12 Ağustos 2013 Pazartesi

Dilek Balonu (Öykü)

Dilek Balonu adını taşıyan bir öykü.
Sıkıntıdan patlıyordu. Günlerden cumartesiydi ve onu kimse aramamıştı. Yalnızdı. Öğle üzeri evden istemeyerek çıktı. Nereye gideceğini bilmeden yine düştü yollara.
Bakırköy’e gitmeye karar verdi sonra. Otobüse bindi. Umutsuzdu. Günün ne getireceğini bilmiyordu, belirsizlik tüm zihnini kaplamıştı. İşsizdi. Mevsimlerden yazdı. Şehir boşalmış, insanlar gönlüne göre bir tatil beldesi seçmiş ve çok sevdikleri, bir o kadar da nefret ettikleri İstanbul’u terk etmişlerdi.

Bakırköy eskisi kadar olmasa da yine de kalabalıktı. Meydandan aşağıya indi. Pusuya yatmış İngilizce kursu simsarlarının arasından geçerek İstanbul Caddesi’ne vardı. Caddenin en havalı alışveriş merkezine doğru yoluna devam etti. Müdavimi olduğu, filtre kahvesine bayıldığı, ikonu denizkızı olan meşhur kahve dükkânları zincirinin en üst kattaki kitapçıya komşu, teras katında oturmaya niyetlendi. Ama önce bunaltan Ağustos sıcağından kaçmak, birkaç kitap karıştırıp içinden pasajlar okumak için kitapçıyı dolaşmaya karar verdi.

Kitapçının geniş kapısından içeri girdi. Müzik market bölümüne ilgi göstermeden çiçek bahçesini çağrıştıran kitap raflarının arasında dolaşmaya başladı. İlgi alanlarına göre ayrılmış rafların birinden gözüne kestirdiği bir kitabı seçiyor, önce kapağını inceliyor, arka kapak yazısına üstünkörü bakıyor, sonra rasgele bir sayfa açıp içinden pasajlar okuyordu.

Ara sıra kırmızı kalp logosuyla tanınan Türkiye’nin en köklü yayınevlerinden birinin kundaktaki bebek gibi plastikle kaplanmış kitaplarına rastlıyor, kitabı açamadığından sadece arka kapak yazısını okuyabiliyordu. İçinden yayınevine kallavi bir küfür salladıktan sonra “Okuyucuyu neden reklâm kokan arka kapak yazısına mahkûm ederler ki? Yazık. Oysa kitabın içinden bir cümle okuru kolayca tavlar.” diye söyleniyordu.

Ne aradığını bilmeyen çocuklar gibi dolaşmaya devam etti. Dünya klasikleri bölümüne geldiğinde ilk olarak Karamazof Kardeşler gözüne çarptı. Okuma alışkanlığının başlangıcı olan kitabı özenle eline aldı. Eski bir sevgilinin fotoğrafına bakan aşık gibi hissetti kendini. Yüzünde anılarının canlandığını belli eden bir tebessüm belirdi. Kitabın yazarı Dostoyevski’nin psikolojik tahlilleri sayesinde genç yaşında insanları, hayatı daha iyi kavradığını unutmamıştı. Bilge yazar kitabıyla ona, insan ruhunun karanlık, gizemlerle dolu yanlarını armağan etmişti. Romanın kahramanı Alyoşa da hala zihninin bir köşesinde saklı duruyordu. Bu kitap sayesinde Rus edebiyatına yelken açmıştı. Tolstoy, Turgenyev, Gorki gibi dönemin üstatlarının kaleminden, Çarlık Rusyası’nın arka planda olduğu hikâyeler okumuş, bilmediği bir dünyayı keşfe çıkmıştı. İçlerinden onu etkileyen en çok Puşkin’in Yüzbaşının Kızı adlı romanı olmuştu.

Klasikler rafının ikinci katında Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi adlı romanı “Ben de buradayım!” der gibi ona bakıyordu. Paris ve Londra’da geçen hikâyeden aklında kalan en ilginç ayrıntı on yedinci yüzyılın sonlarında Paris’te kanalizasyon şebekesi olmadığı için insan dışkılarının sokaklardan oluk oluk akmasıydı. Bu nedenle kadınlar elbiseleri boka batmasın diye yüksek topuklu ayakkabılar giyiyordu. Şimdilerde kadınların tutkunu olduğu bacaklarını biçimlendiren topuklu ayakkabıların ortaya çıkış öyküsü böyle ilginç bir nedene dayanıyordu. Elbette o dönemde temizlikten nasibini alamamış Fransız toplumunun kötü kokuları bastırmak için ürettiği parfümlerin dünyanın en güzel ürünleri olması da daha sonraları çok sevdiği Koku romanını okumasına vesile olacaktı.

Romandan aklında kalan sadece bu küçük ayrıntı değildi. Yazar hakkında bilgi veren bölümü okuduğunda sıra dışı bir anekdotla karşılaşmıştı. Yazar, turistik bir gezi için New York’a ziyarete gittiğinde onu tüm şehir halkı karşılamış, sokaklarda uzun kutlama kortejleri oluşturmuş. Kalabalıkların arasında halkı selamlayarak gezen Charles Dickens’ın başından aşağıya gül yaprakları ve konfetiler dökülmüş. Amerika’daki hayranları tarafından zamanımızın pop yıldızları gibi karşılanan yazar, New York limanından sandık sandık kitabın Amerika’ya taşındığına da şahit olmuş. Bu olay on sekizinci yüzyılda çok okuyan bir topluma sahip olan Amerika’nın neden icatlar çağının anavatanı olduğunun ispatıydı.

Vakit öldürmek için plansızca başladığı gezisine devam etti. Elindeki kitaptan bir şeyler okuyan genç okurların arasından geçti. Türk edebiyatı bölümüne geldiğinde uğramadan yapamadığı bir yazar onu yeni kitabıyla selamladı: Murathan Mungan imzalı Tuğla. Son dönem Türk edebiyatın dili en iyi kullanan yazarlardan biri olan Mungan’ın şiirleri sayesinde pek çok güzel dilberin gönlünü çalmıştı. Kapak fotoğrafını biçimsiz bulduğu kitaptan birkaç satır okudu. Onu tavlayacak cümleyi bulamadı. Kitabı yerine yerleştirdi ve oradan ayrıldı.

Gözleriyle rafları takip ediyor, küçük adımlarla oradan oraya dolanıyordu. İnsanın ruhunu dinginleştiren kitapçının serin havasına arka fondaki duygusal şarkının melodisi eşlik ediyordu. Sayıca kadınların fazla olduğu kitap gezginleri bal arısı gibi raflarda çiçek açan rengârenk kitapları tek tek ziyaret ediyordu.

Her çiçekten bal almalı sözünün hatırına kişisel gelişim kitaplarına da göz gezdirdi. İnsanı gaza getiren cümlelerle, uygulamalarla dolu kitaplar meleklerden yardım istemekten tutun da kaderinizi yönetmeye kadar evrenin tüm sırlarını size ifşa ediyordu. Kuantum kelimesi kitap isimlerinin en popüler sözcüğüydü. Fizikçiler tarafından gizemi halen çözülememiş kuantum teorisinin hayata olan etkisini anlatan kişisel gelişim kitapları, okuyanına mucizelerle dolu bir yaşamın kapılarını açtığını iddia ediyordu. Zenginlere mutluluk, bekârlara kısmet, yoksullara para, yalnızlara sevgili, eziklere cesaret vaat eden kişisel gelişim kitapları falcılar gibi sizi avucunuza alıyor, inanmasanız da zihninizi fethetmeyi başarıyordu. Kitaplardan birinde okuduğu birkaç cümleden sonra Murat’ın yüzünde alaycı bir ifade belirdi. “Saçmalık!” diyerek kitabı aldığı rafa koydu. O bölümden ayrılırken John Lennon’un bir sözünü tekrarladı: “Hayat gelecek için planlar yaparken başımıza gelenlerdir.”

Kitapçıdaki yolculuğu neredeyse bir saatti bulmuştu. Günün başlangıcındaki can sıkıntısı gitmiş, yerine her biri farklı bir dünyanın kapısını aralayan kitapların insana huzur veren dinginliği gelmişti. Arada sırada kafasını kaldırıyor, neler olup bittiğine bakıyordu. Kırmızı tişörtlü mağaza görevlileri rafların arasında geziniyor, kimisi dağılmış kitapları düzene sokuyor, kimisi de aradığı kitabı bulamayan kitap kurtlarına yardım ediyordu. Müşterilerden bazıları da DVD bölümünde sevdiği filmlere bakınıyordu. Müzik CD’lerinin olduğu kısım ise oldukça ıssızdı. İnternetten bedava indirilen şarkılar yüzünden müzik bölümü öksüz kalmış, eski şaşalı günlerini geride bırakmıştı.

Tekrar kitaplara döndü. Dünya edebiyatı bölümüne geldiğinde onu bu rafın kralı olan Jean Paul Sartre selamladı. Üniversite yıllarında tanışmıştı onunla. İlk olarak İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç, oluş ve bitiş dönemlerini ele aldığı üçlemesi olan Bekleyiş, Tükeniş ve Uyanış adlı kitaplarını okumuştu. Zamanın ruhunu bu kadar iyi yansıtan başka bir yazarla tanışmamıştı henüz. Sözcüklere gösterdiği özen, kahramanlarının iç dünyasına yaptığı yolculuk, ortaya koyduğu felsefe onu çok etkilemişti. Varoluşçu akımın kurucu babası sayılan Jean Paul Sartre’ın en çok takdir ettiği davranışı ise birçok romancının almak için takla attığı Nobel edebiyat ödülünü reddetmesiydi.

Yazarın Bulantı adlı kitabının sayfalarını karıştırırken, omuz hizasındaki kitap rafının karşı tarafında siyah kalın çerçeveli gözlükleri burunun üzerine düşmüş esmer kızı gördü. Bakışları kızın üzerine düşer düşmez soğuk bir ürpertinin teninde gezindiğini hissetti. Şaşkınlığını atlatınca kızın görünümünü incelemeye başladı. Koyu kırmızı kalın dudakları, pürüzsüz boynunun vücuduyla birleştiği yere kadar kesilmiş kömür karası saçları, düşünceli bakışlara sahip zeytin gözleriyle uyum içindeydi. Göğüs kısmı hafiften açılmıştı. Esmer teninin üzerindeki siyah renkli parlak taştan yapılmış irice haç göze çarpıyordu.

Kızın elindeki kitabı göremese de sayfalarını dikkatlice incelediğini bakışlarından anlıyordu. Kitabı bıraktıktan sonra gözleri özenle raflardaki kitaplarda geziniyor, içlerinden birini kuğu gibi zarif bir hareketle ele geçirip incelemeye başlıyordu.

Murat, kızı takip etmeye başladı. Hangi bölümde durursa onu karşıdan gören bir yer seçiyor, elindeki kitabı yalancıktan karıştırıyormuş gibi yapıyor, gözlerini ondan alamıyordu. Bir ara yan yana geldiklerinde belli etmeden ara sıra yan gözlerle kıza kaçamak bakışlar atıyordu. Siyah daracık bir şort giymişti. Yaz güneşinin izlerini taşıyan kalın fakat biçimli bacakları pervasızca ortadaydı. Üzerindeki gri tişörtte bir takım iç içe geçmiş harflerden oluşan bir güruh bulunuyordu. Bol tişörtüne rağmen büyük göğüsleri varlığını belli ediyordu. Tahminen yirmili yaşların ortasında olan genç kızın ayağında Converse ayakkabıları vardı. Çorap giymemişti.

Murat ne olacağını umursamadan efsunlanmış gibi kızın peşinde dolanıyordu. Avını pusuda yatmış bekleyen, az sonra saldıracak olan aslan gibi tanışma planları kurguluyordu. Bir ara yanına gidip sıradan bir kitapçıda tanışma tiyatrosu oynamaya karar verdi. Tiradları belirledi, konuşmanın akışını tasarladı. Sonra vazgeçti. Sıkıcı bulmuştu bu fikri. Bu sırada kız sevinçle gülümsedi. Yavrusunu okşayan bir anne gibi ellerini bulduğu kitabın üzerinde gezdirdi.

Murat kızın raftan aldığı kitabı aklına nakşetti. Kasaya doğru gittiğini görünce telaşlandı. Kızı kaçıracaktı. Kaygılı gözlerle her hareketini izliyordu. Esmer kız kitabın parasını ödedi. Kasiyerin poşete koyduğu kitabı aldı. Kitapçıyla iç içe geçmiş kahve satış bölümüne yöneldi. Kasadaki satış görevlisine küçük bir gülümseme ile siparişini verdi. Birkaç dakika sonra genç kızların yaz mevsimindeki favori içeceği buzlu sütlü kahvesini aldı. Terasa açılan kapıdan içeri girdi.

Murat derin bir oh çekti. “Şimdi biraz beklemeli, beş dakika sonra terasa çıkmalı.” diye içinden geçirdi. Kitapçıda bir aşağı bir yukarı yürüyor, nezarete düşmüş sabırsız zanlı gibi volta atıyordu. Vakit geçmek bilmiyor, raflardaki kitaplar da artık onu avutamıyordu. Daha fazla dayanamayacağını anlayınca filtre kahve almak için sıraya girdi. Uzun saatler çalışmaktan yorulmuş yüzü, kızarmış gözleri, memnuniyetsizliğini belirten sarkık dudakları olan kasiyer kıza siparişini verdi. Çok geçmeden kâğıttan yapılmış kahve bardağını kaptığı gibi kendini terasa attı.

Teras kapısının önünde duraksadı. Kalabalık arasında az önce kitapçıda takip ettiği kızı arıyordu. Ortadaki masalardan birinde onu elindeki günlüğü okurken buldu. Bacaklarını dizlerinden kırmış, yanındaki boş sandalyeye koymuştu. Murat dikkat çekmemek için etrafına aldırmayan bir tavırla kızın karşısında bulunan boş masaya oturdu. Çantasından çıkardığı bir kitabı okuyormuş gibi yaparak alımlı esmer kızı izlemeye başladı. Birkaç dakika sonra ortamdaki garip havayı sezinledi. Mekândaki avcı erkekler beleş et bulmuş çakal gibi bir noktaya gözlerini dikmiş, kızın bacaklarını dikizliyorlardı.

İstanbul’un kızlarında olmayan bir hali, buralardan olmadığını belli eden bir tavrı vardı. Etraftaki erkeklerin bakışlarına aldırmadan kendi keyfine göre takılıyordu. Kafedeki diğer kızlar da sinir olmuşlardı bu rahat tavırlı kıza. Kara melek gibi cazibesiyle bütün erkeklerin bakışlarını kendinde toplamıştı. Diğer kızlar ilgi fakiri kalmıştı.

Murat ilk bakışta kızı güzel bulmamıştı ama alımlı, çekici olduğu su götürmezdi. Zaten güzellik kavramı göreceli bir şeydi. Tornadan çıkmış gibi standart ölçülerde, gözlerindeki ışığı sönmüş, etrafa yalancı gülücükler saçan, mal mülk bakımından zengin, ancak ruh fakiri kızlar güzel olabilirdi. Ancak kadının gerçek güzelliği içten gelen ışığın bir kristal elmas gibi yüzünden, gözlerinden yansımasında saklıydı. Kadını farklı kılan o ışığın rengi, tonuydu. Kozmetik tutkunu kadınların fark edemediği de işte buydu. Bu yüzden uyuşturucu müptelası gibi kullandıkları kozmetik ürünler yüzünden ruhları doz aşımından zamanla ölüyordu. Oysaki kitap okumak, hayatı dilediğince yaşamak insanın ruhunu besliyor, farklılığını ortaya çıkarıyor, ışığını güçlendiriyor ve kadınları çekici kılıyordu.

