17 Mart 2013 Pazar

Tomris Uyar Anıldı!

Öykü türünün son dönem önde gelen yazarları arasında yer alan ve 2003 yılında hayata veda eden Tomris Uyar, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin düzenlediği bir etkinlikle anıldı. Etkinliğe katılan Feyza Hepçilingirler, Handan İnci, ve Berat Alanyalı, Tomris Uyar’ı ve edebiyat yaşamını anlattı. Öykü yazma yoluna baş koymuş yazar adaylarına Tomris Uyar’ı daha yakından tanımaları ve öykü üzerine düşüncelerini bilmelerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Etkinliğin tamamını Fulya Füsun Çetinel’in aktarımından sizinle paylaşıyorum.

Tomris Uyar yazarların katılımıyla anıldı.
Anma etkinliği on dakikalık bir belgelselle başladı. Belgeselde Tomris Uyar, edebiyata ve yaşama bakış açısını kendi sesiyle anlattı. Belgeselden notlar şöyle:
İnsanın doğasında kaygılar var, bu da öykülere yansır. Hep günlük yazdım. Okur az, kitap baskıları az. Yazmadan da duramam ben, soruyorum hep kendime. Neyi değiştireceğim? 1975’te neyse 1990’da da durum aynı. O zaman? Karamsar yazmak istemiyorum artık. Edebiyat soru sorar, bırakır. Muhalefettir. Sorgulayandır. Yanıt veren edebiyatı çok sevmem ben. Onlar ancak köşe yazarı veya gazeteci olabilir. Düzgün yanıtlar verirler.  Öykülerim farklı şeylerden tetiklenir, bir olaya bakıp öykü kurmaktan çok insanların Türkçeyi kullanış biçimlerinden, konuşmalardan öykü çıkarırım. Mesela balıkçıdayım. Başı eşarplı bir kadın geldi. Balık fiyatlarına bakıyor. On beş bin lira kilosu, palamut var, küçük balık var. Balıkçı ve ben kadını palamut alması için ikna etmeye çalışıyoruz, çünkü palamut mevsimi ve diğer balık iyi değil. Kadın tek cümle kurdu. ‘Ama biz çok kalabalığız,’ dedi. İşte öykü burada, bu tek cümlede. İnsan çok önemli benim için. 
En zor kısmı öyküye başlamak değil de son cümleyi bulmak. Kapalı bir cümle olmalı. Onun için geriye sararak yazarım ben. Gündelik gerçekleri okurla paylaşmadan edemem. Birisiyle konuşurken, çamaşır yıkarken, yürürken kafamdaki öykü kendini geliştirir. Bazen kendimi dostlarıma kapayabilirim, bana bir konu hakkında bir şeyler sorarlar, ben öykümün gerçekliğinden yanıtlar veririm onlara.

Virginia Wolf’un özlemini her kadın gibi Tomris Uyar da çekmiş. 
Hiç öyle bir odam olmadı. Kapısını kapayıp, her şeyi yerli yerinde bırakabileceğim kendime ait bir odam olmadı. 

Franz Kafka, Reşat Nuri Güntekin en çok etkilendiği yazarlardan. 
Evet, okumak, insanları dinlemek, anlamaya çalışmak önemli ama yazarlık mayası da inkâr edilemez bir şey. Herkeste yoktur bu. 

Çeviri konusunda da çok titiz Tomris Uyar.

Belgeselin ardından yazarın yakın dostları Tomris Uyar’ı anlattı.

