerip içermediğinin yanıtını arıyoruz. Tek bir kelimenin, bir durumun, bir düşüncenin peşi sıra bir yola çıkıyor ve bu oluşumun ayrıntılarına yöneliyoruz. O sürece kadar aklımızda beslediklerimiz, pencerenin dışında-içinde ve sokağın tam ortasında gördüklerimiz, aslında bugünün tanıklığını içeriyor gibi görünse de başlangıç noktamız genellikle geçmiştir. Yazar şimdi ile birikimleri arasındaki köprüyü kurgu düzleminde kurar. Dolayısıyla, kurgunun başladığı noktanın öncesinde beliren yaşanmışlık sonrasında da devam eder. Kurmaca edebiyatın amacı, iyi hikâyeyi oluşturmaktır. Bunu da gerçekçi sağlam karakterler ve hatasız bir olay örgüsüyle oluşturabiliriz. Gerçekçi karakterleri hayatın içinde aramak, hatta bazen gerçek karakterleri ortaya koyarak yazmak bir yol olabilir. Fakat burada yazarın dikkat etmesi gereken şey,  kahramanıyla özdeşleşeceği ortamın sınırlarını çok iyi ayırmaktır. Karakter ne hissediyorsa, okur da onu hissetmelidir. Yazarın yapmaya çalıştığı empati boyutunu, kendi karakterine taşımaması çok önemlidir. Dikkat ederseniz kurmaca ve gerçek hayat birbiriyle hep içi içe. Biri olmadan diğerinin var olması mümkün değil.

Yazı Evi’nde çok keyifli bir çalışmanız var: Öykü Atölyesi. Biraz da ondan bahsedersek, nasıl bir fikirle ortaya koyuldu, kimler katılıyor? Çalışmanın sonunda katılımcıları ne bekliyor?
Uzun zaman boyunca, konusu öykü olan bu tür atölyelerin hem katılımcısı, hem yöneteni oldum. Bir süre Yeşim Cimcoz’un hazırladığı ‘Dalgaları Aşmak ‘ isimli çalışmayı sundum. Yazıdaki yaratıcılığı destekleyen, tıkanıklığı açan teknikleri kapsayan bu programın,  hem kalemime hem birikimime çok şey kattığını söyleyebilirim. Aynı zamanda katılımcı olarak devam ettiğim diğer programlar, Yazı Evi’ndeki yazmaya yönelik çalışmalar ve buralarda üretilen metinler, kafamda başka meselelerin oluşmasına neden oldu. Şöyle ki, yazmaya ilk başlayan insanların iç dökme hallerinden bir türlü kurtulamayışları, hikâyesi olmayan öykülerin ortada gezinmeleri eskisinden daha fazla dikkatimi çekmeye başladı. Yazarın nasıl bir meselesi olması gerekiyorsa, bir atölye yöneticisinin de meselesi olması gerektiğini düşündüm ve bundan dolayı muazzam bir heyecana kapıldım. Bu düşünceden başlangıçla da, atölyenin konularını ve işleyiş şeklini belirledim. Sonuçta, bugün, kendim nasıl bir atölyeye gitmek istiyorsam onu şekillendiriyor ve yönetiyorum.

Bu noktada, meselenizi biraz daha açarsak, atölyenin içeriğine de değinmiş olacağız sanırım. 
Bence de soruya bu açıdan yaklaşmak çok doğru olur. Lütfen şöyle düşünün: Okur, kitabın içindeki konu ve karakterlerin içinde kaybolmak, onlardan biri olmak için yazarını unutmak ister. Yazar metnin içinde kendini unutturabilmişse bir şeyleri başarmıştır. Yazar, yarattığı karakterle kendi arasındaki çizgiyi koruyamadığında, hikâyenin içine sızıverir. Profesyoneller bunu okuyucuya maharetleri sayesinde çoğu zaman hissettirmezler ama yeni yazmaya başlayanlarda bu bir tehlikedir. Konuyu teknik açıdan iyi oturtmazsak, kendi düşüncelerimizi söyletmeye çalıştığımız karakterler üretmeye başlar, daha da kötüsü birbirine benzer karakterler üretmeye devam ederiz. Öykü Atölyesi içimizde biriktirdiğimiz hikâyelerin ortaya çıkması için anlatıcıların yolunu açıyor.

Niye yazanların yolunu açıyor değil de anlatıcıların yolunu açıyor?
Evet, özellikle ‘anlatıcılar’ kelimesinin altını çiziyorum. Yazamaya niyet eden kişinin öncelikle anlatıcı olmaya niyet etmesi gerektiğini düşünüyorum. Anlatıcı varsa yazar yoktur. Hal böyle olunca da ortada kafa karıştıracak bir yazar egosu da olmayacaktır. Hikâye her zaman yazarının önüne geçecek ve anlatıcısıyla (yani kendi öğeleriyle) var olacaktır.