Murat’ın aklından bu düşünceler geçerken kara kız bezle kaplanmış, arka kapağında küçük bir kilidi olan ve üzerindeki kalp kabartmasında Love yazan pembe renkli günlüğünü okumaya devam ediyordu. Masasındaki poşette de az önce kitapçıdan satın aldığı kitap duruyordu. Günlüğünü okurken kara kızın yüzünde ara sıra bir çocuğun saf gülüşüne benzer sıcak, samimi bir tebessüm beliriyordu. Bazen de vişneçürüğü dudaklarını ısırıyor, gözleri şaşa kalıyor, heyecanla nefesini tutuyordu.

İki yabancı bir ara göz göze geldiler. Bu ilk temastan sonra birkaç kaçamak bakış daha yaşandı. Kız onu fark etmişti ama aldırış etmedi. Bir şeyler okurken sıklıkla yaptığı gibi parmaklarını sırayla masaya vurmaya başladı. Murat kızın parmaklarını odaklandı. Önce serçe, sonra yüzük, sonra orta ve en sonunda da işaret parmağı masaya vuruyordu. Hipnoza girmek üzere olan birinin köstekli saati takip etmesi gibi parmakların büyüsüne kapıldı. İnce uzun tırnakların çıkardığı “çıt” sesinden başka bir şey duyamaz olmuştu.

Bu arada kız, günlüğünü okumayı bitirdi. Geçmişinde yaşadığı güzel anları hatırlamanın verdiği mutlukla etrafına neşe dolu bir gülücük fırlattı. Murat harekete geçme vaktinin geldiğini anladı. Daha fazla bekleyemezdi. Cesaretini topladı. Ayağa kalktı. Usulca kızın yanına seğirtti. Kafedekiler tiyatroya gelmiş seyirciler gibi meraklı gözlerle olacakları beklemeye koyuldular. Konuşmalar kesilmiş ses namına çıt çıkmıyordu. Masalardaki boş kağıt bardakları toplayan yeşil önlüklü garson bile durmuş onlara bakıyordu. Nefesini tutmuş herkes onları izliyordu. Rezil olursa büyük fiyasko yaşayacak, tanımadığı insanlara alay konusu olacaktı. Yüzüne güven veren bir ifade kondurdu ve kızla tok bir sesle konuşmaya başladı.

“Merhaba. Ben Murat. Günlüğünüzü okurken sizi izledim. Tatlı tatlı gülümseyişiniz çok hoşuma gitti. Sizin için de uygunsa sohbet etmek isterim?” Nerden çıktı şimdi bu sözler diye içinden geçirdi Murat, Türk filmlerindeki çapkın jönler gibi konuşmasını yadırgadı.

Kızın gülümseyen yüzü düştü, ciddi bir hal aldı.

“Ben ortada sohbet edecek bir neden göremiyorum.”

Kötü bir başlangıçtı. Teklifi reddedilmiş, asık bir suratla terslenmişti. Kafedekiler meraklı bakışlarla Murat’ın ne yapacağını bekliyorlardı. Pes etmeye niyeti yoktu.

“Eğer teklifimi kabul ederseniz pek çok ortak noktamızın olduğunu göreceksiniz. İnancım odur ki bu iyi bir neden olacak sizin için?”

Kız bir ara duraksadı. Alıcı gözüyle Murat’ı süzdü. Kafasını ikiye yana sallayarak “Sanmıyorum” dedi ve gitmesini ister gibi kafasını öne eğdi.

Murat ikinci kez bozguna uğramıştı. Son numarasını yapmak için atıldı.

“Peki. Bana bir şans verin size sohbet etmemiz için bir neden bulayım.

“Nasıl bir şans istiyorsunuz?”

“Eğer poşetiniz içindeki kitabın adını ve yazarını bilirsem benimle sohbet etmeyi kabul edeceksiniz? Anlaştık mı?”

Garip bir teklifti bu. Karşısındaki adam iddiasını ortaya atarken kendinden emin gözüküyordu. Kitabın adını ve yazarını bilmesine imkân yoktu. Tutarlı bir tahminde bulunacak, cevabı bilemese de yine yüzsüzlüğe vurup “En azından denedim, çabamı takdir edip bunun için bile sohbet etmeliyiz” diye yine ısrar edecekti. Çabasını boşa çıkarmak, herkesin önünde onu rezil edip iyi bir ders vermek için teklifini kabul etti.

Murat gözlerini kapattı, kitabın içinde olduğu poşetin üzerinde elini gezdirmeye başladı. Bir sihirbaz edasıyla çenesini hafifçe yukarı kaldırıp eliyle kitabı sanki hissediyormuş gibi küçük hareketler yaptı. Kısa bir süre bekledikten sonra cevabını açıkladı.

“Poşetin içindeki kitabın adı… Buzdolabı Üzerindeki Kız. Ve yazarı… Etgar Keret.”

Kız şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacaktı. Birkaç saniye hareketsiz kaldı. Murat buna aldırış etmeden poşeti eline aldı ve içinden kitabı çıkartarak onları izleyen kalabalığa gösterir gibi havaya kaldırdı.

“Daha bitmedi. Madem ikna olmak istiyorsun sana bir sürprizim daha var.”

Elini çantasına attı. Kitaplarının içinden birini alarak kıza doğru uzattı. Poşetten çıkan kitabın aynısı onda da vardı.

“Sanırım bu sohbet etmemiz için iyi bir neden.”

Kızın şaşkınlığı iki kat arttı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Ava giderken avlanmıştı.

“Nerden bildin kitabın adını?” diye çıkıştı sonra.

“Bu da benim sırrım olsun. Ayrıca Etgar Keret okuyan kızlara buralarda pek rastlanmıyor.”

Aslında Murat Etgar Keret’i daha önce hiç okumamıştı. Kızı kitapçıda gizlice takip etmenin verdiği bir avantajdı sadece. Teklifi beklemeden masaya oturdu. Kafedekiler olup biteni dedikodusunu yapmak için sohbetlerine geri döndüler.

“Daha önce de söylemiştim ama tekrarlayayım, benim adım Murat.”

“Aline”

“Değişik bir isim, anlamı ne?”

“Işığın kaynağı anlamına geliyor.”

“Sıra dışı. Türk değilsin sanırım?”

“Hayır, Ermeniyim.”

“Buralardan değilsin galiba daha çok turiste benziyorsun.”

“Aslında ben de Amerika’dan yeni geldim. Bi bakıma turist sayılırım. Okul bitti, ne iş yapacağıma henüz karar veremedim. Kendimi dinliyorum bu aralar. Bir gün cevabını bulunca kolları sıvayacağım.”

“Ne okudun”

“Amerikan dili ve edebiyatı.”

“Ben de sosyoloji mezunuyum”

“Öyle mi ah ne kadar özenmiştim ama kısmet olmadı işte. Nerde çalışıyorsun?

“Üç aydır çalışmıyorum. Uzun yıllar gazetecilik yaptım. Günlük haber akışından sıkıldım. Başka bir mecrada şansımı denemeye karar verdim.”

“Sevindim senin adına. Ne işle uğraşıyorsun?

“Edebiyata meraklandım. Aslında daha önceleri bir yazarlık atölyesine de katılmıştım. Ama yolumu çizememiştim ve nasıl yazacağımı da bilmiyordum. Geçenlerde tesadüfen bir kitap buldum. O bana ışık oldu, yüreklendirdi. Yeniden yazmaya başladım.

“Ne güzel, roman mı, öykü mü yoksa deneme mi yazıyorsun?

“Kısa öyküler yazıyorum. Yayınlanması için değil, sadece alıştırma olsun diye. Yabancı dil öğrenmek gibi. Bilirsin konuşmak için dilin kemiği kırılmalı diye bir tabir vardır. Bu da öyle yaza yaza yazmayı öğreniyor insan. Kurmaca yazma alışkanlığı kazanmak için uğraşıyorum.”

Haklısın, nice yazar bu yoldan geçmiş. İlk yazdıkları ses getirmese bile sonrasında verdikleri eserler büyük olay olmuş.”

“Doğru yoldayım desene. Aslında yazdıklarımı yayınlanması düşüncesinden çok hoşuma giden hissettiğim hal. Yazarken kendimi tanrı gibi hissediyorum”

“Tanrı gibi hissetmek neden seni bu kadar keyiflendiriyor? Varolan dünyayı beğenmiyor musun?

“Kim beğeniyor ki bu gariban dünyayı? Çoğu insan halinden şikâyetçi. Mutlaka eksik bir yanı bizi mutsuz ediyor ve var olanı değiştirmeye çabalıyoruz. Hayat denilen şey de bu çabanın toplamı değil mi?”

“Öyle, ama insan yoruluyor yine de. Değiştirmeyi bırakıyor bir süre sonra. Kendi küçük cennetini kuruyor ve orada yaşamaya başlıyor. Gürül gürül akan bir nehrin kenarındaki küçük su birikintisinde yaşayan kurbağalar gibi.

“Edebiyat benim için bu sanırım kendi küçük su birikintim.”

“Yetmez! Başka uğraşlar, küçük cennetler tatmin etmiyor insanı. Tüm tehlikesine rağmen hayat nehrinde olmak istiyor.”

“Belki de hayata duyulan aşk budur, hayatın bilinmeyen olasılıklar dünyasına atılmak için ihtiyaç duyduğumuz cesaret.”

Suskunluk oldu. Güneş veda ederken dünyaya alacakaranlık ortalığı kaplamak üzereydi.

“Yeşilköy sahile gitmeye ne dersin, dolunay da çıkacak, deniz kenarında oturur izleriz.”

Aline bu ani teklif karşısında biraz düşündü. Ölçtü biçti. Olasılıkları hesapladı.

“Peki. Etgar Keret’in hatırına ama. Sana güveniyorum. Yüzümü kara çıkartmazsın umarım.”

Murat kafeden çıkarken adeta zafer kazanmış bir komutan edası ile etrafındaki çakallara sadece erkeklerin anlayabileceği “Kız artık benim!” der gibi bakış fırlattı.

Kısa bir tren yolculuğunun ardından Yeşilköy’e ulaştılar. Sahilin hemen girişindeki çay bahçesini geçtikten sonra deniz kıyısında, kumların üzerine oturdular. Dalga sesleri, gökteki ay ve yakamozlu denizdeki birkaç gemiden başka kimsecikler yoktu. Yeşilköy sahili Murat’a yitik aşkını gömdüğü Bodrum’u anımsatıyordu.

“Ben şiir de yazıyorum biliyor musun?”

“Beni etkilemeye mi çalışıyorsun yoksa?”

Gülüştüler. Murat’ın yanakları kızardı. Kabahati yüzüne vurulan masum bir çocuk gibi küçük yalanla savuşturmak istedi bu sözü.

“Yoo. Sadece seversin diye düşündüm. Bir de buraya gelince yazdığım bir şiir geldi aklıma.”

“Ezberinde var mı?”

“Var.”

“Okur musun?”

“Peki.”

Ses tonunu ayarladı ve okumaya başladı.

Deniz geceleri simsiyahtır,
Karanlık, ürkütücü bir dehliz gibi
Oysa denizin asıl rengi mavidir
Mavi umuttur, gelecektir
Ben, şimdilerde
Gecenin orta yerinde
Yapayalnız, kapkaranlık bir deniz gibiyim
Bana benliğimi ve ruhumu verecek olan
Güneşi bekliyorum.


“Güzel bir şiir. Kederin, özlemin, umudun sözcüklere işlemiş, ses olmuş. Sana da öyle gelmiyor mu, doğadaki her şey başka bir şeyle anlamlı. O olmadan sen var olamıyorsun. Tıpkı yaprak ve güneş gibi, toprak ve çiçek, gece ve gündüz…”

“Kadın ve erkek gibi…”

“Evet, kadın ve erkek gibi”

Can sıkıcı suskunluktan biri daha girdi araya. Sanki sözcükler onları bir sınıra getiriyor, ötesine adım atmaya cesaret edemiyorlar ya da vakitsizce olduğunu düşünüyorlardı.

Bu sırada, sahilin sol tarafında, turuncu bir ışık huzmesi göğe doğru yükselmeye başladı. Çok geçmeden bir tane daha, bir tane daha. Sanki kandiller havalanmış, balon olmuş uçuyorlardı. Gökyüzünde adeta ateş böcekleri gibi dans ediyorlardı. “Bunlar ne?” diye sordu Aline. “Dilek Balonu” diye yanıtladı. “Kağıttan bir balonun içinde yanan bir kandil var. Sıcak hava sayesinde uçuyor. Balonu havaya bırakmadan önce bir dilek tutuyorsun. O yüzden adını Dilek Balonu koymuşlar.” Manzara harikaydı, denizin üzerinde onlarca balon karanlık gökyüzüne umut taşıyordu.

“Hadi biz de bir dilek tutalım” dedi. Önde Aline arkada Murat koşa koşa baloncunun yanına gittiler. İçlerinden birini seçtiler, gözlerini kapattılar el ele tutuştular. Birbirlerinden habersizce, ruhlarının bir köşesinde, kimsenin bilmediği bir yerde tuttukları en gizli dileklerinden birini seçerek dilek balonu ile gökyüzüne yolladılar. Balonun yükselişini izlerken öylece birkaç dakika durdular. Yan yana duran elleri istemsizce kavuştu. Bir yabancı elin sıcaklığını hissetmek hoşlarına gitmişti. Balon yükseldikçe yükseliyor diğer dilek taşıyan balonların arasında yerini alıyordu. Dalga seslerinin eşliğinde sahilde yürüyerek eski yerlerine dönerken Aline “Söyle bakalım ne diledin?” diye atıldı merakla, heyecanla. Murat hiç sektirmeden, araya boşluk almadan “Seni yaşamayı diledim” dedi.

Aline afalladı. Ne demek istediğini çok iyi anlamasına rağmen bir an inanamadı bu söze. Daha önce duyduğu diğer sözler gibi yapmacık geldi bir an, aniden ortaya atılmış anlık bir istek gibi. Ama sonra düşündü, onu sadece yaşamayı dileyen birine önceden hiç rastlamıştı. Etrafındaki insanların tek derdi ona verilen görevi yerine getirmesiydi. Annesi, babası, öğretmeni, arkadaşları ve eski sevgilileri. Hayatındakiler onun belli kalıplar içinde davranmasını, yaşamasını istiyordu. İlk defa tanımasa da onu sadece yaşamak isteyen birine rastlamıştı. Murat Aline’nin çatal karası gözlerine baktı, sözlerini sürdürdü.

"Bilmiyorum bu ne kadar sürer, birkaç saat mi, bir gün mü, hafta mı ay mı yoksa yıllarca mı ama seni gördüğümde ilk hissettiğim şey seni yaşamaktı."

Aklı kaybolup gitmişti. Sanki bu sözler, çoktandır kilitli tuttuğu, içinde ruhunun özünü sakladığını ve herkesten gizlediği karanlık kuytu odasının anahtarı gibiydi ve kapı hiç beklemediği bir anda açılmıştı. Cennet bahçesinden iki gül gamze olup konuverdi yanaklarına, peşi sıra iki damlayla. Ne yaptığını düşünmeden, kollarını Murat’ın boynuna doladı, dolgun dudakları ile sonrasında hayatında en çok sevdiği insan olacak adamı usulca öpmeye başladı.
Devamını Oku

6 Ağustos 2013 Salı

Yazarlardan yazma üzerine özdeyişler!

Yazma sanatı üzerine yazarların sözlerini aktarmak istedim sizlere, yazarların yazıya ve yazma eylemine bakışını bir de özlü sözlerle onlardan dinleyelim.

