FÜSUN ÇETİNEL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
FÜSUN ÇETİNEL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Hayalet / gölge yazar nedir, nasıl olunur?

İyi bir okuyucuysanız, yazmayı seviyorsanız, cümleleriniz akıcı ve noktalama işaretleriniz yerindeyse, yazım hataları yapmıyorsanız, insan ilişkileriniz, gözlemleriniz kuvvetliyse, yeterli çalışma ve sabırla siz de hayalet yazarlık yapabilirsiniz.

Hayalet yazar olmak nasıl olur?
Gölge yazarlık, bir kişinin isteği üzerine kitabının kişisel tercihleri doğrultusunda, anonim bir yazar tarafından kaleme alınmasıdır. Kitap, müşteriyle yakın bir diyalog kurularak yazılır ve bitiminde müşterinin mülkiyetine geçer. Kitabı yazan kişinin kimliği projenin başından sonuna kadar gizli tutulur. Kitap, bir nevi hayalet yazar tarafından yazılır.

Hayalet yazarlığın faydaları nelerdir?
  • Devamlı iş imkânı
  • Sürekli kazanç
  • Çeşitlilik
  • Özgürlük ve esneklik
  • Her yıl farklı bir proje
  • İş aramak için daha az, yazmak için daha çok zaman harcamak
  • Daha az projeyle daha çok para kazanmak
  • İsminiz ortada olmadığı için daha az "karalanma"
Hayalet yazar olmak istiyorsanız ayrıntılı bilgi buradan alabilirsiniz.
Devamını Oku

15 Eylül 2013 Pazar

Edebiyata dair ucundan kıyısından: Öykünün Ev Hali

Edebiyat blogu okumayı, takip etmeyi sevenlere bir blog önereceğim bugün: Öykünün Ev Hali. Zengin içeriği ile dikkat çeken Öykünün Ev Hali’nin yaratıcısı Fulya Füsun Çetinel Boğaziçi Üniversitesi’nin blogunda da yazar olarak yer alıyor. 

Edebiyat blogu severlere Öykünün Ev Hali
Yaratıcı yazarlık ile ilgili blog yazmaya başladığımda internette araştırma yaparken tanıştım Öykünün Ev Hali ile. O zamanlar sadece yaratıcı yazarlık, edebiyat ve öykü hakkında ev hallerini edebiyatla, yazarlıkla ilişkilendirdiği kısa ama keyifli, yer yer esprili videoları vardı. Yeşim Cimcoz Yazı Evi’nde Renkli Yaş Almak adlı bir atölye düzenleyen blogun var edicisi Füsun Çetinel ile tanıştıktan sonra zaman zaman katıldığı söyleşilerden, yazarlarla yaptığı röportajlardan ve yaratıcı yazarlıkla ilgili makalelerini blogumda yayınlamaya başladım.

Öykü tutkunlarına özel bir yolculuk!
Pek çok yaratıcı yazarlık kursuna katılmış, edebiyat ve öykü ile ilgili derin okumalar yapmış olan Füsun Çetinel, birikimlerini insanlarla paylaşmak adına kısa süre önce Öykünün Ev Hali adlı blogu yayın hayatına başladı.
Yazar söyleşilerinden kitap kritiklerine, yazdığı öykülerden edebiyat etkinliklerine Füsun Çetiel’in edebiyat yolculuğunda durduğu durakları merak ediyorsanız Öykünün Ev Hali blogunu mutlaka ziyaret edin.
Devamını Oku

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Yaratıcı yaşarlık özgürleşme mücadelesidir!

Yazarlık atölyelerinde çok sık dile getirilen “Önce okuyun sonra yazın” öğüdünü reddeden Tarık Günersel, “Önce bol bol okuyun, sonra yazın denir. Bence tam tersi. Önce yazar sonra okursunuz. Alışılagelmiş kalıplar bizi hizaya getirmeye, robot olmaya yöneliktir. O yüzden şairlik, yazarlık tehlikelidir” dedi. Tarık Günersel yaratıcı yazarlığın geniş bir şeyin parçası olduğunu vurgulayarak aslolanın Yaratıcı Yaşarlık olduğunu söyledi.