Feyza Hepçilingirler  

Tanıdığım Tomris Uyar

Tomris Uyar’ı, Füsun Akatlı, Hulki Aktunç da anlatabilirdi ama ne yazık ki onlar da gitti. Tomris ile 1982’de tanıştık ve yazları çok görüşürdük. Öldüğü yıl bir yazı yazdım ona. ‘Yaz anısı, anı yazısı’ diye.  Şu meşhur ayı meselesi üzerine. ‘Yazılı Günler’ kitabında Tomris de yazmıştı.
14 Haziran 1985, Ayıyla Ayı Olmak. Bana bir türlü gelmeyen yazı getirmek amacıyla Feyza ile Hüsnü Hepçilingirler’in çağrılarına uyup Balıklıova’ya gitmeye karar verdim. Bu arada arkadaşlarım da arabayla Bodrum’a gidiyorlarmış, arabalarında yer varmış. İşler yolunda gibi ya neyse. (Yazılı Günler)
Tomris ve arkadaşları Karaburun yolunda bir dinlenme tesisinde çay molası verirler. Kafeste yavru bir ayı vardır. İnsanlar cehennem gibi sıcakta ayıya şişe şişe bira verip eğlenirler. Zavallı yavru susuzluktan olsa gerek biraları içer. Kimi şişeler de kırılmış ve kafesin zeminine dağılmıştır. Tomris hayvana acır ve kafesine su bırakır, cam kırıklarını görür, yavru ayının ayaklarını kesmesin diye bacağını kafese uzatıp kırıkları itelemeye çalışırken, ayı ayılığını yapar ve Tomris’in bacağını kapar. Boydan boya yırtar.
Ama ayı da insanlarımızdan benim kadar kuşkulandığından, bu sevecenliğimi tekme atma hazırlığı diye değerlendirdi.
Ayıyı tatlı tatlı inandırmaya çalıştım. Bacağımı bırakır mısın lütfen?(Yazılı Günler)
Yazları hep birlikte Balıklıova’da geçirirdik. Hüsnü Hepçilingirler’e, o benim üvey kocam derdi. Çok severdi. Sakınmasız, sivri dilli, kimseye yaltaklanmayan, korkusuz biriydi. Çok güzel yüzerdi. Yüzmeyi Marmara’nın akıntılı denizinde öğrenmişti.
Tomris doğum günlerinde hediye almayı sevmezdi, bu huyunu bilenler ona öykü, şiir, metinler verirdi.  Edip Cansever de Tomris’in kırk yaşı için bir şiir yazmıştı yine. 15 Mart 1981. Herkesin dilinde dolaşan, ‘Yaş değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir’ değil bu.

Mavi Uçlu Bir Kaptan 
Eldivensiz ve sıkılmış
Hafif hafif terliyor
-Görüyorum, karşımda-
Burnuyla dudakları arası.
Böyledir Tomris’in özel yası.
Annesinin kolyesi
Günışığında pembe buğu
Ayakta dursa ne çıkar
Neye benziyor ki oturmuşluğu.
Kansız kesilir boşlukta kolu.
Pasajda yapma çiçekler
Laf atar saçlarına
Hazırdır karşılığı bir öykü bulur
Anlatır gül kokularına.
Görüntüsü kendisi
Akşamüstlerinden yapılmış
Nerden bulmuş acaba göğsü yerine
Kalbine bir ayçiçeği asılmış.
Bir gün bir öğle sonu
Ne tuhaf, avucunda
Kalakalmış bir çocukluk durumu
Bana sorsa tam o sıra
Gözleri camdan bir haziran çukuru.
Susarsa susmayı da konuşan
‘Mavi –Uç’lu bir kaptan.
Edip (Yazılı Günler, Can yayınları)