Yazarlardan özdeyişler yazma eylemi üzerine, mutlaka okuyun.
Yazarların "yazmak üzerine" söyledikleri sözler yazma eylemine gönül vermiş insanlar için bir kıvılcım niteliği taşır. Tek satırlık bir söz daha önce anlamlandıramadığımız, manasını çözemediğimiz durumları çözmemize yarar ya da "Nereden başlamalı?" "Nasıl yazmalı?" "Ne yazmalı?" gibi aklımızı kemiren soruların ne kadar kof olduklarını bize hatırlatır. Bu yüzden önem veririm ustaların ne söylediğine. Bir çırpıda koyuverir önünüze yazma eyleminin ne olduğunu. Belki tamamını anlatmaz, belki de yanlı, öznel bir bakış açısıdır ama olsun, yine de umut olur genç yazarın çabasına. Bu sözleri Ege Edebiyat adlı bir siteden aldım, ziyaret etmenizi öneririm yazarlık adına çok derin çalışmalar, araştırmalar var. Bakalım neler söylemiş üstatlar yazma eylemi üzerine. Siz de en sevdiğiniz sözü seçin, nedenini yazın, lütfen yorumlayın.

Yazma eylemi üzerine özdeyişler!
  • İnsan her şeyden önce kendisi için yazmalıdır, iyi yazmanın biricik yolu budur. (Gustave Flaubert)
  • Yazmaya başlamadan önce düşünmeyi öğreniniz. (Nicolas Boileau)
  • İyi yazmak; iyi düşünmek, iyi hissetmek ve iyi ifade etmektir. Bu hem zeka, hem ruh, hem zevk sahibi olmayı gerektirir. (Buffon)
  • Sınırlandırmayı bilmeyen asla yazı yazamaz. (Nicolas Boileau)
  • Yirmi yaşında şiirler yazıyorsanız, bu yirmi yaşında olduğunuzu gösterir, kırkında şiir yazıyorsanız, bu şair olduğunuzu gösterir. (Francis Carco)
  • Yazmak, aynı zamanda susmak, söylememek, sesini kesmek demektir, gürültüsüz haykırmaktır. (Marguerite Duras)
  • Kim ki konuşur gibi yazıyor, kim ki çok güzel yazıyor, onun yazıları kötüdür. (Georges Louis leclerc)
  • Yazmak yaşamak demek değildir, yaşamanın dışına çıkmaktır. (Blaise Cendrars)
  • İyi yazmak için tabii bir kolaylığa ve tecrübeyle öğrenilmiş zorluğa sahip olmak gerekir. (Joseph Joubert)
  • Sağduyu, iyi yazmanın kaynağı ve prensibidir. (Horace)
  • Bir satırsız bir günüm yok. (Pline l’Ancien)
  • Coşkunluk, vecde gelmek bir yazarın ruh hali değildir. (Paul Valéry)
  • Yazmak, konu bütünlüğünü bölmeyen bir tarz konuşmadır. (Jules Renard)
  • Yazmak, topluma sırtını dönme mutluluğudur. (Jacques-Pierre Amette) 
  • Herkesin kullandığı kelimelerle ama herkesten farklı yazmalı. (Colette)
  • Düşünme yazma sanatının ilk adımıdır. (Emile Chartier)
  • Kötü bir şiir yazmak, iyi bir şiiri anlamaktan daha kolaydır. (Michel Eyquem de Montaigne)
  • Düşünmenin en iyi yolu, yazmaktır. (Pascal Quignard™)
  • Yazmanın ilk şartı, canlı ve kuvvetli bir hissetme tarzına sahip olmaktır. (Madame de Stael)
  • Kendiniz için yazın, böylelikle sizi başkaları da anlar. (Eugene Ionesco)
  • Yazmak için yaşamalı, yaşamak için yazmamalı. (Jules Renard)
  • Yazma yeteneğim olmadığını anlamam için on beş yılın geçmesi gerekti. Ne yazık ki kendimi yazmaktan alıkoyamadım: Çünkü geçen bu zaman içinde çok meşhur olmuştum. (Robert Benchley) 
  • İyi yazılar, anlaşılması kolay, yazılması zor olan yazılardır. (Wang Chung)
  • Yazmayı bilmek için okumayı bilmeli, okumayı bilmek için yaşamayı bilmeli. (Guy Debord)
  • Bütün yazarlar anlaşılmak için, kendilerini okuyucunun yerine koymak zorundadır. (Jean de la Bruyere)
Devamını Oku

1 Ağustos 2013 Perşembe

Yazı Evi Blog Yazarlığı ve Sosyal Medya Atölyesi Tanıtım Semineri

İyi bir blog yazarı olmak, mevcut bloğunuzu tasarım ve işlev bakımından geliştirmek, bloğunuzun ve kişisel markanızın sosyal medyada inşasını yapmak için Yeşim Cimcoz Yazı Evi'nde düzenlenecek Blog Yazarlığı ve Sosyal Medya Atölyesi tanıtım seminerine mutlaka katılın.

Blog yazarlığı, blog eğitimi ve sosyal medya atölyesi
Son yılların artan eğilimlerinden biri olan blog yazarlığı, ilgi alanlarını geliştirmek, yazma yetisini güçlendirmek ve üretilen metinleri insanlarla paylaşmak isteyenlere benzersiz fırsatlar sunuyor. Blog yazarı olmak veya etkileyici içerikler üretip sahip olduğu bloğu görünüm ve işlev bakımından geliştirmek isteyenlere yönelik kurgulanan ve Yeşim Cimcoz Yazı Evi tarafından düzenlenen Blog Yazarlığı ve Sosyal Medya Atölyesi tanıtım semineri uzmanlar tarafından keşfedilmemiş sekizinci kıta olarak adlandırılan sosyal medya dünyasının kapılarını size açıyor.

Seminer programında şu konulara yer verilecek

  • Blog nedir?
  • Neden blog yazmalı?
  • Bireysel yayıncı kimliği nedir?
  • Hedef kitle analizi
  • Blogu etkileyici ve işlevsel yapma
  • Blog yayın stratejisi
  • Blog yazarlığı
  • Blogdan kariyer elde etme
  • Neden sosyal mecralarda olmalıyız?
  • Sosyal medyanın kişisel/kurumsal kariyere katkısı
  • Sosyal medya mecralarının tanıtımı
  • Sosyal mecralarda kişisel markalaşma
  • Sosyal medya hesap yönetimi
  • Sosyal medya mecralarında içerik kurgulama
  • Sosyal medya mecralarında markalaşma
  • Sosyal medya ölçüm ve analizi
Kadıköy'de bulunan Yeşim Cimcoz Yazı Evi'nde sosyal medya uzmanı Okay Karaçay tarafından verilecek ve 20 Eylül Cuma akşamı 19:00 - 21:00 saatleri arasında yapılacak seminere katılmak için yazievi@yesimcimcoz.com veya 0533 715 09 33'e mesaj atarak kayıt yaptırabilirsiniz. Seminere katılım ücreti 50 TL dir. Atölyeye kayıt yaptıranların seminer katılım ücreti ders ücretine dahil edilecektir.
Atölye hakkında ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Atölyenin facebook etkinlik sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.
Devamını Oku

Elif Şafak: Depresyondan korkma!

Yazar Elif Şafak, The Telegraph'ın internet sitesinde yer alan metninde yazarlara 11 öneride bulunuyor. Önerilerden en dikkat çekici olanı ise “depresyondan korkma, o senin yolculuğunun ayrılmaz parçasıdır.”

Zaman zaman yazarların yazma ya da yaratıcı yazarlık ile ilgili önerilerini maddeler halinde karşımıza çıktığını görüyoruz. Elif Şafak da The Telegraph için yazarlar için ışık tutacak önerilerin yer aldığı bir metin kaleme almış. Kendi yazarlık yolculuğunda keşfettiği bu önerilerden beni en çok etkileyen depresyonla ilgili olan kısım oldu. Depresif bir hal her yazarın başına gelen, bazen onu engelleyen bir şey olmasına karşın derdi olan her yazarın kaçamadığı, belki de zorunlu bir hal. Bilmiyorum sizler yazarken böyle bir hal içine ne sıklıkla düşüyorsunuz ama depresyon bizim yoldaşımız sanırım. 
Elif Şafak'ın kaleme aldığı yazara önerileri şöyle:

Elif Şafak'tan yazara 11 öneri
  1. Yalnızlığa övgüdür yazmak. Dışa dönüklüğe karşı içe dönüklüğü, eğlenceye ve sosyalleşmeye karşı yalnız geçirilecek saatleri/günleri/haftaları/yılları seçmektir. Yazarlar iyi bir dedikodu ya da çılgın bir partinin tadını çıkarabilirler ara sıra ama yazma eylemi ve yaşamlarımızın merkezi saf yalnızlıktır.
  2. Yazmak ancak yazarak öğrenilebilir. Kulağa pek cazip gelen yetenek, sürecin yüzde 12'sinden fazlası değildir. Çalışmak işin yüzde 80'idir. Kalan yüzde 8, “şans” ve “zamanın ruhu”dur—kısaca, elimizde olmayan şeyler.
  3. Okuyun. Bolca okuyun. Ama hep aynı yazarları okumayın. Mümkünse geniş çaplı, ne bulursanız okuyun. Kurmaca, bir işleve indirgenemez.
  4. Okumayı seveceğiniz kitabı yazın. Eğer yazdığınız şeyden zevk alıyorsanız (bu onu yazarken sıkıntı çekmediğiniz anlamına gelmez) muhtemelen insanlar da kitabı okurken aynı şekilde hissedecektir. Yazar ve hikâyesi arasında bir aşk ilişkisi yoksa okurla o hikâye arasında da bir aşk yok demektir.
  5. Depresyondan korkmayın. Yolculuğun ayrılmaz parçasıdır o. Ama depresyonu romantikleştirmemeye de dikkat edin. İstediği zaman gelip giden özgür ruhlu, güvenilmez bir dost olarak görün onu.
  6. Kendinize karşı acımasız olun. Kesin. Yıkın. Değiştirin. Sayfaları bütün olarak çıkartın. Kötü yazı kötü ilişki gibidir. Sırf içli dışlı olduğunuz için müptelası olmayın onun. Atın gitsin.
  7. Karakterlerinize karşı acımasız olmayın ama. Hor görmeyin onları. İşimiz karakterlerimizi yargılamak değil onları anlamak ve diğer insanların anlamasını sağlamaktır. Empati, anahtar sözcüktür.
  8. Her ne yaparsanız yapın, yazdığınız romanın konusu üzerine konuşmayın. Ajanınız ya da yayıncınızla yiyeceğiniz yemeğin keyfini kaçırmaktan başka işe yaramayacaktır bu. Ne üzerinde çalıştığınızı soruşturduklarında şarabınızdan bir yudum alın ve herhangi bir ipucu vermeyecek ama evrenin gizli güçlerini harekete geçirmeksizin meraklarını uyandırmaya yetecek kadar örtülü birkaç sözcük çıksın ağzınızdan. Bol şans!
  9. Okurları unutun. Eleştirmenleri unutun. Herkesi unutun. Aslına bakarsanız dışarıda bir dünyanın var olduğunu unutun.
  10. Tıkanma diye bir şey yoktur. Yine de eğer esininiz tükendiyse İstanbul'a gidin, şehrin kaosu içinde birkaç gün geçirin: gözleyin, dinleyin, martıları besleyin ve aynı anda küçüldüğünüzü ve büyüdüğünüzü hissedin.
  11. Nihayet, sözünü ettiğim kuralların her birini görmezden gelin. Yazmanın kuralı yoktur. Onun güzelliğidir bu. Kimsenin bizden almasına izin vermememiz gereken özgürlüğün ta kendisidir.
Devamını Oku

30 Haziran 2013 Pazar

Hikaye Etme Bilimi (Naratoloji)

Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof Dr. Rıza Filizok, hikaye etme bilimi hakkında yazdığı açıklayıcı yazıyı sizinle paylaşıyorum. Bu arada Ege Edebiyat sitesini ziyaret etmenizi tavsiye ederim, yazma sanatı üzerine harika bir çalışma.

Hikaye etme bilimi nedir?
Hikâye Etme Bilimi’ni kolayca kavramak için şu üç kavramı birbirinden ayırmak gerekir: 
  1. Hikâye (histoire)
  2. Anlatı (recit)
  3. Hikâye etme (narration). Kısaca açıklayalım: Hikâye, anlatıcı tarafından hikâye edilen olay ve hareketlerdir. Bu hikâye ediş sonunda ortaya bir anlatı çıkar. Hikâye etme, anlatının iç düzenini kurma işi, hikâye etme tarzıdır.
Hikâye Etme Bilimi, anlatıları inceleyerek onların kompozisyonunun ortak prensiplerini ortaya çıkarır. Hikâye, anlatı ve hikâye etme üçlüsü arasındaki ilişkileri kavramamıza imkân verir. Hikâye etme bilimi, bu ilişkileri şu dört kategori yardımıyla inceler:
  • Kip
  • Hikâye Etmede Karar Makamı, 
  • Düzey
  • Anlatının Zamanı
Hikâye Etme Bilimi, Gérard Genette’in çalışmaları ile büyük bir gelişme göstermiştir. Bu araştırmalarda anlatı (recit), bütün gösterge bilimsel analizlerde olduğu gibi, üretim şartlarından yani bağlamından bağımsız bir dilbilim nesnesi olarak ele alınmış ve bütün anlatılarda kendisini gösteren ortak bir yapının bulunduğu fikrinden yola çıkılmıştır. Genette, sağlam bir tipoloji yardımıyla hikâye etme metinlerinde yararlanılan yöntemleri açıklayan bir teori geliştirmiştir. Ona göre her metinde hikâye etme işinin nasıl yapıldığını gösteren izler vardır. Bu izler yardımıyla anlatının nasıl düzenlendiğini kesin bir şekilde anlayabilir ve ortaya koyabiliriz.

Hikaye etme bilimi şema

Hikaye Etme Kipi
Bir hikâye yazmak, hikâyenin hangi tekniklerle anlatılacağını önceden seçmiş olmayı gerektirir. Yazar, hikâyesini söz haline getirirken bazı teknikler arasından seçimler yapar. Bütün anlatılar her şeyden önce zorunlu olarak bir “anlatma”dır yani bir “diégésis”tir, yazar, “taklit”ten (mimesis) sadece hikâyesini daha canlı ve gerçekmiş gibi göstermek için yararlanır. Anlatılarda mutlaka bir anlatıcı bulunur.
Geleneksel olarak iki büyük hikâye etme kipi (modes narratifs) vardır. Bunlar “anlatma” yani “diégésis (raconter)” ile taklit (mimesis) kipleridir. Birincisinde anlatıcı önem kazanır, ikincisinde anlatıcı hemen hemen ortadan silinir, kahramanların konuşmaları aynen verilir ve anlatıya gerçeklik duygusu kazandırılır. Hikâye etme metinlerinde anlatıcı kahramanların sözlerini naklederken farklı teknikler kullanır. Bunlara mesafe adı verilir:
A) MESAFE 
Anlatıcı, ister olay anlatısında (récit d’événements) olsun, ister söz anlatısında (récit de paroles: şahısların söz ve düşüncelerinin anlatımı) olsun kahramanın sözlerini aynen aktarabildiği gibi, onları kendi ifadesi içinde de verebilir:
  • Hikâye edişe uydurulmuş söylem
Anlatıcı, kahramanın sözünü az çok değişikliğe uğratarak kendi anlatımı içinde eriterek ifade eder. Şahısların sözleri yahut hareketleri değiştirilerek hikâye edişin içine alınmıştır. Şahısların sözleri yahut hareketleri anlatıcı açısıdan değerlendirilmiş, anlatıcının yorumuyla takdim edilmiştir. Anlatıcının sözüyle kahramanın sözü arasına bir mesafe konmamış, bir ayırım yapılmamıştır.
Örnek: Sırrını dostuna açtı, ona annesinin öldüğünü haber verdi.
  • Aktarılmış söylem
Anlatıcı, kahramanın sözünü olduğu gibi aktarır. Anlatıcının sözü ile kahramanın sözü birbirinden ayrılmıştır, aralarına bir mesafe konmuştur. Kahramanın sözleri aynen verildiğinden anlatıcının yorumu işin içine karışmamıştır. Bu tip anlatım gerçeklik ve tabiilik duygusu verir, daha nesnel bir anlatım izlenimi yaratır, okuyucuyu daha çok etkiler.
Örnek: Sırrını dostuna açtı. Ona şöyle seslendi: “Annem öldü.”