Boğaziçi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Atölyesi
Bir dönem PEN Türkiye Merkezi Başkanı görevini yürüten Tarık Günersel Boğaziçi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’ndeki söyleşisinde dişe dokunur açıklamalarda bulundu. Füsun Çetinel bu güzel söyleşiyi sizin için izledi ve kaleme aldı. Keyifli okumalar.
Dersten sıkılırım ben, kalıplara sıkıştırılmış şeyleri sevmem. Onun için buradaki birlikteliğimize ders demeyelim. Ne ders değilse onunla ilgilenirim ben. Yaratıcı yazarlık geniş bir şeyin parçası asıl olan Yaratıcı Yaşarlık. Kolay hata yapabileceğimiz, kolay kınanabileceğimiz bir alan.
Önce bol bol okuyun, sonra yazın denir. Bence tam tersi. Önce yazar sonra okursunuz. Alışılagelmiş kalıplar bizi hizaya getirmeye, robot olmaya yöneliktir. O yüzden şairlik, yazarlık tehlikelidir. Bu kişiler kalıpları kırmak için yazar ve yaşar o yüzden de öldürülür, hapse atılır, tehdit edilirler. Benimle ilgili bir soruşturma sürüyor hala. Türkiye’de bu çok normal.

Yazmadan yazar olunmaz!
Yazmak bedava. Yazmak macera, özgürlük. Bir insan yüzücü olmak istiyorsa eğer TV de olimpiyatları seyrederek yüzücü olamaz. Yazmadan da yazar olamazsın. Bence herkes yazar, şair ve romancı olabilir. İnsanın tek engeli kendisidir. Devamlı ‘’Ama ben yapamam, ben yazamam’’ der durur. Herkes Fuzuli olamaz ama şair olabilir. En önemli okurunuz kendinizdir. Yazarak biriktirdiğiniz sürece, yazdıklarınıza döner, onları okuyup hayatınızı daha iyi anlar ve zenginleşirsiniz. Bunları kendinizle sohbet olarak görebilirsiniz. Yazdığınız şey sizin hoşunuza gidiyorsa 1-0 öndesiniz demektir. Başkası beğenmiş beğenmemiş sizi alakadar etmez.

Nasıl gidiyor kölelik?
Hepimiz deformeyiz. Potansiyelimizin gerisinde yaşıyoruz. Hepimiz özgürleşebiliriz. Bu süreç sonsuz bir süreç. Dünyanın her yerinde kalıplar içine sıkıştırılmış hayatlar var. Yeni kitabım bunun üzerine, ‘’Nasıl gidiyor kölelik?’’ Bu bir ideoloji. Dar kalıplara alıştırılmışız. Dogmatik düşünceler empoze ediliyor devamlı. Türkiye’de beyinsizleşme operasyonu yapılıyor. Yapılmakta. Debrainization, İngilizce kelimesi bile var.  Yaratıcı Yaşarlık bir özgürleşme mücadelesidir. Devrimci, sonsuz bir süreçtir.
İlham sadece bir trafik kazasıdır
Birçok yaratıcı yazarlık kitabında görmüşsünüzdür. Birinci aşama oto sansürsüz yazın. Başka kimse okumayacakmış gibi, kendinizi irkiltme pahasına yazın. Malzemeyi ortaya koyun. İkinci aşama ayıklamaktır. Hangileri size iyi geliyor? İlham beklemek diye bir şey yoktur. İlham ancak bir trafik kazasıdır, çarpışmadır. Profesyonel yazarlar hangi noktada profesyonel? Yazmak hayatının organik bir parçası olmuşsa o kişilere profesyonel yazar denebilir.
Üçüncü hamle, ayıkladığınız, seçtiğiniz şeyleri işlemek. Ekle, çıkart. Dördüncü aşama, dinlendir, mesafe koy araya. Beşinci aşama, tekrar bak. Mesafeli bak. Rötuşlar yap.
İlke olarak bu süreç sonsuzdur.  Ressamlar bile der, bitmiş eser yoktur diye. 1974’te Yangın şiirimi yazdım. Kırk yıl içinde bazı fiil ve kelimeleri değiştirdim. Bu Yahya Kemal ekolüdür. Behçet Necatigil ekolü ise hiç ellemeyen, yazılmış şiirle hiç oynamayan bir ekoldür. Bir keyif meselesi bu. Siz nasıl isterseniz öyle yapın. Hayat zaten mecburiyetlerle dolu, yazmak ise keyifli olmalı, mecburiyet barındırmamalı içinde.