Daha önce hiç yazmamış bir kişi de öykü atölyesine katılabilir mi?
Hiç yazmamış kişiler de katılabilir, yazmaya niyeti olmayanlar da katılabilir. Atölye aynı zamanda nitelikli edebiyatı da desteklediği için, sadece okumaktan ve okuduklarıyla ilgili konuşmaktan keyif almak isteyenlerin buluşma noktası.

Öykü atölyesine katılmış bir kişinin kendi yaşamına nasıl bir katkısı oluyor?
Öncelikle yazmak en güzel tedavi yöntemlerinden biridir. Yazmaya başlayınca insan, algıları açık olduğu için yaşama dair ayrıntıları daha iyi görebiliyor. Bu da onun hayatla baş edebilmesine yardımcı oluyor. Karakterlerine kan-can verdikçe anlattığı hikâyeler teker teker ortaya çıkmaya başlıyor. Hangimizin, ne zaman, çağlar boyunca okunacak hikâyeyi yazabileceğini kim bilebilir? Bunu anlayabilmek için okumaya ve yazmaya niyet etmek lazım.

Özlem Kiper: Hüznü de, coşkuyu da seven, her şeyin tadını çıkararak yaşamayı sevenlerdenim. Yaşarken ısırırım hayatı. 

Okuyucularımıza sizin söylemek istediğiniz bir tavsiyeniz var mı?
Okuduklarıyla her yere gidebilir insan. Zamanda yolculuk yapar, olmak istediğini olur, hem bugünü yaşar hem sonsuzu… Yazan için ise bu durum daha farklıdır. Yazan kişi anlatabilmek için zamanı da, mekânı da, insanları da elbise gibi giyer üzerine. Okuru anlattığı dünyaya taşıyabilmek için, bir süreliğine kendi olmaktan vazgeçer. Bu bir sihirdir. Yaşadığımız gezegenle, düşlerin kurgulandığı yer arasında oluşan huzurlu bir diyardır.  En azından okumaya biraz daha zaman ayırarak bu mutlu diyarda yaşayanların sayısını artıralım.

Sizinle tanışmak ve çalışmalarınıza katılmak isteyenler size nasıl ulaşabilirler?
Tüm paylaşım sitelerinden Facebook, Twitter, Pinterest ve tabii ki Yazı Evi Dergisi, Ajandası, internet arama motorları, her yerden ulaşabilirler. Yazı Evi haftanın altı günü (bazen Pazar günü de dâhil) açık bir mekân. Bize ulaşamama gibi bir sıkıntı söz konusu değil. Buyursunlar gelsinler, tanışalım. Kendimiz için güzel bir başlangıç yapalım.
Devamını Oku

Yaratıcı Yazarlık Derken - Feridun Andaç

Kendisinden yaratıcı yazarlık eğitimi aldığım değerli hocam Feridun Andaç'ın yaratıcı yazarlık üzerine kaleme aldığı ve Dünya Gazetesi'nde yayımlanan köşe yazısını mutlaka okumanızı öneririm.

Yaratıcı yazarlık üzerine köşe yazısı!
Bu konuda çok şey söylendi, yazıldı çizildi. Oysa ülkemizin bu kavramla tanışması yenidir, arka planı yoktur. Yani bir "ders" olarak algılanması, programlanması yapılmamıştır. Bu nedenledir ki, gelinen noktada bir "kurs" gibi görülüp, önüne gelen tarafından buna dair dersler verilmektedir. Oysa kavramsal bir tanımı, çerçevesi vardır. "Creative writing" adı verilen de, etkili/yaratıcı yazma yönteminin kavramsal yanıdır. Yaratıcılık kavramının yaratıcı deneyle ortaya çıkıp biçim aldığı, yeni yazma yöntemlerine kapı araladığı bir gerçek. Ama altı çizilecek bir yanı da var ki, bunu sezgisel yazma olarak algılamamak gerek. Çünkü deneyimlerle ortaya çıkan şudur: Okuma eylemi olmadan yaratıcılık eyleminin ortaya çıkması güçtür, hatta mümkün değildir.
Yazarlık eğitiminin özü şudur: İyi bir okur olmadan yazarlığın öğrenilemeyeceğini göstermek, insanın içindeki yaratıcılığı ortaya çıkarabilmesi için ilkten kendisinin nasıl bir okur olduğunu keşfetmesi gerektiğini, ardından da neyi/niçin/nasıl yazması gerektiği konusunda yol gösterici olmak. Konunun da kilit noktası budur. Bu bağlamda yaratıcı yazarlık derslerimi şöyle ayrıştırırım:

Feridun Andaç'ın yaratıcı yazarlık üzerine yazıdığı yazının devamını buradan okuyabilirsiniz.
Devamını Oku
BlogOkulu Gadgets