B) ANLATICININ GÖREVLERİ 
Bir anlatıda anlatıcının değişik görevleri vardır. Bu görevlerinin bazılarında nesnel bazılarında öznel bir tutum içindedir. Genette’e göre bu görevler şunlardır:

Hikâye etme görevi
Anlatıcının asıl görevidir. Nerede bir anlatı varsa orada bu rolü üstlenen bir anlatıcı vardır, anlatıcının görünen bir anlatıcı yahut görünmeyen bir anlatıcı olması bu gerçeği değiştirmez. Anlatıcı, genellikle kendisini açıkça göstermeyen, görünmeyen bir varlıktır. Görülen anlatıcı ise “ Size işittiğim ilginç bir hikâyiyi anlatacağım...”, “size anlatacağım hikâye..” vb.. diyerek kendisini açıkça ortaya koyar. (Nesnel tutum)

Yönetme görevi
Anlatıcı, hikâyenin ortasında araya girerek anlatımın iç düzeniyle ilgili açıklamalar yapma görevini yüklenebilir, hikâyenin düzenini, zamanın akış tarzını yönetebilir. (Öznel tutum).

Bildirişim görevi
Anlatıcıdoğrudan okuyucuya yani metnin muhtemel okuyucusuna seslenebilir, böylece okuyucuyla ilişki kurabilir. Bütün anlatılar herşeyden önce bir söylem (discours) değişimidir. (Öznel tutum).

Tanıklık görevi
Hikâyenin oluş tarzının şahitliğini yüklenen kişi, anlatıcıdır. Hikâyenin doğruluğunun, anlatımın tarafsızlığının, bilgilerin ve kaynakların güvenirliğinin sorumlusudur. Anlatıcı, bir tanık olarak olaylar ve şahıslarla ilgili değerlendirmeler yapar, hükümler verir; duygularını dile getirir; aktardığı bilgilere hangi kaynaklar yoluyla ulaştığını açıklar. (Öznel tutum).

Eğiticilik görevi
Anlatıcı bir ders vermek için, olup bitenlere dayanarak genel bir hüküm elde etmek için hikâyeyi durdurabilir. (Öznel tutum). 
Anlatıcının görevlerinin ve seçilen mesafe tipinin incelenmesi, hikâye ve hikâye etme arasındaki farkı ortaya koyar. Bir tabloda gördüklerimiz nasıl o tabloya olan uzaklık ve yakınlığımıza göre değişirse, bir hikâye hakkında bildiklerimiz de anlatıcının konusu karşısında seçtiği mesafeye göre değişir.

Hikaye Etmede Karar Makamları
Hikâye etme olgusunun içinde çeşitli yargı mercileri vardır, bu yargılama makamlarının tespiti, anlatıcı ile hikâye arasındaki ilişkilerin daha iyi anlaşılmasına imkân verir. Karar makamını ortaya çıkarmak için şu soruların cevaplarının araştırılması gerekir:
a) Hikâye etme sesi: Kim konuşuyor?
b) Hikâye etme zamanı: Hikâyeye göre hikâye etme ne zaman yapılmıştır?
c) Hikâye etme perspektifi: Olup biten şeyler kim tarafından algılanıyor?

A) HİKÂYE ETME SESİ 
İki tip anlatı vardır: Anlatıcı, anlattığı hikâyede ya yer alır ya da yer almaz. Bunun sonucunda iki tip anlatıcı ortaya çıkar:
  • Hikâye dışı anlatıcı: Anlatıcı anlattığı hikâyede yer almaz. 
  • Hikaye içi anlatıcı: Anlatıcı anlattığı hikâyede yer alır. Bunlar, genellikle “ben” anlatılarıdır. 
İki çeşidi vardır:
  • Anlatıcı ikinci derecede bir rol üstlenebilir, bu durumda anlatıcı, anlatılan olayların bir gözlemcisidir yani şahididir. 
  • Anlatıcı, kendi hikâyesinin anlatıcısı olabilir. Anlatıcı bu durumda hikâyenin başkahramanıdır.
B) HİKÂYE ETME ZAMANI
Anlatıcı anlattığı hikâyenin geçtiği zamana göre üç farklı halde bulunabilir. Yani anlatıcı önceden olup bitmiş bir olayı anlatabilir, olmakta olan bir olayı anlatabilir, olabilecek bir olayı anlatabilir.
Bunun sonucunda dört hikâye etme tipi doğar:
  1. Sonradan Hikâye Etme: Anlatıcı geçmişzamanda olup bitmiş şeyleri hikâye eder. 
  2. Önceden Hikâye Etme: Anlatıcı daha sonra olacak olayları hikâye eder. 
  3. Eşzamanlı Hikâye Etme: Anlatıcıolmakta olan olayları anında hikâye eder. 
  4. Çift zamanlı Hikâye Etme: Yukarıdaki birinci ve ikinci tip anlatımların birlikte kullanılmasıdır. Anlatıcı önce geçmiş olayları anlatır, sonra aynı olaylarla ilgili kendi yazma zamanına bağlı olan izlenimlerini dile getirir. Yani anlatıcı olayları kendine ve çağına göre yaptığı yorumları araya sıkıştırarak anlatır.
C) HİKÂYE ETME PERSPEKTİFİ
Anlatıcı, hikayeyi çeşitli bakış açılarına göre anlatabilir. Hikayedeki olaylar, şahıslar, şahısların düşünceleri, mekan belli bir bakış açısı içinde sunulur. Bu bakış açısına odaklanma denir.
Üç tip odaklanma vardır:
  1. Sıfır odaklanma: Her şeyi bilen bir anlatıcının bakış açısıdır (point de vue omniscient). Buna Tanrısal bakış açısı da denir. Anlatıcı, olayları anlatır, istediği yerleri özetler. Bu anlatımda anlatıcı, kahramanlardan daha çok şey bilir. 
  2. Dış odaklanma: Dış bakış açısı: Anlatıcı, gördüklerini anlatan bir şahit konumundadır. Bu durumda anlatıcı, kahramanlardan daha az şey bilir. Görünüşte tarafsız olan bir şahit gibi olup biteni anlatır. Olayları bir kamera gibi okuyucuya sadece yansıtır, fakat kahramanların ne düşündüğünü bilmez. 
  3. İç odaklanma / İç bakış açısı: Anlatıcı, hikâyenin bir kahramanıdır. Hikâyeyi bize kendi bakış açısından anlatır. Anlatıcı, kahramanla eşit bilgiye sahiptir. 
Yazarlar, eserlerinde bu bakış açılarından çok değişik amaçlarla yararlanırlar. Mesela gerçeklik duygusu yaratmak için, iç bakış açısından yararlanabilir.

Düzeyler
Şu örneği inceleyelim:
“Bugün, bir öğretmen gördüm. Oynayan bir grup öğrencinin yanına gitti, birkaç dakika onları seyretti. Daha sonra onlara şöyle dedi: “Çocuklar beni dikkatle dinleyin, size kurtuluş savaşı yıllarında yaşanmış inanılmaz bir cesaret hikâyesi anlatacağım. Bu Mehmet Çavuş’un hikâyesidir....”
Bu anlatıda, dört hikâye etme düzlemi vardır:
  1. “Ben”in hikâye etme düzlemi. 
  2. Öğretmenle öğrencilerin hikâyesi. 
  3. Öğretmenin söz alması. (söz akdi)
  4. Çerçeveli hikâye: Mehmet Çavuş’un hikâyesi. 
Bu düzlemleri şöyle bir şekille gösterebiliriz:


Çerçeveli hikâye etme metinlerinde anlatıcı, dört farklı durumda bulunabilir. Bunu bir tablo halinde şöyle gösterebiliriz:


Anlatının Zamanı 
Anlatının zamanı:
  1. Düzen 
  2. Hikâye etme hızı
  3. Olayların sıklığı
Devamını Oku

27 Haziran 2013 Perşembe

Küçürek (minimal) öykü nedir?

Edebiyatın pek bilinmeyen türlerinden biri olan Küçürek Öykü ya da minimal sözcüklerden bir öykü yaratmak üzerine bir forumda (edebiyatogretmeni.net) karşılaştığım Küçürek Öykü diğer adıyla Minimal Öykü hakkında Metin Kaynaroğlu imzasıyla yayımlanan yazıyı sizinle paylaşıyorum.

“Bu kadar kısasını ben de yazarım.” diyebilir belki okuyucu. Kısa metinlerin yazılmasının daha kolay olduğu düşünülür bazen. Bu yanılgı şiirde çok yaşanır özellikle. Hele “sanata” veya “biçime” ilişkin estetik kaygılardan uzaklaşmış şiire karşı yazma ilgisi çok yaygındır. Sözcükleri alt alta sıralamak, zaman zaman da uyaklar yaratarak şiir yazımını bir yere getirmek, yeterli sanılır. Oysa, bazen bir tek sözcük içine sıkıştırılmış ne anlamlar yüklenmelidir şiir ya da kısa öykü yaratmak için. 

Küçürek öykü şiire dönüşmez
Bu yüzden küçürek öykü aslında minimal sözcükle en kapsamlı anlamlandırma işi diyebiliriz. Ancak bir öyküde bulunması gereken genel geçer kurallar bu öykü yazın biçiminde de yer alır. Küçürek öykü ile şiir arasında bu anlamda ciddi farklılık vardır ve hiçbir küçürek öykü şiire dönüşmez. Çünkü şiirde çok kullanılan imgeleme, öykünün asla bel kemiğini oluşturmaz. İmgelemelerden oluşan bir öykü özellikle küçürek öykü olamaz. Bu cihetle şiirde uygulanan sanat biçimleri her kelimenin yerine geçen ya da geçebilecek anlamlandırma işi, küçürek öyküde yapılmaz. Şiir bir anlamda kelimeler (sözcükler) topluluğudur. Çünkü; bir kelime ile şiir anlamlandırılabilir. Ancak öykü izleği kelimeye indirgenemeyeceğinden izleği anlatabilecek cümleler kurmak ve yapısını bununla oluşturmak zorundasınız. Şiirde bir kelime çıktığında şiir çatısı çöker, küçürek öyküde bir cümle ya da izleğe uyan ve anlamlandırmaya etki edecek sözcük çıktığında öykü çöker. Her iki yazın disiplininde de sözcükler ve cümlelerin oluşturulması önemli bir yer tutar. Hem öyküde hem de şiirde bu yüzden aynı anlamlandırmaları içine kapsayan sözcük tekrarları yapılmaz. Amaç en az sözcük ve cümle ile en çok anlamlandırmayı sağlamaktır.

Küçürek öyküyü okuyucu anlamlandırır
Küçürek öyküde, anlamlandırma şiirdekinden daha net ve kesin olmalıdır. Şiirdeki gibi acabalara yer olmaz. Bütün öyküde acabalar yerini “şu veya bu olmalıdır” a bırakır. Küçürek öyküde okuyucu öyküyü bitirdiğinde anlamlandırma çabasını genişleterek ama bir kesin anlamlandırma içinde sürdürmeye devam eder, ta ki tatmin oluncaya kadar.

Küçürek öykünün yapısı
Küçürek öykü en az (minimal) cümlelerle, anlamlandırma yapan metinlere diyebiliriz. Bu yüzden küçürek öykü bir anlamda, anlamı “sıkıştırılmış” ve öykü içine depolandırılmış metin de denilebilir. Küçürek öykünün başarılı olması; sıkıştırılmış bu metnin çok katmanlı okuma olmasında yatar.
Bu ayki “Tematik” etkinliği içinde iki küçürek öykü yer alıyor. Küçürek öykü çalışmaları için son derece umut verici çabalar bunlar.
Ölümyek Ağı "Olmaz'' dedi, din görevlileri, ''naaşı yıkanmaz, namazı kılınmaz..." 
Bu öykü; anlamlandırmanın son derece iyi bir şekilde sıkıştırılmış olmasına ve çok katmanlı bir anlamlandırmaya dönüşeceğine güzel bir örnek olarak çıkmaktadır karşımıza.
Başlığı bir tarafa bıraktığımızda, öykünün bütün yazılmış kısmını okuduğumuzda bir hikayenin varlığını hissedebiliyoruz. Bu cümle ile biz aslında öykünün son bölümünde oluyoruz. Yani, naşı kaldırılacak ölen kişinin varlığı ve çok katmanlı düşünmeye bizi itecek olan din hocalarının sözleri.
Diğer bir küçürek öyküde de aynı şekilde algılıyoruz öyküyü. Tesadüfen bu öyküde de öykü kahramanı ölümle yüzleşiyor. Ancak iki öyküde farklı sıkıştırılmış anlamlar yüklü.
O öyküde şöyle:
“Günlerdir ateşi vardı. Oturamıyor, yiyemiyor, ilaçlarını bile yutamıyordu. Oysa yattığı yerde inanılmaz güzellikler vardı. Yemyeşil ağaçların arasında akan suyun başında, çiçek kokuları içindeydi. Başını çevirdi, yanında, ne zaman geldiğini duymadığı biri oturuyordu. Saçları başında taç gibi ışıldayan, yumuşak bakışlı, hatlarından genç mi yaşlı mı olduğu ayırt edilemeyen biri. "Burası neresi?" diye sordu. "Senin gideceğin yer" dedi güzel insan. "Ne zaman?" Gülümseyerek elini uzattı diğeri. Düşünmeden, elini uzanan avuca bıraktı. Öte yanda çenesini bağlıyorlardı.” 
Din bir toplumun en önemli sosyal parametresidir. Onun içinde yer alan her figür bizde çok katmanlı anlamlandırmalara sebep olur. Bu öyküde bu figürler; bir ölen insan ve diğeri de din hocası ya da melek olarak tezahür etmiştir. Öykü yazarlarının dine bakış açıları ise, bir birinden farklı ve ayrı pencerelerden bakılarak yapılmış olduğunu bize göstermektedir.

İlk öykünün çağrıştırdıkları
İlk öyküdeki din hocalarının konuşup karara bağlıdıkları şey; bir toplumsal ve dini yargıdır. Bu yargı bizi toplumsal bilgilerimizle yüzleştirir. Çünkü öyküyü anlamlandırma ve kavrama işini yapma sürecinde bu önemlidir. Musalla taşında yatan ölü kişinin hikayesi tam da burada başlamaktadır. Dini vecibelere göre ölen kişinin cenaze namazının kılınmaması birkaç şarta bağlıdır. Bunlardan birincisi ve en önemlisi ölen kişinin intiharı ve az bir ihtimalle dinsiz olmasıdır. Yargının kesinliği bize toplumsal bir bakış açısının da varlığını ortaya çıkarmaktadır. Okuyucu burada hala çok katmanlı eleştiri sürecine girmemektedir. Çünkü ölen kişi bu öyküde yoktur. Yazarın başlık cümlesi olarak oluşturacağı yer burasıdır. Öznesiz bir öykü olmamalıdır. Çünkü öykü içinde bir karakter ve ona ilişkin bir hikaye saptaması yapmalıdır yazar bize ki, biz okumamamızı daha ileri noktalara taşıyalım. İntihar eden kişinin cinsiyeti önemlidir mesela, ayrıca hangi sebepten intihar edebileceği de…
Bu bir “töre” intiharı olabilir pekala ve de biz bir genç kızın bedeninde hem intiharını hem de din adamlarının bu katı kuralcılığını sorgulamaya başlayalım. Ve de bu öyküyle o çok katmanlı aşamaya taşıyalım öyküyü anlamlandırmamızı…

İkinci öykü yaşam ile dönüşüm arasındaki dönüşüm
İkinci öyküde ölümün sessiz ve aniden gelişine rastlıyoruz. Yaşam ile ölüm arasındaki dönüşüm kesin ama bir o kadar ürütücü olmaktan uzak olarak sunulmuştur bize. Dini figürlerle toplumsal yargılarımızı hemen çağrıştırmaktadır bize bir diğer öyküdeki gibi. O eski ortaçağdan kalma bir elinde tırpan Azrail figürü yerine munis , insanlara şefkatle davranan, insanları seven bir Azrail (melek) figürüyle karşılaşırız bu öyküde. Yazarın ölüm karşısındaki duruşu, bizi ölüm üzerine yeniden düşünmeye itecek çok katmanlı bir anlatıma itmektedir. Ölüm gerçekte insana huzuru ifade edecek türden bir dönüşüm süreci midir?.. Yoksa öykü karakterinde gizlenmiş ve kahramanının sadece dünyaya bakış açısıyla sınırlı kalmış yaşam biçiminin bir dönüşümümüdür?.. Bu soruların cevabı elbette biz okuyucular olarak nerede tatmin olacağımıza bağlı olarak sürecektir.