Yazdıklarınızın hiçbirini atmayın
Kütüphanenizde en başa kendi yazdıklarınızı koyun. Hiçbirini atmayın. Öldüğümüz zaman biz öleceğiz. Yaşarken de biz yaşayalım o zaman. Bu bir tercih meselesi. Boşnak, Sırp, Hırvat öğrencileri bir araya getirip bir konuşma yapmıştık. Orada şunu söylemiştim. Egemenlerin, şairleri hapse atması normal ama daha akıllıların yaptığı şairlerden hiç bahsetmemek. Sonuçta ceza, hapis hep normal.
Geçen kasımda Brüksel’de söylediğim gibi, Hapis Yazarlar Konferansında, PEN Türkiye başkanı olarak oradaydım. Kırk kişiydik ve her konuşmacı için ancak iki dakika süre verilmişti. Düşündüm, nasıl anlatırım derdimi iki dakikada diye.
‘’Eviniz kaç odalı? Üç mü, aslında dört odalı. Dört mü, aslında beş odalı. Yazarsanız, her an hapse girebilirsiniz. Bunun düşüncesi ile eviniz hep bir oda daha fazla.’’ Aynısını Abdullah Gül’e de söyledim.  Bazı yazarlar köşesinde oturup öykü, roman yazmakla yetinir. Ben ikinci tür yazar topluğundanım.

Yaratıcı okurluk kavramını düşünmekte yarar var!
Yaratıcı olamayan yazarlığa gelince, turizm broşürleri, gazete makaleleri olabilir. Turizm broşüründe bile yaratıcılık vardır gerçi. Bir de yaratıcı okurluk kavramı çıktı. Bu kavramı düşünmekte yarar var. Çok hoş bence.  İnsan sevişe sevişe sevişmeyi geliştirir. Yazmak da öyle, Özgürleştiricidir. Yazarken şiir, öykü, roman yazacağım diye bir hedefe de gerek yok. Cümle olabilir, kelime olabilir. Hiçbir kalıba girmeyebilir. Bir süre sonra tüm yazdıklarınız bir şey oluşturabilir.


Kendimi sınırlandırmadan yazarım 
Şimdi de otobiyografik birkaç şey söylemek istiyorum. Yirmi yaşında Moda’da turluyorum. Edebiyat tarihindeki bütün şaheserler başarısızdır, bu aklıma geldi birden. Peki, dedim, ben şair olarak nasıl bir proje seçeyim ki, başarısız olayım ama ortaya bir şaheser çıksın. Stratejim nasıl olmalı? Hayat kaotik, ben gelişmeye açığım.
Kendimi sınırlandırmadan yazarım. Sekiz on yılda bir yazdıklarıma bakarım. Çok türde bir mozaik oluştururum.  Kırk üç yıllık proje bu. Ben gerçekte tek bir eser yazıyorum. Bütün kitaplar tek. Öyküler, şiirler, hepsi iç içe geçmeye başladı.