Çok alçakgönüllüydü. Kimseye, ‘falanca kitabı okumadın mı sen daha’ dememişti.
Kedileri çok severdi. Siyami, Kırlent sonra Cahide.
Benim çocuklarıma bakan bir kız vardı. Hiç okula gitmemiş, okuma yazmayla alakası yok. Ona bile bir günlük hediye etmişti. Emel’e önem vermişti. Kız bir daha unutamadı Tomris’i. İçine hiçbir şey yazmasa da defterini uzun yıllar sakladı.
Beylik, sıradan her şeyden nefret ederdi o.  Uzun yaşamayı bile istemedi. İsteseydi ona göre bir yaşam sürer, içkiden sigaradan uzak dururdu. Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreyya’nın öldüğü yaşlarda öldü o da.
Benim onun hakkında aklımda kalanlar yazıya geçirilmiş olanlar hep, demek ki yazmadıklarını unutuyor insan. Aklın insana oyunu.
Yıl 1984. Tomris böyle klişe başlangıçlara sinir olurdu. Takside gidiyoruz. Devamlı şoförü dürtüyor. Adamı sorularıyla TIR şoförü olmak istediğine ikna etmeye çalışıyor. Turgut araya girip Tomris’in elini adamın omzundan çekiyor. İki dakika sonra durum yine aynı. Taksiden inerken şoför şehrin trafiğini bırakıp uzun yolda TIR şoförlüğü yapmak istediğine karar vermişti bile.
Yazları Balıklıova’da tuttuğumuz yazlık ev eski, dökük, köhne ama bahçesi denize sıfır bir evdi. Sabah uyanır uyanmaz denize giriyoruz. Tomris’in üzerinde siyah mayosu, elinde cin tonik bardağı ile hatırlıyorum. Ayhan Işık’ın öldüğü yıl. Gazeteler onun içki ve sıcak çarpmasından öldüğünü yazıyor. Tomris’e fark ettirmeden iskemlesini gölgeye çekiyoruz hep. Geceleyin bile denize giriyoruz. Evden çok denizi kiralamışız.
Yazlıkta edebiyattan söz etmezdik hiç. Daha çok dedikodu, öyle bir ballandırarak anlatırdı ki. Bir de onun bize öğrettiği oyunları oynardık. Ne olsaydı, nasıl olurdu oyunu. Tomris çiçek olsa, gül değil, kıymetli bir çiçek değil, kimsenin bilmediği kır çiçeklerinden olurdu. İçki olsa rakı. Hayvan olsa kedi olurdu.
Sevmediği kişilerle vakit geçirmeyi sevmezdi. Bir akşam Çiçek Pasajında oturuyoruz. Bir gazeteci geldi yanımıza. Tomris’e, Edip Cansever, Cemal Süreyye ile ilgili sorular soruyor hep. Tomris kızdı. Televizyonda Tarantino’nun Pulp Fiction’ı oynayacaktı o gece. Seyretmek istiyorum, dedi ve kalkıp gitti.
O küçücük kadın, bir anda herkesi korkutmayı da bilirdi. Ankara’da bir toplantıdaydık. Şimdi hatırlamıyorum. Bir soru sordular. Tomris’in sinirleri bozuldu. Salondaki herkesi azarladı. Kimse sesini çıkaramadı daha sonra.
Dokuz Eylül Üniversitesinin bir yemeğinde, yemek masasının altından bacağını ellemişti bir öğretim görevlisi. Adamı öyle bir azarlamıştı ki.
Kendi kendisiyle dalga geçerdi. Siroz olmuştu. En hakiki Atatürkçü kimmiş, görsünler bakalım, dedi.
Tango bilirdi. Her adımında ince bir dereyi geçiyormuş gibi sekerek yürürdü.
Benim İstanbul’a gelmemi de o teşvik etmişti. Buraya taşındıktan sonra daha az görüştük. Çok zor bir dönemdi. Kendisini bana yardım etmek zorunda hissetmesini istemiyordum.
Damarına basmak, bu özellik onda da vardı. Benim Enka ödüllerine katılmamı çok istiyordu. Ben çekimser durdukça, hiç kıyıda köşede kalmış iki öykün yok mu canım, diyordu. Olmaz m? Gönderdim. Ödüller açıklandı. Birinci Kudret Aksal. İkinci Nihal Çeliker ve üçüncülük ‘Eski Bir Balerin’ öykümle benim oldu. Adım hiç duyulmamış benim. Şimdi bile kimse tanımaz beni, o zaman hiç kimse tanımıyordu. Bir milyon ödül aldım, müthiş bir para. Ankara’da iki yerde birden çalışıyorum, yine de o kadar para kazanmıyorum. Sonra her yarışma sonrasında olduğu gibi dedikodular çıktı. Kudret Aksal çok önemli, şimdiye kadar jürilerde birçok kişiyi ödüllendirdiği için ona verdiler birinciliği, dediler. Nihal Çeliker’in de kocası hastaymış, tedavi görüyormuş. Ona da ikinciliği verdiler. Hüsnü, bir tek sen bu ödülü bileğinin hakkıyla aldın galiba, dedi. Tomris hemen, ama o da üniversiteden atıldı, onun için vermişlerdir, dedi. Çok kırıldım bu lafına. Ama onun dostluğundan gurur duyarım. İyi ki de tanımışım onu. Ondan feyiz almışım.
Öldüğü yaz başı, onu Ayvalık’a yazlığıma davet ettim ama olamadı işte.

Handan İnci 

Öykünün Saf İpeği

Türk öykücülüğünde ilk Sait Faik, sonra Tomris Uyar geliyor. İki yazarımız da Türkçeyi öykünün zirvesine taşımış. Benim gibi düşünen pek çok okur var. Sait Faik’in ilk öyküsü ‘İpekli Mendil’. Turgut Uyar’ın ise ‘İpek ve Bakır’. İkisi de has öyküler. İpek mendil gibi kendi ritmiyle süzülen, akan öyküler. Dopdolu boşlukları vardır öykülerinin. Tomris Uyar da Sait Faik’i çok sever. Su gibi okunan öyküler, der Sait Faik’in öyküleri için.
Ama Tomris Uyar’ın öyküleri su gibi okunmaz. Kuyumcu işlemesi kelimeleri okuyucuyu adım adım merkeze götürür. Yazılmış, kurulmuş, işlenmiş öyküdür onun öyküsü. Dünyayı anlatma biçimi öyküye uyar. Onun öykücülüğü bir heves değildir, kendini öykücü olarak yetiştirmiştir.
Füsun Akatlı, Tomris Uyar’ın öykülerini güneyli, sıcacık, masmavi, yer yer kuzeye de sapar bulur. İçlerinde dirim, heyecan, incecik bir sevinç sezilir. Alttan alta yaz duygusu vardır. Kalenin Bedenleri de böyle bir öykü işte.