Kahramanlarımız ölüyor
Belki de maalesef diyebileceğimiz bir şekilde her iki öyküde de ölen kahramanlarımız belirgin değildirler. Her iki öyküde de ölen kişilerin toplumsal ilişkiler içindeki yeri ve konumu belirsizdir. Bu yüzden iki öyküde de hem “ölüm” hem de “yargı” kısmında daha felsefi bir anlamlandırma çabasına giremiyoruz. Bu yüzden din hocalarının yargısı bir tür yargısız bir dini davranış biçimi midir?... Yoksa din kitaplarında insanın kendi bedenine asla zarar vermemeli gibi aynı zamanda çok katmanlı olacak bir başka felsefi çatışma sürecini mi içerecek belli değildir.
İkinci öyküde ise “Cennet’miş” gibi tasviri yapılan kısım daha “estetik” kaygıları içerebilmelidir. Mesela yazar hem halk şiirinde, hem bizzat kutsal kitaplarda yapılmış bu türden “güzel yer” kavramına ilişkin örneklere gönderme yaparak bu türden kalıplaşmış ve tekrar edici cümleler yerine biraz da “metinler arası” teknikten de yararlanarak biçimsel olarak daha etkili bir metin oluşturabilirdi.

İki öykünün farkı
Okuyucu her iki öyküde de yazarın din karşısındaki duruşunu irdelemek istemektedir. Birincisinde toplumsal baskıyı içerebilen “olumsuzlama” yakalanırken, diğerinde ölümün bir melek yardımıyla cennete gidiş biçiminde ifadesiyle “olumlama” görülmektedir. Birincisin de; din toplumsal ilişkiler içinde konumlandırılırken diğerin de ise din bireysel bir inanç ilişkisi içinde yerini almaktadır.
Metin Kaynaroğlu

Küçerek öykü türü hakkında Mutlu Deveci ve Ramazan Korkmaz tarafından kaleme alınmış Türk Edebiyatında Yeni Bir Tür Küçürek Öykü adlı kitabı buradan inceleyebilirsiniz.

TDK Sözlüğü
Küçürek: (sıfat) Biraz küçük
"Bu ismin sebebi de küçürek meydanın ortasında, yeşile boyalı, tahta çıkrıklı bir tulumbanın bulunması."
Sermet Muhtar Alus
Devamını Oku

26 Haziran 2013 Çarşamba

Öykü nedir? Öykü Yazma teknikleri nelerdir?

Ülke çapında 21 ilde bulunan AB Bilgi Merkezleri'nde öykü yazarı Cemil Kavukçu tarafından verilen Öykü Yazma Seminerleri'nin notlarından derlenen ve öykü nedir sorusu üzerine odaklanan Öykü Yazma Teknikleri etkili bir bakış açısı sunuyor.

Cemil Kavukçu AB Bilgi Merkezleri Öykü Yazma Semineri
Yazarın üç şeye gereksinimi vardır: Deneyim - Gözlem - Hayal Gücü. Bunlardan ikisi varsa bile edebiyatta belli bir düzeye gelmesi mümkündür. Bu üç özelliği harekete geçirecek ise okunarak edinilmiş birikimdir.
Yazarın malzemesi sözcükler. Herkesin kullandığı sözcükleri herkesten farklı kullanmak gibi güç bir iş bekliyor yazarı. Söz evrenimiz ile kişiliğimiz arasında güçlü bir iletişim vardır. Biçemimizin özünde, sözcükleri seçme ve kullanmamızda bu etkileşimin payı büyüktür. Tümceleri kurarken hangi sözcüğün hangi sözcüğe kanının kaynadığını, hangisinin hangisiyle yan yana gelmek istemediğini ayrımsarız. Bu dil duyarlığıdır.

Öyküde Teknik Konular
Mekan
  • İç mekan
  • Dış mekan
  • Hareketli mekan (Bir taşıt aracının içi gibi)
  1. Ayrıntı seçimi: Beş duyumuzla algılayacağımız ayrıntıları seçmek. İşlevsel olanı bulmak. Gözde canlandırılabilmesini hedeflemek. Ayrıntı kirliliği yaratmadan nokta atışlarla büyük resmin okur tarafından çizilebilmesi için taşlar döşemek. 
  2. Anlatının içinde yer yer mekâna dönmek (öykünün sahnelendiği mekan bir kez anlatılıp sonra ona dönülmezse okur unutur.)
Zaman
  • Fiziksel zaman
  • Psikolojik zaman (örnekler)
Öyküde Karakter Yaratmak
Diyalogla mümkün olabilir ancak. Uzun betimlemelere gerek yoktur. Öykü kişileri en doğal biçimde, bulundukları sosyal ve kültürel konuma göre konuşturulmalı. Yapaylığa düşmekten kaçınılmalı. Diyalogların içten olup olmadığını anlamak için yüksek sesle okunmalı ya da başkasına okutulup dinlenmeli. Yapay diyaloglar kulağımızı tırmalayacaktır.
Diyalog yazarken beden dili mutlaka kullanılmayı, bir oyun metni gibi konuşmalar peş peşe sıralanmamalı.

Olay Örgüsü
Olay / durum öyküleri: İster bir olayı, ister bir durumu yazalım. Burada önemli olan anlatmak değil, göstermektir.

Öykü Dili
Roman maratonsa öykü 100 metre koşusudur. Dil kıvrak ve ritmik olmalıdır. Uzun cümlelerin arasına kısa cümleler konmalı, yüklemi sonda olan cümlelerin peş peşe gelmemesine dikkat edilmeli, arada devrik cümle kurulmalı. Sözcük ekonomisine özen gösterilmeli, sözcük yinelemelerinden kaçınılmalıdır.

Anlatım Dili
  • Birinci tekil anlatım
  • Üçüncü tekil anlatım
  • İkinci tekil anlatım 
Bunlar tamamen yazar tercihi olup birinin diğerine üstünlüğü yoktur.

Kurgu
İki türlü kurgu yapılabilir.
  • Öykünün önceden tasarlandığı, bütün örgünün ve sonucun bilindiği sonra da kağıda aktarıldığı kurgu biçimi.
  • Önceden hiçbir tasarısı olmaksızın bir çağrışımın, sözcüğün, görüntünün ya da sesin etkisiyle yazılan tümcelerin zaman içinde ona eklenen tümcelerle büyümesi, giderek bir öyküye dönüşmesi biçimindeki kurgu. Burada öykü kendini yazdırır, nasıl biteceğini yazar da bilmez.Öykü ortaya çıktıktan sonra gözden geçirilir, bir biçimde kurgulanır. 
Bu birbirine zıt iki kurgu biçimi yazarın yaratıcı dünyasında gizlidir.

İlk ve Son Cümlenin Önemi
Öykünün ilk cümlesi okuyacağımız metne bir davettir. İkinci cümleye geçmemiz için bizi kışkırtmalıdır. Öykü bittikten sonra, yeniden ilk cümleye dönülüp bakılmalı, yeterince çarpıcı değilse değiştirilmelidir.
Öykünün en sarsıcı yeri ise son cümlesidir. İlk cümleden daha önemlidir. 

Yazarın okur tarafından doldurulması için bilinçli bıraktığı boşluklar
Öyküde her şey anlatılmamalı, okurun dolduracağı boşluklar bırakılmalıdır. Açıklamalardan, didaktik unsurlardan kaçınılmalı, sonunda bir ders vermeye çalışılmamalıdır.

Açık Son
Öyküler, romanlarda olduğu gibi kesin bir sona bağlanmazlar. Yaşamdan alınmış kesitlerdir.
Devamını Oku

25 Haziran 2013 Salı

260 saat yazarlık eğitimi!

Kemerburgaz Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi tarafından organize edilen Yaratıcı Yazarlık Eğitimi kapsamlı eğitim almak isteyenlere ve gerek iş hayatında gerekse özel hayatında yazarak konuşan bir neslin tüm ihtiyaçlarına cevap veriyor.

Sürekli Eğitim Merkezi 260 saat yazarlık eğitimi
Kemerburgaz Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi Yaratıcı Yazarlık Eğitimi Meral Kumral yönetiminde ülkemizdeki en kapsamlı yaratıcı yazarlık eğitimine imza atıyor. 4 kur olarak planlanan yaratıcı yazarlık eğitimi toplam 260 saatten oluşuyor. Teknolojik - teknik yazarlıktan edebi yazarlığa, yazma yolculuğunda metin analizlerine kadar pek çok konuda doyurucu ve kapsamlı bir eğitim programına sahip yaratıcı yazarlık eğitiminin tanıtımının yapıldığı sayfada şu açıklamaya yer veriliyor.

Sağırlar diyaloğuna son verin
Günümüzde artık, gerek özel gerekse iş hayatında, kendimizi, derdimizi anlatabilmek için zorunlu olmadıkça bir araya gelmiyor; teknolojinin de dayatmasıyla adına “tekil sosyalleşme” diyebileceğimiz klavyeler aracılığıyla görüşüp adeta yazarak konuşuyoruz. Kendimize ait düşüncelerimizi duygularımızı, yaratıcılıktan uzak ve tekrardan oluşan alıntı kopyalarla, “sabun köpüğü” gibi uçucu kalıp sözlerle dile getiriyoruz. Kısacası bir “sağırlar diyaloğu ” sürüp gidiyor aramızda…

Yaratıcı Yazarlık Eğitmeni
İçinizdeki cevheri kelimelerle ortaya çıkarın!
Edebi değerler ve kalemler, yol gösterici aramaz. Kendi ışığıyla parlayarak ortaya çıkar… Yani “Su akar yolunu bulur”. Ancak bazı yeraltı kaynakları ve cevherleri ortaya çıkarmak için “yol açmak” gerekir…
Bir insanın kendisi olabilmesi ve içindeki cevheri bulup ortaya çıkarabilmesi, ancak “kelimelerle” mümkündür. Bir başka deyişle; zihninizde kelimeleriniz yoksa düşünceniz de yoktur… O halde:
Kapatın ışıkları!
Çekilin bir köşeye!
Elinize bir kalem alın ve zihninizin derinliklerindeki ‘kelimelere’ yol verin!
İşte!
Yazmaya başladınız bile…

Yaratıcı Yazarlık Eğitimi'nin içeriği
1. Kur
Başlangıç – Temel Düzey


YARATICILIK NEDİR?
  • Yaratıcılığın doğası
  • Yaratıcı süreç nasıl oluşur?
  • Yaratıcılığın sınırları
  • İmgelem ve biçim
DİL İŞÇİLİĞİ YAZARLIK
  • Dilbilim açısından Türkçe
  • Yazar kimdir?
  • Taklit ve özgünlük
  • Bakış açısı ve mesaj
  • Konu nedir? Anafikir nedir?
  • Sözcüklerin gücü ve etkisi
  • Dilde özenti - Anlatımda kısırlık
  • “Dışı kalaylı içi alaylı” - Anlatımda incelik
  • İpin ucu kaçtı - Anlatımda tutarlılık
BİR FİKRİM VAR
  • Akıl fikir sahibi olmak
  • Anlam ve fikir
  • Düşünce ve sözcük bulma
  • Kavram oluşturma – soyut düşünme ve kavram
  • Konsantrasyon ve bilgi
  • Beyin fırtınası ve doğaçlama kurgu
İLHAM NEDİR? GELİR Mİ?
  • Zihinde tasarlamak - kağıda dökmek
  • Dile getirmek - söze dönüştürmek
  • Düşünce ve duygu cümlelerini belirlemek
YAZMA PLANI OLUŞTURMAK
  • Tasarlamak plan yapmak
  • Konu bulmak- ilk cümleyi yazmak
  • Yazıya başlık koymak
  • Taslak oluşturma- yeniden yazma (temize çekme)
  • Kurgulama ve içerik
  • Giriş-gelişme-sonuç ve nedenleme
  • Başlama ve bitirme bir sorun mudur?
  • Konudan sapmak- ayrıntıda boğulmak
  • Paragraf oluşturma ve örnekleme
  • Hayalgücünden yararlanmak
  • Tasvir etmek- betimlemek
  • Öyküleştirme
YAZIM KURALLARI
  • Türkçe'nin söyleniş (telaffuz) özellikleri
  • Yeni imla kuralları
  • Noktalama işaretleri
  • “Biz ayrılamayız” - Ayrı yazılan ekler ve bağlaçlar
  • Sözcüklerin yazım kuralları
  • Türkçe'leri varken- Yabancı kökenli sözcüklerin yazımı
  • Sık yapılan sözcük ve cümle yanlışları
  • Yazımda ses ve hece düşmeleri
  • Sert ünsüzle biten sözcüklerin ek alması
  • Cümle düşüklükleri
  • Eksiklik, bulanıklık, fazlalık
  • Mantık hataları
  • Sıralama yanlışlığı
2. Kur
Gelişmiş - Orta Düzey


TEKNOLOJİK - TEKNİK-YAZARLIK
  • Not almak, not tutmak - Özet çıkarmak
  • Ödev ve rapor hazırlamanın incelikleri
  • Akademik yazarlık - Bilim dili, terim bilgisi
  • Teorik anlatım ve alıntı kullanma
  • Bürokratik yazarlık
  • Arz ve talep meselesi
  • Yazımda resmi kurallar
  • Rapor etme ve yazma
  • Dilekçe nasıl yazılır?
  • Sosyal medya ve yazarlık
  • Günlükten blog yazarlığına
  • Mektuptan mail'e - E-posta yazmanın incelikleri
  • Özlü sözlerden aforizmalara- Alıntı mı çalıntı mı?
  • Konuşma ve yazı dilinin farkları - Yazarak konuşmak
  • Radyo, televizyon ve medyada sık yapılan yazım yanlışları
  • Teknolojinin yazı dilindeki yanlışlara etkisi
3. Kur
İleri Düzey


YAZMA YOLCULUĞU (Uygulamalı Bölüm)
  • Okumadan yazmak mümkün mü?
  • 'Okuryazar' değil 'yazarokur' olmak
  • "Yazarım, yazarsın, yazar" - 1. 2.ve 3. tekil şahısların yazarlığı
  • Nesnel ve öznel dil- Öncesi ve sonrası
  • Yazıda 'ben' dili 'sen' dili
  • Tekrara düşmek - döne döne anlatmak
  • Devrik anlatım - Dolaylı ve dolaysız anlatım
  • Lirik dil - Masalsı anlatım
  • Karşılıklı konuşma, diyalog oluşturma - İç konuşma
  • Yazıda atasözleri, deyim ve özdeyişlerden (vecize) yararlanmak
KİM BU METİN?
  • Amaca yönelik metin yazarlığı
  • Düzeltme ve redaksiyon nedir?
  • Editör ne iş yapar?
  • Bir metnin redaksiyonu nasıl yapılır?
  • Reklam metin yazarlığı
4. Kur
Yetkinlik Düzeyi
EDEBİ ŞEYLER
  • Edebi akımlar ve kuramları
  • Türlerine göre yazım kuralları
  • Edebi dil nedir?
  • Edebi metinlerde kurgu
  • Üslup oluşturma ve dil
  • Öykü ve roman yazmanın kuralları
  • Olay örgüsü
  • Bir karakter yaratmak
  • Üç birlik kuralı
  • Yer- mekan- zaman
  • İçe bakış ve çözümleme
  • Anlatıcı kimdir?- Anlatma ve gösterme
  • Anlatımda zaman kullanımı (geçmişle gelecek)
  • Anlatımda zoru başarmak: Basit anlatmak
  • “Herkes şair”- Edebi değer açısından şiir nedir?
  • İyi ve kötü şiir örnekleri
  • Fıkra, deneme ve anı yazmak
  • Gazete yazarlığı ve haber dili
  • Köşe yazarlığı- Makale yazmak
  • Söyleşi ve röportaj yapmak
  • Gezi ve hitabet üzerine yazmak
  • “Dramatik Yazarlık” nedir?
  • Oyun ve senaryo yazmanın incelikleri
  • Edebiyat ve eleştiri
  • Çeviri dili ve Türkçe
Daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Devamını Oku

24 Haziran 2013 Pazartesi

Yaratıcı yazarlık alıştırmaları

Yazar olmakla ilgileniyorsanız bu yazıdan epeyce yararlanacaksınız. Pensilvanya Üniversitesi’nin hazırladığı yaratıcı yazarlık alıştırmalarıyla yazarlık becerilerinizi geliştirebilirsiniz. Performans egzersizleri, iyi öykü, roman ya da şiir yazmayı sağlamaz. Geniş bir teknik yelpazesinde kişinin daha becerikli olmasına yardım eder.