Shakespeare’in stratejik hatası
1992’de aklıma geldi. Shakespeare’in stratejik hatası neydi? Homer dendiğinde aklımıza İlyada gelir. Dante deyince İlahi Komedya. Goethe deyince Faust. Shakespeare bir sürü eser yazmıştır. Popüler, kaliteli eserler vermiş, iyi paralar kazanmıştır. Dahi şair ve piyesçi. Yazdıklarına bir baksaydı ve piyeslerin edebi versiyonlarını yazsaydı müthiş bir şey olurdu bu. İşte stratejik hatası burada.
Yazdığım her piyesin edebi versiyonunu yazıyorum. Onlar mozaikte birleşecek. Böyle bir çalışma sürdürüyorum. Hayat sonsuz, her birimiz birer sonsuzluğuz. Böyle zannederek daha çok özgürleşebiliriz. Shakespeare, olan imkânı istememiş, yapmamış. Yapması gerekli demedim. Yazarın gücünü değerlendirmesi açısından eksiklikleri var. Ben yapamam, ben yazamam diye kısıtlamamalıyız kendimizi. Hepimiz keyifli, olumlu yaşayabiliriz.

Yazmaya yoğunlaşmak intihar etmemi engelledi
Birkaç kere şiiri bırakmaya çalıştım. Yapamadım. Varoluş stratejisi bu benim için. On yıllarca bakkaldan ekmek istemek bile benim için bir işkence oldu. Nasıl demem gerektiğini bilemedim. Burada size konuşuyorum, bu başka bir şey. Her gereksinmemi yazarak ifade ettim. Yazmaya yoğunlaşmak benim hayatta kalmamı, intihar etmememi sağladı. Son iki yıldır acı çekmeden de yazılabileceğini fark ettim. Ancak altmış yaşında anlayabildim bunu.
On üç yaşında yazdığım bir şiirim var, bir kerede yazdım. Bunu yazdığımda sadece ilkokul kitaplarındaki manzumeleri okumuştum. Annem beni yine o yaşlarda İl Pagliacci operasına götürmüştü. Aynı akşam eve dönünce yüzümü boyamış ve kararımı vermiştim. Ben de tiyatro yazacaktım.
Yine on yaşlarında annemle birlikteyken, annem Kadıköy Maarif’i gösterip şöyle söyledi; ‘Çok çalışıp bu okula girersen İngilizce öğrenirsin. AFS bursu ile Amerika’ya gidebilir, orada beğendiğin oyunları İngilizce olarak seyredebilirsin. ‘’  On yaşındayken yaptığım tüm planları uyguladım. Annemin dediği her şeyi yaptım.
Daha on yaşındayken on sekiz yaşım için planlar yapıyordum. Nasılsa meşhur olacaktım ya, her yazdığımı arşivledim. On beş yaşında ateist şiirler yazdım. Bertrand Russel okuyordum. On sekiz yaşında kendi anayasam için şiirler yazdım. Kırk yaşında, Uzay Bilinci diye bir kitap yazdım. 1992’de Türkiye’nin ilk şiir akademisini açtım.

Dünya Şiir Günü’nün ortaya çıkışı
1994’de internet devreye girdi. İnternet bütün dünyayı birleştiriyor, o zaman neden bir edebiyat enstitüsü olsun ki dedim. Poetic Space Lab, Şiir Uzayı Laboratuvarı kavramı aklıma geldi. Kurduk. Anarşist bir örgütlenmeydi.  Başka bir gün Moda’da yine turluyorum. Dünya Şiir Günü’nün olmadığını fark ettim. Acaba vardı da, ben mi bilmiyordum? Gülseli İnan’a telefon açtım hemen. O da onayladı bu fikrimi. İkimizin önerisi ile Pen Türkiye Merkezi bu fikri kabul etti. Unesco Dünya Şiir Günü’nü benimsedi. Bu arada 1950-60’larda bazı ülkelerde Ekim ayında kutlanıyormuş. Ben bu fikri orada sunduğum için, PEN Uluslararası kabul ettiği için 21 Nisan kabul edildi. Bazı arkadaşlar bu günü kabul etmediler. Resmi değil dediler. Biz neşeyle, şiirler söyleyerek kutluyoruz hâlbuki size ne. Kendimi iç bir zaman sınırlamadım. Yaratıcı yaşıyorum. Mozaiğimi tamamlamaya çalışıyorum.