Berat Alanyalı 

Öteki Olma Halleri Üzerine Bir Öykü, Kalenin Bedenleri

Her okuma özneldir,  okur öyküyü kendi bitirsin der Tomris Uyar ama biz yine de onun öykücülüğünü anlamaya çalışmak adına Kalenin Bedenlerini birlikte okuyalım ve üzerinde düşünelim.
Bu hayli kapalı bir öykü. Uyar’ın ikinci dönemine ait öykülerden. Meselesi öteki olma halleri, yadırganan, dışlanan, yalnız insan. Dünyanın neresinde olursa olsun azınlıkta olanlar. Farklı mekân, farklı zaman. Ötekileştirilmiş öykü kişileri, uzak dünyalar, farklı karakterler.
Öyküde üç kadın var. Mardin’deki kadın. Chicago’da tuvalet temizleyicisi Afro- Amerikan kadın, fotoğrafa bakan, tuvalet temizleyicisi ile hatırası olan kadın. İki de erkek var. Trendeki genç, onun üzerinden nasıl bir anlatıcı olduğunu öğreniyoruz. Ve öykünün sonundaki Eminönü meydanında yıkılıp kalan memur emeklisi. Bu kişi tip olarak kalıyor öyküde. Başka bir öykünün karakteri olma hazırlığı içinde.
Anlatıcı yazar Turgut uyar mı yoksa başka bir kadın mı? Belli değil, önemli de değil zaten. Hep yalnızlığa bakış var. Yazan aynı kurgu içinde arada durup kendisine de bakacak. Mekanlar birbirinden çok farklı. Oradan oraya atlıyor öykü.
Öykü zamanı anlatıcının fotoğrafa bakma zamanı gibi çok kısa bir an. Ne kadar uzun olabilir ki bir fotoğrafa bakmak. Bu kısa zaman diliminde her yere uğruyoruz. Benzer insanlık durumlarına bakıyoruz. Baskılar, ezilenler.
Öyküde üç bölüm var. Cemreler. Okuru fotoğrafa bakar kılıyor. Ayrıksı bir başlangıç cümlesiyle giriyor öyküye. Birinci cemreyle, fotoğrafa bakan gözün kurgusu başlıyor. Anlatıcı yazar kadın, yazmaya başlıyor. Bildikleriyle kurguladıkları karışıyor.
Mardin’deki kadın oğlunun bakıcısıyla Kürtçe konuşamaz. Evde Türkçeden başka dil konuşulması yasaktır. Anadil meselesine erken vurgu var bu öyküde.
Murathan Mungan’ın ‘Paranın Cinleri’ kitabında bu fotoğrafla ilgili bir açıklama var. Murathan Mungan’ın annesinin fotoğrafıymış ve onunla ilgili şeyler anlatır.
Anlatıcı, zenci kadına bakmakta. Zenci kadının ataları, geldikleri yerler, melezlik kavramı, çok uzun bir bölüm, gerilere geçmişe gidiyor. Mutlaka göndermeler var burada. Tomris Uyar 1987’de davetli olarak Amerika’ya gitmiş. Kitabını İngilizceye çevirtmek için Melez Ernst James Gains ile buluşmuş. Melez yazar göndermesi bence bu noktada ortaya çıkıyor.
Bu kişiler arasındaki en önemli bağ yazı. Yazılıyor da ne değişiyor? Daha kaç hayat kendisini tekrarlayacak.
Bu öykünün adı niye ‘Kalenin Bedenleri ‘? İnsanların dış duvarları. Sonra Mardin kalesi var. Gelinin de üç kalesi var öyküde. Mardin’deki hayatı, yalnızlık ve delilik hali. Trendeki gençte ise, özgürlük kalesi, yalnızlık ve bunu serserilikle gizlemeye çalışma kaleleri. Kişi ya kendini kapatıyor kaleye, ya da kapatılıyor.
Yine bir söyleşinin sonuna geldik. Konuşmacılarımız teşekkür ediyoruz. İyi ki edebiyat var. Kitaplar var. Birbirinden kıymetli yazarlarımız var. Edebiyat sadece oturup kitap okumak değil ki, buluşmak, konuşmak, fikir alışverişi yapmak, tartışmak da aynı zamanda. Bir bardak çay eşliğinde bir kaç saati paylaşabilmek.  Gülhane Parkında, Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphane Müzesi var, ağaçlarda rengârenk papağanları var, biliyor muydunuz?  En güzeli de Eminönü’nden Sarayburnu’na yürüyüp Gülhane parkına aşağı kapıdan girmek. Başka bir söyleşide görüşmek üzere.

FULYA FÜSUN ÇETİNEL

0 yorum:

Yorum Gönder

BlogOkulu Gadgets