Pensilvanya Üniversitesi yaratıcı yazarlık alıştırmaları
Yazarlığın ilk kuralı düzenli olarak yazmaktır. Bunu yapmak için de her gün bir yere oturup belirli bir zaman dilimi boyunca yazmanız gerekir. Eh, bu süre ne kadar uzunsa o kadar iyi olur. Ama hepimizin de günlük hayatta yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımız, yükümlülüklerimiz var. O zaman, ne yazacağınıza bakmadan, günde en az yirmi dakikanızı tamamen yazıya adamanız lazım. Pek çok yazar bunun için günün erken saatlerini tercih eder; zihinleri günlük işlerin hayhuyu ile bulanıklaşmadan önce yazmaya koyulurlar. Ama gece kuşu olarak ün salmış yazarlar da yok değildir. Marcel Proust örneğin çalışmaya gece yarısı başlardı.

Defter tutmak
Her gün yazmaya ayırdığımız bu yirmi dakikada çoğumuz aslında ne yazacağımızı bilmeyiz. İlk seferinde belki aklımıza iyi bir şiir fikri gelebilir ya da şarkı sözü olabilecek birkaç satır karalayabiliriz; belki de bir senaryonun ya da bir kısa öykünün parçası olabileceğini düşündüğümüz bir iki cümlelik karşılıklı bir konuşma yazarız. Ama ertesi gün ya da üçüncü dördüncü gün cephanemiz tükenir. O zaman ne yapacağız? Defter tutmak işte burada devreye girecek.
Bir eşya olarak defteriniz, yazı yazmaya elverişli bulduğunuz herhangi bir şey olabilir. Hangisi size uyuyorsa; bir not defteri, kâğıt parçası, ajanda, klasör, notebook sayfası… cebinize, çantanıza sığacak herhangi bir şey. Maksat her gün yazmanız ve defterinizi yanınızda taşımanız, elinizin altında bulundurmanız. Defterinizi temel olarak iki şekilde kullanırsınız: birincisi, her gün yazacağınız bir yer olarak ikincisi de etrafınızda olup biten bir şeyler aklınıza takıldıkça, gözünüze iliştikçe (düşünceler, fikirler, imgeler, tasvirler, cümleler) bunları kaydedebileceğiniz bir yer olarak. Böylece daha sonraki yazı projelerinizde kaynak kitap olarak kullanabileceğiniz hazır bir referansınız olur.
Yalnız şunu unutmayın ki, defter tutmaktan kasıt günlük tutmak değildir. Günlüğün okuru kişinin “kendisidir” oysa biz umuma açık bir yazı eyleminden söz ediyoruz. Tuttuğumuz defteri yayımlamak gibi bir niyetimiz olmayabilir ama bu deftere koyduğumuz malzeme, bizim dışımızda birilerinin okuması için olmalıdır.

Okur
Genç yazarlar bazen şu iki hatadan birini yaparlar: Ya herkes için yazdıkları yanılgısına kapılırlar ya da sadece kendileri için yazdıklarını varsayarlar.
Peki kim için yazacağınızı nasıl bileceksiniz? Duyduğu bir olayı, hikâyeyi aktaran biri ne yapıyorsa, yazar da aynısını yapar. Birisi size iyi bir hikâye anlatır siz de ona kendi bildiğiniz bir şeyi anlatmak istersiniz; iletişim sürecine katılmak için, sosyalleşmek için, sohbetin bir parçası olmak için. Yani Graham Green’in dedektif hikâyelerini okumaktan hoşlanıyorsanız siz de muhtemelen onun seslendiği okura sesleneceksiniz demektir. O hikâyelerin okurlarından biri olduğunuz bilgisiyle başlayabilirsiniz.
Tek bir kişiyi (gerçek bir kişi) düşünerek de yazmak mümkündür. Okurunuz birden fazla kişi de olsa siz belirli birini aklınızda tutarak yazabilirsiniz; bir cümleyi, bir imgeyi, bir tasviri, acaba o bunu anlar mıydı, beğenir miydi, yeterince ilgisini çeker miydi sorularına karşılık arayarak yazabilirsiniz. Yazarken insanın zihninin bir kenarında böyle gerçek bir kişiyi tutması sürece gerçekten de çok katkıda bulunabilir ama bu kişinin duygudaşlık kurduğunuz biri olması çok önemlidir. Duygudaşınız olmayan birini memnun etmek için yazmaya kalkışırsanız kendinizi, kendi özgün sesinizi, dilinizi yitirdiğiniz bir cehennemin kapısında buluverirsiniz.

Kısa hikâye nedir?
Ne zaman biri bunun tanımını yapsa iyi bir yazar çıkar ve o teori de çöpe atılır. Kısa hikâye ilgili kesin olan bir şey varsa o da kısa olduğu ve düzyazı olarak kaleme alındığıdır. Yine de bazı genel özelliklerden söz edilebilir.

Kısa hikâyelerde;
  1. bir anlatıcı vardır, hikâyeyi anlatan biri
  2. en az bir karakter vardır
  3. bir olay meydana gelir (ya da belki bir olay son bulur)
  4. bir yer vardır; olayın geçtiği mekân
  5. ya biri bir şey öğrenir ya da bir şey öğrenmekte başarısız olur (başkaları)
Bu beş niteliği aklımızda tutarak hikâye anlatma tekniğimizi bileyip parlatacak sonsuz sayıda alıştırma yapabiliriz.

Anlatıcı
Yirmi yıl önce anlatıcı, başarılı yazarlığa açılan “doğru kapı” idi. Genç yazarlara kendi seslerini geliştirmek için yazmaları gerektiği söylenirdi. Bunu yapmanın yolu da mümkün olduğu kadar çok yazmak (ve okumak), yazdıklarını okutacak birilerini bulup yorumlatmaktı, ta ki sesiniz özgünce kendini ortaya koyana dek. Bu teoriyi destekleyen kanıt başarılı yazarların çalışmaları. Bir Hemingway hikâyesi okuduğunuzda ayırt edici üslubundan, sesinden onu tanırsınız. Faulkner bu düşüncenin daha da su götürmez bir kanıtıdır. Yakın geçmişte epeyce yazar birden fazla anlatıcı sesiyle yazabildiğini gösterince bir yazarın kendi sesini bulması gerekliliği ikincil bir mesele haline geldi.
Yine de, herhangi birine aitmiş gibi görünebilecek bir ses ya da yavan ve sıkıcı veya klişelerle hemhal bir anlatıcı okurun dikkatini çekmekte ve tutmakta başarısız olacaktır.
NOT: İlk zamanlarında yazarların sevdikleri başka yazarları taklit etmelerine oldukça sık rastlanır. Farkında olmasak bile okumaktan zevk aldığımız yazarlar gibi yazıyor olabiliriz.

Yaratıcı Yazarlık Alıştırmaları
  1. Sevdiğiniz bir romandan ya da kısa hikâyeden nispeten uzun bir pasaj alıp bunu taklit ederek yazın. Cümle yapısını ve sözdizimini kelime kelime takip edin. Bu alıştırmayı, olabildiğince çok sayıda yazarla tekrarlayın. Her yaptığınızda en az 250 kelime yazmalısınız.
  2. İçinde yirmi kadar öykünün bulunduğu bir antoloji edinin ve her hikâyenin ilk sayfasını taklitle yazın.
  3. Önemli bir tarihi dönemde yaşamış sevdiğiniz bir yazarın bir kısa hikâyesini baştan sona taklit ederek yazın (Not: Konuları farklılaştırabilir, kahramanın cinsiyetini değiştirebilir ya da bu tür değişiklikler yapabilirsiniz.)
  4. Bir kısa hikâyenin ilk 250 kelimesini yazın. Ama bu kelimeleri TEK BİR CÜMLE olarak yazın. Gramer ve imla bakımından düzgün bir cümle olsun. Bu alıştırma cümle yazma becerinizi geliştirmeye yöneliktir.
  5. İki kişi arasında geçen dramatik bir sahne yazın. Her ikisinin de bir sırrı olsun ve birbirlerine söylemesinler. OKURA DA söylemek yok.
  6. Sizinkinden farklı yerel bir lehçe kullanarak bir tasvir pasajı yazın. Kahvede, sokakta, lokantada, kuyrukta, otobüste, berberde ve halka açık başka yerlerde farklı aksanla konuşan insanları dinleyin. Bu dilsel çeşniyi sayfalarınızda kullanın.
  7. Cümle ve paragrafların yapısıyla oynayın: sevdiğiniz bir tasvir pasajı bulun, yayımlanmış bir şeyden bir paragraf ya da iki üç paragraf olsun. Bütün cümleleri elden geçirin. Parçayı basit cümlelerle yazın (hiç bağlaç, ek kullanmadan); parçayı karmaşık, girift cümlelerle yazın; parçayı değişik cümle yapılarıyla yazın. Cümle yapısıyla oynayacak ne kadar çok yol bulursanız cümle yapısının, akıcılığı yaratmakta, ritmi değiştirmekte, tat vermekte ne kadar işe yaradığını fark edeceksiniz
  8. Fiillere odaklanın: beğendiğiniz bir parça bulun (bir sayfalık düz yazı olsun) ve her cümledeki fiilleri inceleyin. Etken mi, edilgen mi, bağlantılı mı? Metaforik mi (Kadın usulca içeri süzüldü)? Fiiller okuyuşunuza nasıl bir etkide bulunuyor?
  9. Kendi yazdığınız bir pasajı alıp bütün fiilleri elden geçirin. Bir, bütün fiilleri etken yapın, bir de hepsini edilgen yapın. Sonra yapabildiğiniz kadar çok fiili metaforik olarak kullanın.
(Alıntı: kuraldisidergi.com)
Devamını Oku

21 Haziran 2013 Cuma

Seferihisar'da ünlü yazarlar yazarlık atölyesinde!

Seferihisar Edebiyat Günleri kapsamında ünlü yazar ve şairlerin katılımıyla "Yazar Atölyeleri ve Şiir Geceleri" düzenleniyor. Etkinlik kapsamında ünlü yazarların katılımıyla 1 haftalık yazarlık atölyesi yapılacak.

Seferihisar Edebiyat Günleri
Seferihisar Edebiyat Günleri 22-28 Haziran tarihleri arasında düzenlenecek. Etkinlik kapsamında gündüz yazarlık atölyeleri, akşamları ise tarih ve Sığacık Kaleiçi’nde şiir geceleri, çeşitli söyleşiler ve müzik dinletileri yapılacak.

Açılış konuşması Murathan Mungan yapacak!
Festivalin açılış konuşmasını ünlü şair ve yazar Murathan Mungan yapacak. Bejan Matur, Orhan Alkaya, Küçük İskender, Mehmet Yaşın, Haluk Şahin, Cezmi Ersöz, Gonca Özmen, Hüsnü Arkan, Mehtap Meral (kapanış konseri), Serra Yılmaz (şiir seçkisi), Emrah Serbes (söyleşi), Murat Uyurkulak (söyleşi) ise şiir / söyleşi gecelerine katılacak diğer isimler.

Atölyeler 1 hafta sürecek
Atölyeler dışında tüm etkinliklerin ücretsiz olacağı festivalde, yazarlık atölyelerine katılım 25 kişi ile sınırlı olacak. 1 hafta sürecek bu atölye çalışmalarında, katılımcılar yazarlarla aynı tesiste konaklarken Seferihisar'ın güzelliklerini görme şansı da bulacak.
Atölye çalışması yapacak yazarlar ise Pınar Kür, Mario Levi, Ayfer Tunç, Murat Gülsoy, İnci Aral, Buket Uzuner, Gülşah Elikbank, Neslihan Acu ve Latife Tekin.

Başvuru nasıl yapılacak?
Başvurular ve ayrıntılı bilgi için Seferihisar Belediyesi Kültür Sosyal İşler Müdürlüğü  0 232 743 3960 no’lu telefondan Berfin Çelikkol Uzun ya da Sinem Kankaya ile irtibata geçilebilir.
Email: kultursanat@seferihisar.bel.tr

Yazarlık Atölyeleri ve Şiir Geceleri
Etkinlik Programı
22 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Pınar Kür

23 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Mario Levi
Şiir Gecesi: Hüsnü Arkan

24 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Ayfer Tunç / Murat Gülsoy
Şiir Gecesi: Cezmi Ersöz

25 Haziran
Yazarlık Atölyesi: İnci Aral
Şiir Gecesi: Haluk Şahin, Orhan Alkaya

26 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Buket Uzuner
Şiir Gecesi: Mehmet Yaşin / Gonca Özmen

27 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Gülşah Elikbank / Neslihan Acu
Şiir Gecesi: küçük İskender

28 Haziran
Yazarlık Atölyesi: Latife Tekin
Şiir Gecesi: Serra Yılmaz
Konser: Mehtap Meral & Tango Trio

Devamını Oku

20 Haziran 2013 Perşembe

Batı'ya Yön Veren Metinler

Öncelikle yazar adaylarının sonrasında tüm okurların keyifle okuyacağı bir hazine keşfettim, yazar Alev Alatlı ve kurucusu olduğu Kapadokya Meslek Yüksek Okulu öğretim üyelerinin katkılarıyla hayata geçirilen 4 cilt ve 1800 sayfadan oluşan Batıya Yön Veren Metinler adlı seçki. Üstelik internet üzerinden ücretsiz.

Batıya Yön Veren Metinler
Türkiye’de eşi benzeri olmayan bir çalışma olan ve yazar Alev Alatlı’nın yönetiminde Kapadokya Meslek Yüksek Okulu öğretim üyelerinin katkılarıyla hayata geçen Batı’ya Yön Veren Metinler çalışması yazar olma yolunda ilerleyenlere hakim medeniyet ve düşünce sistemi olan Batı medeniyetini anlama, bilme, yorumlama adına harika bir çalışma. Üstelik internet üzerinden kolayca erişilen ve ücretsiz olan bu dört ciltlik -1800 sayfa- Batı’ya Yön Veren Metinler seçkisi Alev Alatlı’nın sözleriyle özde Avrupalı aydınların evrenin, dünyanın ve nihayet insanlığın gizemlerini çözümleme gayretlerinin kısa bir hikâyesi.