Tarık Günersel kimdir?
Şair, öykücü, aforist, denemeci, liberttist, çevirmen, dramaturg, oyuncu ve yönetmen. Sanatın opera, tiyatro, sinema, edebiyat gibi pek çok alanında çalışan çok yönlü bir sanatçımızdır. 2007-2009 döneminde Dünya Yazarlar Birliği PEN’in Türkiye Merkezi Başkanı olarak görev yapan sanatçı 2010 yılında Uluslar arası PEN’in yönetim kuruluna girerek bu kurulda yer alan ilk Türk ve Yakın Doğulu yazar olmuştur.
Devamını Oku

11 Nisan 2013 Perşembe

Yazar kendi yazılarının kaynağıdır!

Öykünün Ev Hali video serisinde bu hafta Füsun Çetinel ev dekorasyonu ve öykü yazarının yazdığı metin ile olan ilişkisini anlatıyor. 

Füsun Çetinel öykünün ev hali yazarın kişikiği
Ev dekorasyonunun insanın kişiliğini yansıttığını vurgulayan Füsun Çetinel, “Yazdığımız metinler de böyledir. Nasıl ki evimizin dekorasyonu bizim kişiliğimizi yansıtıyorsa yazılarımız da kişiliğimiz yansıtır. Metinlerimizi yazarken veya tamamladıktan sonra bunun farkına varmayabiliriz. Ancak metinlerimizi yabancı biri okuduğunda bunu kolaylıkla fark edebilir” dedi.

Yazarın hayatı metne yansır!
Yazarın kişiliği ne ise ona uygun metinler ortaya çıkardığını söyleyen Füsun Çetinel, “Borges’e baktığımızda arka avlusunu, yaşadığı ülkenin karmaşasını, evindeki sıkıntıları, annesinin ve babasını sefilliğini yazdığını görürüz” dedi.
Daha fazlası için Füsun Çetinel’in keyifli videosunu mutlaka izleyin.

Devamını Oku

4 Nisan 2013 Perşembe

Edebiyat kurallardan koparak düşünmekten doğar!

Boğaziçi Üniversitesi Aşiyan Güz Atölyesi'nde "Yazarlardan Yaratıcı Yazarlık Dersleri" başlığı altında düzenlenen Ayfer Tunç'un "Bir Anlatı Olarak Kısa Hikaye" konulu söyleşisine katılan Füsun Çetinel'in, Ayfer Tunç'un yaratıcı yazarlık, edebiyat anlayışı ve öyküye bakışını yansıttığı yazısını sizinle paylaşıyorum.  

Yaratıcı yazarlık ve yazma sanatı üzerine
Yaratıcı yazarlık ve kısa hikaye konusunda söyleşide düşüncelerini dile getiren Ayfer Tunç şunları söyledi:
Yaratıcı yazarlık tanımı beni hep tedirgin etmiştir. Sırlarını anlatmaya yetkin olduğumu düşünmüyorum. Burada kendi anlayışımdan, deneyimlerimden bahsetmek istiyorum sadece. Kurguya dair temel unsurlar üzerinden geçme, toparlama, bir araya getirme diyelim. Kurmaca ne demek? Ben teorisyen değilim. Ben yazarım. Başkalarının değerlendirdiği temel unsurlara dayanarak yazmıyorum ben. Böyle bir derdim yok. Aksine bu unsurlardan kurtulmaya çalışarak yazma arzum var. Bir formülü yok. Edebiyatta ancak doğruların yıkılması ile ilerleme olur.