Batıya Yön Veren Metinler'de neler var?
Eski Ahit’in Aziz Markos’undan, Mezopotamyalı Hamurabi’ye, 1215 tarihli Magna Carta’dan, Çar İkinci Aleksander’in Özgürlük Fermanı’na, Abraham Lincoln’un Özgürlük Bildirgesi’nden, Bart Kosko’nun 1990 Saçaklı Mantık Devrimi’ne uzanan yaklaşık 3500 yıllık bir düşün serüveninin temel metinleri Batı’ya Yön Veren Metinler seçkisinde yer almakta.

Çalışmanın hedefi nedir?
Kapadokya Meslek Yüksekokulu öğretim üyelerinin katkılarıyla hayata geçen Batı’ya Yön Veren Metinler seçkisinin hedefi, Türk okurunun hızla küreselleşen dünyayı şekillendirmeye aday olan Batı düşünce kalıp ve paradigmalarını oluşturan özgün metinlere doğrudan ulaşarak değerlendirmelerine imkan sağlamak.

Sıradaki çalışma “Bize Yön Veren Metinler”
Batı medeniyetinin dışında yüzyıllardır birçok alim, bilgin ve insanın katılımıyla kurulan medeniyetimizi anlamak adına ikinci bir seçki daha yapıyor yazar Alev Alatlı: Bize Yön Veren Metinler. Alev Alatlı resmi web sitesinde yaptığı açıklamaya göre Bize Yön Veren Metinler seçkisinde aynı süreçte yaşamış Türk-İslam düşünürlerinin Batılı akranlarıyla eşzamanlı olarak kaleme almış oldukları özgün metinlerden meydana gelen bir düşünce kılavuzu olarak hazırlandığını söylüyor.

Bize Yön Veren Metinler'de neler olacak?
Bu kapsamda İsa’dan önce 7. yüzyıldan itibaren kendi medeniyetimizin düşünce kalıp ve paradigmalarına katkıda bulunan yaklaşık 350 müellife ait özgün metinin, Batılı karşıtlarıyla eş formatta harmanlandığını belirten Alev Alatlı, böylece, tarihte ilk kez, örneğin, İsa’dan sonra 1015-1085 arasında yaşayan Papa VII. Gregory ile 1058-1111 yılları arasında yaşayan El Gazali’nin metinlerini ya da Nizamülmülk’ün (1018-1092) Siyasetnamesi ile Alman Kralı IV. Henry’nin (1050-1106) tamimlerini yan yana değerlendirmek mümkün olabileceğini söylüyor. Bu keyifli çalışmayı da en kısa zamanda okurla buluşacağını sözlerine ekliyor.
Batıya Yön Veren Metinleri buradan okuyabilirsiniz.

Batıya Yön Veren Metinler okumak için

Devamını Oku

17 Haziran 2013 Pazartesi

The Revolution Business - Devrim İşi

Yaklaşık 20 gündür Gezi Parkı eylemleriyle gündemde olan ülkemizdeki hareketlenmenin ne olduğunu anlamak adına internette gezinirken karşıma çıkan bir belgeseli sizinle paylaşmak istedim. Adı The Revolution Business (Devrim İşi). 

Dünyadaki Halk Hareketleri
Bu belgeseli paylaşmaktaki amaç ne AKP’yi savunmak, ne hükümetin eylemlerini haklı çıkarmak ne de Gezi Parkı olaylarına destek vermek ya da köstek olmaktır. Amaç sadece bir bilgi paylaşımıdır. Dünyada olan bitene göz atmak, bizden önce başka ülkelerde olmuş halk hareketlerinin sebeplerini öğrenme isteği. Belgeseli izledikten sonraki yorum ve düşünceleriniz tamamen size aittir. 

Belgeselden bazı notlar
The Revolution Business (Devrim İşi) belgeselin ilk cümleleri dikkat çekici: Anlık gerçekleşmiş gibi gözüken bir devrim aslında profesyonel danışmanların stratejik olarak planlayarak yarattıkları bir olaydı. Devrim danışmanları esas olarak batı ülkelerinin açık ilgisi olan ülkelerde iş görüyorlar. Görünüşe göre bu pek de tesadüf sayılmaz.

Bir devrim şirketi olarak OTPOR ya da CANVAS nedir?
OTPOR kelime anlamı “direniş” demek. Sırbistan'ın başkenti Belgrat'ta aktivist gençler tarafından kurulan yapı 2000 yılında Slobodan Miloseviç’i devirdi. Daha sonra bu girişimden elde ettikleri tecrübeleri sistemleştiren OTPOR “Barışçıl Direniş Sanatı” adını verdikleri stratejilerle devrim olmasını istedikleri ülkelerdeki gençleri eğitmeye başladı. Kuzey Afrika’daki Mısır, Tunus gibi ülkelerdeki gençleri devrimden önce eğittiler. Ayrıca eğittikleri gençler halkı da “şiddetsiz direniş” fikriyle etkilemeyi başardı. OTPOR’un sembolü sıkılı yumruk ve bu sembol hemen hemen bütün devrimlerde kullanılmış. OTPOR’un en büyük özelliği sosyal medyayı etkin kullanması ve kitleleri sosyal medya vasıtasıyla harekete geçirmesi. Ayrıca mizah, tiye almak, müzik en çok kullandıkları araçlar.

Mısır Devrimi Belgrat’ta kurgulandı!
Dünyanın her tarafından karşıt hareketler Sırbistan’ın başkenti Belgrat’a bir diktatörü düşürme sanatında eğitilmek üzere gidiyorlar. Merkezin adı “Şiddetsiz Direniş Strateji Merkezi”. Kısa adı CANVAS. Baş eğitmen Sdrja Popovic. Mısır devrimini kendi bürosunda planlamış.
OTPOR, Miloseviç’i devirerek ilk işini başardı. Sonrasında Tunus’ta başlayan Arap baharı diye adlandırılan ve Kuzey Afrika’daki devrimlerin yöneticisi olan grup 35 ülkede devrimleri yönettiğini ve bu ülkelerden 5 inde başarılı olduklarını açıklıyor.
Devrim Koçu olarak anılan Popovic’in belgeselde yaptığı açıklamalar çok ilginç, bazıları şöyle: İşlerimizin bir kısmı birkaç sebepten dolayı yeniden Ortadoğu’ya odaklanmış durumda. Sekiz ya da dokuz ülkeden bahsediyoruz. Adlarını elbette söylemeyeceğim, bu ülkelerin bazılarında iletişim kurduğumuz çok iyi gruplar var. Bu ülkelerin bazılarında durumu izleyip çözümlemeler hazırlıyoruz.
Sırbistan devrimi sonrasında 37 ülkeyle çalıştık, Ortadoğu öncesinde 5 devrimde başarılı olduk. Bunlar Gürcistan, Ukrayna, Lübnan, Maldivler. Şimdi Mısır ve Tunus, liste daha da uzayacak.

Popovic: Devrimler tesadüf değildi!
Columbia Üniversitesi’nde konuşan devrim koçu Popovic, şu çarpıcı cümleyi söylüyor: 90 gün devrimi (Arap Baharı) kendiliğinden başlamış değildi, bunu unutun. Bu uzun süredir orada olan bir şeyi anlamak için çok sığ bir bakış açısı olur.

Engdahl: OTPOR Amerika destekli
Amerikalı Yazar William Engdahl, bu grup üzerinde derinlemesine araştırma yapanlar arasında. Engdahl, 50 ülkede çalışan OTPOR’un kilit oyuncularının kendilerine rejim değişikliği için Washington’daki kişiler tarafından verilmiş bir gündemi takip ettiklerini söylüyor. Ayrıca Amerikan istihbarat servisleri tarafından bu grubun finanse edildiğini sözlerine ekliyor.
William Engdahl, büyük gündeme yani küreselleşme gündemine direnç gösteren rejimleri istikrarsızlaştırmak için soğuk savaş bittikten sonra OTPOR vasıtasıyla şiddet içermeyen eylemleri, halk hareketlerini kullanıyorlar diyor.

OTPOR’un başucu kitabı: Diktatörlükten Demokrasiye
İlk olarak 1993’te yayımlanan “Diktatörlükten Demokrasiye” şiddetsiz direnişin kutsal kitabı olarak nitelendiriliyor. İçinde şiddetsiz eylemin 198 yönetimini içeriyor. Kitabın 83 yaşındaki yazarı Gene Sharp, kitabını şu sözlerle özetliyor: İnsanlar korkmadığında diktatörlük büyük bir beladadır. Temel insan inatçılığına dayanarak yap denilen şeyi yapmayı reddederler. Yapma denilen şeyi yapmakta ısrar ederler ve bunu politik olarak yaparlar. Bu işin özüdür. Detaylar ise daha karmaşıktır.
The Revolution Business - Devrim İşi belgeselinin tamamı aşağıda. Ayrıca takdir ettiğim gazetecilerden biri olan Banu Avar'ın konuyla ilgili yazısını buradan okuyabilirsiniz.

Devamını Oku

14 Haziran 2013 Cuma

Sanatçı olun, hemen şimdi!

Birçok kişi bu konu açıldığında gerilir ve karşı çıkar: "Sanat karın doyurmaz, ve zaten şu an meşgulüm. Okula gitmem lazım, iş bulmam lazım, çocuklarımı derse götürmem gerek..." "Çok meşgulüm, sanat için vaktim yok" diye düşünürsünüz. Hemen şimdi sanatçı olamamamız için yüzlerce neden vardır. Ama...

Ünlü Koreli yazar Young-ha Kim, TED Talks konuşmasında sanata, yazarlığa ve insanların nasıl sanatçı olacaklarına dair çok değerli bilgiler veriyor. Dilerseniz aşağıdaki videoyu izleyin, dilerseniz metnin tamamını okuyun. İşte Koreli yazar Young-ha Kim’in düşünce penceresinden sanatçı olmanın sırları.
Sanatçı, Yazar Olun Hemen Şimdi
Neden olmamız gerektiğinden emin değiliz ama olmamamız için bu kadar çok neden var. Neden sanatçı olmamız gerektiğini bilmiyoruz, ama neden olmamamız gerektiğini biliyoruz. Neden insanlar sanat ile ilişkilendirilmekten çekinir? Belki sanatın sadece özel yetenekli insanlar için olduğunu düşünüyoruz ya da profesyonel eğitimliler için olduğunu. Bazılarınız da sanattan çok uzaklaştığınızı düşünüyor. Belki öyledir, ama ben öyle düşünmüyorum. 

Hepimiz sanatçı olarak doğduk
Eğer çocuğunuz varsa, ne demek istediğimi biliyorsunuz. Çocukların yaptığı neredeyse her şey sanat. Pastel boyalarla duvara resim çizerler. Som Dam Bi'nin televizyondaki dansını taklit ederler ama Son Dam Bi'nin dansı diyemezsiniz artık - çocuğun kendi dansı olmuştur. Böylece tuhaf bir dans ederler ve şarkılarıyla herkese eziyet ederler. Belki de sanatları sadece ebeveynlerinin dayanabileceği bir şey ve bütün gün sanat talimi yaptıkları için insanlar gerçekten biraz yorulurlar çocukların yanında.
Çocuklar bazen tek kişilik drama performansları yapar - evcilik oynamak örneğin böyle bir performanstır. Ve bazı çocuklar, biraz daha büyüdüklerinde, yalan söylemeye başlarlar. Genelde anne babalar çocuklarının ilk yalan söylediği zamanı hatırlarlar. Şok olmuşlardır. “Artık gerçek yüzünü gösteriyorsun,” der anne. “Neden babasına çekiyor ki?” diye düşünür. Çocuğu sorgular, “Nasıl bir insan olacaksın sen?”

Çocuklar yalan söylediğinde hikaye anlatmaya başlar!
Ama endişlenmemelisiniz. Çocukların yalan söylemeye başladığı vakit, hikaye anlatımının başladığı vakittir. Görmedikleri şeyler hakkında konuşmaya başlarlar. Harika birşey, olağanüstü bir an. Anne babalar bunu kutlamalı. “Yaşasın! Oğlum yalan söylemeye başladı!” Sorun değil! Kutlama gerektiriyor. Örneğin, çocuğunuz “Anne, tahmin et ne oldu? Eve gelirken bir uzaylıyla tanıştım.” der. Tipik bir anne şöyle cevap verir, “Saçmalamayı bırak.” İdeal bir ebeveyn ise şöyle cevap veren kişidir: “Öyle mi? Uzaylı, ha? Nasıl bir görünüyordu? Bir şey söyledi mi? Nerede gördün?” “Ah, şey, süpermarketin önünde.”

Roman yazmak sıradan bir cümleyi diğerine bağlamaktır
Böyle bir diyalog içerisindeyken, çocuk bir sonra söyleyeceği şeyi bulmak zorunda, başlattığı hikaye için sorumlu olur. Ve böylece, bir hikaye oluşur. Tabii ki çocukça bir hikayedir, ama bir sonraki cümleyi düşünmek benim gibi profesyonel bir yazarın yaptığı ile aynı. Özünde hiç farklı değiller. Roland Barthes, Flaubert'in romanları hakkında şöyle demişti: "Flaubert bir roman yazmadı. Sadece bir cümleyi diğerine bağladı. Cümlelerinin arasındaki Eros, Flaubert'in romanının özü bu işte.” Evet, öyle - bir roman aslında bir cümle yazmak ve sonra ilkinin kapsamını bozmadan bir sonraki cümleyi yazmak ve böylece bağlantılar kurmaya devam etmek.

Kafka’nın ilk cümlesi ve o cümleyi haklı çıkarmak
Şu cümleye bakalım: “Gregor Samsa, bir sabah, sıkıntılı rüyalar gördüğü uykusundan uyandığında, kendini yatağında ürkütücü dev bir böceğe dönüşmüş buldu.” Evet, bu Franz Kafka'nin “Dönüşüm”ünün ilk cümlesi. Böyle mazeretsiz bir cümle yazabilmek ve onu haklı çıkarabilmek için devam etmek... Kafka'nın yapıtı, çağdaş edebiyatın bir başyapıtı oldu. Kafka bunu babasına göstermedi. Babasıyla arası iyi değildi. Bu cümleleri kendi kendine yazdı. Eğer babasına gösterseydi, “Oğlum iyice kendini kaybetti.” diye düşünecekti babası.

Sanat kendini kaybetmektir
Sanat biraz kendini kaybetmek demek ve bir sonraki cümleyi haklı çıkarmak - bir çocuğun yaptığından çok da farklı değil. Yeni yalan söylemeye başlamış bir çocuk masalcılıkta ilk adımlarını atıyor. Çocuklar sanat yapar. Yorulmazlar ve yaparken eğlenirler. Birkaç gün önce Jeju Adası'ndaydım. Çocuklar kumsaldayken çoğu suda oynamayı sever. Ama bazıları kumda bol vakit geçirirler, dağlar ve denizler - yok, deniz değil tabii, ama farklı şeyler - insanlar ve köpekler vs. yaparlar. Anne babaları der ki “Dalgalar hepsini sürükleyecek.” Bir diğer deyişle: Nafile. Gerek yok. Ama çocukların umurunda değil. Onlar anın içinde eğleniyorlar ve kumla oynamaya devam ediyorlar. Çocuklar başkası söyledi diye yapmıyor bunu. Müdürleri söylemiyor ya da başka biri, onlar öyle yapıyor.

İşiniz sizi mutlu etmez ama sanat…
Küçükken eminim ki ilkel sanatın zevkini tatmışsınızdır. Öğrencilerime en mutlu hissettikleri an hakkında yazmalarını söylediğimde, çoğu çocukluk döneminde bir sanat deneyimi hakkında yazar. İlk kez piyano çalmayı öğrendikleri veya ilk defa bir arkadaşla dört el çaldıkları, veya arkadaşlarıyla aptalca bir skeç oynadıkları zamanlar örneğin. Ya da eski bir kamerayla çekmiş olduğunuz fotoğrafları bastırdığınız an. Bu tarz deneyimlerden bahsederler. Sizin de böyle bir anınız olmuştur. Böyle bir anda, sanat sizi mutlu eder çünkü işiniz değildir. İşiniz sizi mutlu etmiyor, değil mi? Çoğu zaman zordur.

Yazar olma adına açıklamalar
Sanat para için yapılmaz
Fransız yazar Michel Tournier'in ünlü bir sözü var. Muzip bir şey aslında. “Çalışmak insanın doğasına aykırı. Bizi yorması bunun kanıtı.” Değil mi? Çalışmak doğamızda olsa niye bizi yorsun? Eğlence bizi yormuyor. Bütün gece eğlenebiliriz. Eğer bütün gece çalışacaksak, fazla mesai almalıyız. Neden? Çünkü yorucu ve kendimizi bitkin hissederiz. Ama çocuklar, çoğu zaman sanatı eğlence için yaparlar. Eğlencedir. Bir müşteriye satmak için çizmezler, ya da aile için para kazanmak için piyano çalmazlar. Tabii bunu yapmak zorunda olan çocuklar vardı. Bu centilmeni tanıyorsunuz, değil mi? Ailesine destek olmak için Avrupa'da tura çıkması gerekiyordu -- Wolfgang Amadeus Mozart -- ama bu yüzyıllar önceydi, bu yüzden onu istisna sayabiliriz. Maalesef, bir noktada sanatımız - bu neşeli meşgale - biter. Çocuklar derse, okula gitmelidirler, ödevlerini yapmalıdırlar ve tabii ki piyano ve bale dersleri alırlar, ama artık eğlenceli değildir. Yapmanız söylenir ve artık rekabet vardır. Nasıl eğlenceli olabilir ki? İlkokuldaysanız ve hala duvara resim yapıyorsanız, kesinlikle anneniz size kızacaktır. Hem, yaşlandıkça bir sanatçı gibi davranırsanız, gittikçe daha fazla baskı altında kalırsınız -- insanlar davranışlarınızı sorgular ve düzgün davranmanızı ister.

Resim yapamayabilirsin ama mutlaka başka bir yeteneğin vardır
İşte benim hikayem: 8. sınıftaydım ve Gyeongbokgung'da okulda bir çizim yarışmasına katıldım. Çok uğraşıyordum ve öğretmenim geldi ve sordu, “Ne yapıyorsun?” “Özenle çiziyorum,” dedim. “Neden sadece siyah kullanıyorsun?” Gerçekten de, defterimi hevesle siyaha boyuyordum. Açıkladım, “Karanlık bir gece ve karga bir dalın üstüne tünemiş.” Ve öğretmen dedi ki, “Gerçekten mi? Peki, Young-ha, çizimde iyi olmayabilirsin ama hikaye anlatısında yeteneklisin.” Ben, böyle demiş olmasını dilerdim. “Şimdi görürsün, yaramaz seni!” asıl cevaptı. “Görürsün sen!” dedi. Sarayı, Gyeonghoeru vs. boyamak gerekiyordu, ama ben herşeyi siyaha boyamıştım, öğretmen de beni gruptan ayırdı. Bir sürü kız da vardı orada ve ben tamamen korkmuştum.

Hikaye uydurmakta yetenekliydim
Hiçbir açıklamam ve özürüm duyulmadı ve başım dertteydi. Eğer ideal bir öğretmen olsa, daha önce dediğim gibi cevap verirdi, “Young-ha'nın çizime yeteneği yok belki, ama hikaye uydurmada yetenekli.” ve beni desteklerdi. Ama böyle öğretmenler çok nadir bulunur. Daha sonra büyüdüm ve Avrupa'nın galerilerine gittim -- üniversite öğrencisiyken -- ve büyük bir haksızlık olduğunu düşündüm. Bakın ne buldum.
Ben cezalandırılırken ve sarayın önünde çizimim ağzımda dururken, bunun gibi yapıtlar Basel'de asılıydı. Bakın şuna. Duvar kağıdı gibi görünmüyor mu? Çağdaş sanat, sonradan öğrendim ki, benimki gibi zayıf bir hikaye ile açıklanmıyor. Kargadan bahsedilmiyor. Çoğu yapıtın ismi yok. İsimsiz. Her neyse, 20. yüzyılda çağdaş sanat tuhaf birşey yapmak ve boşluğu açıklama ve yorumlama ile doldurmak demek -- ki benim yaptığım da buydu. Tabii, benim yapıtım çok amatördü, ama daha ünlü örneklere geçelim.

Ünlü ressam Picasso ve onun sıradışı eseri.
Picasso: Gördüğümü değil, düşündüğümü çizerim
Picasso bir tablosunda bisiklet gidonunu seleye ekleyip, ona “Boğa Kafası” adını verdi. İkna edici değil mi? Hemen yanda, yan koyulmuş “Çeşme” isimli bir pisuar. Duchamp'tı. Açıklama ile tuhaf eylemin arasını hikayelerle kapatmak -- işte çağdaş sanat tam da bunu yapıyordu. Picasso'nun bir açıklaması bile var, “Gördüğümü değil, düşündüğümü çizerim.” Evet, bu demek ki benim Gyeonghoeru'yu çizmeme gerek yoktu. Keşke o zaman Picasso'nun ne dediğini bilseydim, öğretmenle daha iyi tartışabilirdim. Maalesef, içimizdeki küçük sanatçı sanatın baskıcıları ile savaşamadan boğuluyor. Kilitleniyorlar. Bu bizim trajedimiz.

Çocukken içindeki sanat yeteneği ölen çocuklar büyünce ne yapar?
Peki içimizdeki küçük sanatçı kilitlendiğinde, kovulduğunda, hatta öldürüldüğünde ne oluyor? Sanatsal arzumuz gitmiyor. Kendimizi ifade etmek, ortaya koymak istiyoruz, ama bu sanatsal arzu ölü sanatçıyla çok daha karanlık bir formda ortaya çıkıyor. Karaoke barlarında hep "She's Gone" ya da "Hotel California" söyleyen insanlar vardır, gitar pasajlarını taklid eden. Genelde berbattırlar. Gerçekten berbat. Bazıları bunun gibi rockçı olur. Bazıları da gece klüblerinde danseder. Hikaye anlatmayı sevebilecek insanlar da bütün gece internette geyik yaparlar. Yazma yeteneği kendini bu şekilde belli ediyor karanlık tarafta.

Sanat dürtüsü yok edilmez ama bastırılır
Bazen çocuklarından daha heyecanlı babalar görürüz: lego ile oynarlar veya plastik bir robot yaparlar. "Sakın elleme, baban senin için yapacak." derler. Çocuk ilgisini çoktan yitirmiştir ve başka bir şeyle uğraşıyordur, ama baba kaleler yapar sadece. Bu gösteriyor ki içimizdeki sanat dürtüsü yok edilmemiş, sadece bastırılmış. Ama bazen kendilerini negatif bir şekilde de belli ederler, kıskançlık olarak. Şu şarkıyı biliyor musunuz "Televizyonda olmak isterdim"? Neden isterdik? Televizyon bizim yapmak isteyip yapamadıklarımızı yapan insanlarla dolu. Dans ediyorlar, rol yapıyorlar - ve yaptıkça övülüyorlar. Ve biz de onları kıskanmaya başlıyoruz. Kumandalı diktatörler oluyoruz ve televizyondaki herkesi eleştirmeye başlıyoruz. “Hiç de rol yapamıyor.” “Buna şarkı söylemek mi diyorsun? Notaları tutturamıyor.” Kolayca söyleyebiliyoruz böyle şeyleri. Kıskanıyoruz, kötü insanlar olduğumuzdan değil, ama içimizde kilitlenmiş bir sanatçı olduğundan. Ben böyle düşünüyorum.

Televizyonu kapa ve hemen kendi sanatını yap!
Peki ne yapmalıyız? Evet, doğru. Şimdi, hemen kendi sanatımızı yapmaya başlamalıyız. Şu anda, televizyonu kapatabiliriz, internetten çıkabiliriz ve kalkıp bir şey yapmaya başlayabiliriz. Öğretmenlik yaptığım tiyatro okulunda, Sahne Etkinlikleri adlı bir ders var. Bu derste, öğrenciler birer tiyatro oyunu sahnelemeli. Fakat, oyunculuk öğrencileri rol yapmamalı. Onlar oyunu yazabilir örneğin ve yazarlar sahne tasarımını yapabilir. Aynı şekilde sahne tasarımı öğrencileri oyunculuk yaparlar ve bu şekilde bir oyun sahnelerler. Önce öğrenciler merak ederler acaba gerçekten yapabilirler mi bunu, ama sonra çok eğlenirler. Bir oyun sahnelerken mutsuz olan çok az insan gördüm. Okulda, orduda veya hatta bir akıl hastanesinde, bir kere insanlarla başladığınızda, hepsi zevk alır. Bunu orduda gördüm -- birçok kişi oyun sahnelerken eğlendi.

Deli gibi yazmalısınız!
Başka bir deneyimim daha var: Yazarlık dersinde öğrencilere özel bir ödev veriyorum. Sizin gibi öğrencilerim var derste -- çoğu yazarlık okumuyor. Bazıları sanat ya da müzik okuyor ve yazamadıklarını düşünüyor. Onlara boş bir kağıt ve bir konu veriyorum. Basit bir konu olabilir: Çocukluğunuzdaki en talihsiz deneyim hakkında yazın. Tek bir koşul var: Deli gibi yazmalısınız. Deli gibi! Aralarında yürürüm ve onları teşvik ederim, "Haydi, haydi!" Bir iki saat kadar deli gibi yazmak zorundalar. Sadece ilk beş dakika boyunca düşünebilirler.

Yazarken kusur bulan şeytanın vesveselerinden kurtulmak
Onlara deli gibi yazdırtmamın sebebi yavaş yazdığınızda bir sürü düşünce geçer aklınızdan ve sanatçı şeytan belirir. Bu şeytan size neden yazmamanız gerektiği hakkında yüzlerce sebep gösterir: “İnsanlar sana gülecek. Bu iyi bir yazı değil! Nasıl bir cümle bu? El yazına bir bak!” Bir çok şey söylecek. Hızlı koşmalısınız ki şeytan sizi yakalayamasın. Derste gördüğüm en iyi yazılar uzun teslim tarihi olanlar değil, 40-60 dakika boyunca önümde kurşun kalemle çılgınca yazan öğrencilerin yazdıkları. Öğrenciler bir çeşit transa geçerler. 30 ya da 40 dakikadan sonra ne yazdıklarını bilmeden yazarlar. Ve tam bu anda, kusur bulan şeytan kaybolur.

Çevreniz sizi yazar olmanız için engelleyecek
Şunu diyebilirim: Bizi sanatçı yapan sanatçı olmamız için gerekli olan bu tek nedendir, sanatçı olmamamız için bulduğumuz yüzlerce neden değil. Neden bir şeyi olamadığımız önemli değildir. Çoğu sanatçı, bu tek nedenden dolayı sanatçı olmuştur. Kalbimizdeki şeytanı uyutup sanatımıza başladığımızda düşmanlarımız dışarıda belirir. Çoğu zaman anne babamızın suratlarına sahiptirler. Bazen eşimiz gibi görünürler, ama aslında ne eşimiz ne de anne babamızdır. Onlar şeytandır. Şeytan. Dünyaya dönüşmüş şekilde kısa süreli gelirler, sırf sizin sanatçı olmanızı engellemek için.

Sanat için neden gerekmez, esas sanattır
Ve sihirli bir soruları vardır. Biz “Sanırım oyunculuğu deneyeceğim. Yakında bir tiyatro okulu var” ya da “İtalyanca şarkılar öğrenmek istiyorum” dediğimizde, onlar “Öyle mi? Bir oyun mu? Ne için?” diye sorar. Sihirli sorudur bu: “Ne için?” Ama sanat hiçbir şey için değildir. Sanat esas amaçtır. Ruhumuzu kurtarır ve mutlu yaşamamızı sağlar. Kendimizi ifade etmemize yardım eder ve alkol ve uyuşturucunun yardımı olmadan mutlu olmamızı sağlar. Böyle pratik bir soruya cevap olarak, cesur olmak zorundayız. “Sadece eğlencesine. Kusura bakma sensiz eğleneceğim için" demelisiniz. “Yine de gidip yapacağım.” İdeal gelecekte hepimizi farklı kimliklerle hayal ediyorum, bu kimliklerden en az bir tanesi sanatçı olacak.

Kral Lear: Kim olduğumu bana kim söyleyebilir?
Bir kere New York'tayken taksiye bindim, arka koltuğa oturdum ve önde bir oyunla ilgili bir şey gördüm. Şöföre sordum, “Bu ne?” diye. Kendi profili olduğunu söyledi. “Peki nesin sen?” diye sorunca, “Oyuncuyum” dedi. Taksi şöförü ve oyuncu idi. “Hangi rolleri oynuyorsun genelde” diye sordum. Gururla Kral Lear'i oynadığını söyledi. Kral Lear. “Kim olduğumu bana kim söyleyebilir?” Kral Lear'den harika bir dize. Benim hayal ettiğim dünya bu işte. Birisi gün içinde golfçü, akşamları yazardır. Ya da taksi şöförü ve aktör, bankacı ve ressam, gizlice veya açıkça sanatlarıyla uğraşan.

Muhteşem bir sanatçı olmak için: Sadece yapın!
1990'da, Martha Graham, modern dansın ustası, Kore'ye geldi. Harika sanatçı, o zamanlar 90 yaşlarında, Gimpo Havaalanı'na geldi ve bir muhabir ona tipik bir soru sordu: “Muhteşem bir dansçı olmak için ne yapmak gerek? Hevesli Koreli dansçılar için bir öğüdünüz var mı?” Kendisi bir ustaydı. Bu fotoğraf 1948'de çekilmişti ve daha o zaman şöhretli bir sanatçıydı. 1990 yılında, bu soru soruldu ona. Ve o, şu şekilde cevap verdi: “Sadece yapın.” Vay be. Duygulanmıştım. Sadece bu üç kelime ve havaalanını terketti. Bu kadar. Peki şimdi ne yapmalıyız? Sanatçı olalım, hemen şimdi. Hemen şimdi. Nasıl mı? Sadece yapın!

Devamını Oku

Tanpınar Hikaye Yarışması 2013 Sonuçları Açıklandı

Meraklanan beklenen Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Yarışması sonuçları açıklandı

Jürinin değerlendirmesi sonucu birinciliği Trabzon’dan Abdullah Efendi rumuzu ile Yaşar Bedri Özdemir, 'Rüya Korkusu' adlı eseri ile ikinciliği İstanbul’dan Terazi rumuzu ile Özbek ÖlekOcak’ adlı eseri ile üçüncülüğü ise Ankara’dan Nevzat Naki Çilabbas rumuzu ile Murat Şahin ÖcalGece Trapezcileri’ adlı eseri ile kazandı.

Mansiyon Ödülleri
Mansiyon ödüllerini ise Zinnun rumuzlu 7. Beyit adlı eseri ile Mehmet Esen ve Mahur Beste rumuzlu Nuran’ın Acıları adlı eseri ile Berkiz Berksoy aldı. Her yıl olduğu gibi yarışma sonunda jürinin belirlediği 20 eser kitap haline getirilecek. Önümüzdeki günlerde belirlenecek tarihte ödül töreni yapılacak. Dünyanın dört bir yanından katılımın olduğu yarışmaya 985 eser katıldı.
Devamını Oku
BlogOkulu Gadgets