Ben önceden kurmuyorum!
Kurmaca nedir? Şöyle diyebiliriz, olmayan şeyden bir şeyin inşası. Gerçekliğin tekrarı bile kurmaca olur. Yaşadığımız olay bile bir kurmacadır. Olayı aktarma anında zihinde hazırlık, nerede başlıyor, nerede bitiyor dikkat etmek, bunlar hep kurmacaya hizmet eder. Başkalarına aktardığımız her olay bir kurmacadır.
Kendi tecrübelerimden, edebiyat anlayışımdan bahsedeyim. Ben önceden kurmuyorum. Bir şey akmıyorsa, bir şey oturmadı demektir zaten. Hemen değiştirmek gerekir. Bu başka yazarlar için doğru olmayabilir.
Örnek vermek gerekirse Sait Faik ve Yusuf Atılgan ikilisini ele alalım. Yazma anlayışları farklıdır. Sait Faik savruk bir anlatı kullanıyor denir. Onu Sait Faik yapan savruk olmasıdır. Bir nedeni vardır. ‘Haritada Bir Nokta’ öyküsü ümitli gibi başlar ve bir ada fikrine varır. Sonra kahırlı yanılgı, hayıflanma ile devam eder. Kurduğu hayal boşadır. Ada edebiyatta çok önemli bir imgedir. Bu öyküde de anakara kötüdür, oradan uzak durmaktır niyeti. Şöhrete kapılmıştım, geldim buraya, der. Yazmak bir hırstı, burada kurtulacaktım ondan. Anakara onu yormuştur. Bu yüzden terk etmiştir orayı. Sonra adada balık paylaşımına tanık olur. İsteyenler ığrıpa katılırlar ve günün sonunda hakları verilir. Paylaşma esnasında en sondaki kişiye hakkını vermediklerini görür. Adadaki güzel adetler bile bitmiştir artık. Hemen bir bakkala girer kalem alır. Yazmasam deli olacaktım, der.  Delirmekten kurtaran şey yazmak. Bu ruh halinde tabi ki savruk yazılır. Uzun yıllar Sait Faik öykülerine, kimi deneme demiştir, kimi hikâye. Kimin umurundaki? Hele Sait Faik’in hiç umurunda değil. Ağlatısının temel unsuru savrukluktur.

Kurallardan koparak düşünmekten edebiyat doğar
Yusuf Atılgan’ın ancak üç buçuk eseri var. Anayurt Oteli ve Aylak Adam edebiyatımızın kurucusu evrensel romanlardır. Bir cümle içime sinmedikçe ikincisini yazamam, der Yusuf Atılgan. Her bir cümlesi, bir öncekini kopmaz şekilde zincirleyendir.
İkisi de birbirine zıt yazarlar. İkisi de Türk edebiyatının çok değerli yazarları. O zaman kurmacanın temel unsurlarından bahsetmek ne kadar doğru olabilir ki?  Kurallardan koparak düşünmekten edebiyat doğar.  Duygu çarpmasından doğan bir enerjidir edebiyat.

Atmosfer metne doku veren şeydir
Benim için hava durumu çok önemlidir. Nasıl olduğunu bilmem gerekir ama öyküde kullanmam gerekmez. Havanın psikoloji üzerinde etkisi vardır. Melankoli edebiyatını çok severim, orta Avrupa edebiyatı.
Murat Gülsoy ise yazdığı karakterlerin ilk önce mesleğini bilmek ister mesela. Yaşını bilmek ister. Ben mesleğini bilmek istemem. Meslekten bana ne. Benim için yaştan çok çağ önemli. Atmosfer, zemin, yer neresi? Şehir mi? Kır mı? Yoksa kasaba mı?  Köy mü? Bir yeri nasıl tarif edebiliriz? Atmosfer metne doku veren şeydir. Kumaşıdır. Sait Faik’te atmosfer her şeydir. Ama bunun için yazmaz. Kendi içinde yaşadığı atmosferi kullanır. Ruhundaki atmosferi yansıtır. İki ana mekan vardır onun öykülerinde.

  1. Ada
  2. İstanbul; Beyoğlu ve civarı

Sait Faik hakkında bir yazım var, Bir Flanör olarak Sait Faik. O açık alanların yazarıdır. Atmosfer kullanır. Kaç unsur kullanır? Bu yazarın marifetidir.
Nedir atmosfer? Kurguyu veren şeydir. Metne bağlı olarak değişir. Korku atmosfer olabilir. Sevdiğini kaybetme mesela, geniş bir alan. Bazen öykünün mekânı olmayabilir ama kafamda vardır. Okuduğunuzda etkiyi alabilirsiniz.
Mevsim, hava durumu, sıcak havanın yarattığı etki unutulmazdır. Anlatı zamanının hissi olur. Formülü yoktur bunun.
Karakter ise biraz farklı. İnandırması için kanlı canlı olması gerekir. Karakterde olay örgüsü vücut bulur. Zemin iyi oturtulmuşsa karakter de oturur.
Ahmet Hamdi Tanpınar öykülerine bakalım. Onun gerçek ruhu, röntgeni öykülerinde saklıdır. "Acıbademdeki Köşk", "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" nün kasnağıdır. ‘Yaz Yağmuru’ ise "Huzur"un. Bir metinden başka metinler üreten bir yazardır kendisi. ‘Huzur’da yazdığı karakterler kanlı canlıdır. ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde yazdığı karakterler ise gerçek değiller, çünkü tasvir edilen ironik dünya ama karakterler karton da değiller, çünkü amaç, dert belli. Metnin derdi belli ise karakterler kolay ilerler. Derdinizi tarif edemiyorsunuz, bir şey yazıyorsunuz. Olmaz.


Edebiyatta okur ne kadar önemsemelidir?
Edebiyat iki türdür.

  1. Okura odaklı edebiyat. Popüler edebiyat da diyebiliriz. Polisiye, aşk, gizem kitapları. 
  2. Nitelikli edebiyat. Mesele edebiyatı.  

Okur kim diyen edebiyat var, bir de Yusuf Atılgan, Sait Faik gibi okunması umurunda olmayan yazarlar var. Sait Faik’in övgülere hiç tahammülü yoktu.  Utangaçtı, dolaylı duymak istiyordu övgüleri. Yusuf Atılgan ise obsesif, okurla kurduğu ilişkiden kaynaklanan kendi meselesi vardı.  Okur odaklı yazarsan metin sipariş metin olur. Okurun önerdiği, onun meselesi olan şeyler yazılır.
Diğerinde ise ruhunuzu yoran şeyi, içinizdeki sızıyı aramak için yazarsınız. Sıradan okur, bana ne, diyebilir. Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’ i varoluşsal bir korkudur.

Ayrıksı karakterler yaratmamız gerekir
Karaktere geri dönelim tekrar, karakter yaratma kurmacanın temel unsurlarından biridir. Karakterin temel noktaları çok sınırlı, bunun için karakterimizi olaylar ve durumlar karşısında sınayabiliriz. Kendimizde yaptığımız gibi. Ben çok cesurum. Sınayalım bakalım, görelim gerçekten cesur mu. Dürüstlük, cesaret, acı noktalar. Böyle anlar yaratarak belki kendi kişiliğimizi de sınarız. Acıyı, metni taşıyabilen karakterler olurlar. Karakteri bir şekilde davrandırıp haklı kılmaktır önemli olan.
Aşk temel ve önemli bir mevzu. Ayrılık hikâyeleri üzerinde düşünelim. Onu anlatmaya değer, farklı kılan şey, diğerlerinden farklı yapan, işte budur edebiyat.
Sait Faik’in yazdıklarına anı diyebiliriz bir yerde. ‘Yüzüklü Adam’ öyküsünde Sait Faik bir meyhaneye girer. Bir masada parmağında kadın yüzüğü olan bir adam vardır. Bunun üzerine bir sürü hikâye kurar. Sonunda adama sorar. Adamın basit bir gerekçesi vardır. O kadar basit ki ama Sait Faik öyle şeyler kurar ki o adamı hikâyesinin kahramanı yapmaya değer kılar.
Ayrıksı karakterler yaratmamız gerekir. Ve elimdeki ayrıksı karakterlerden başka bir sürü ayrıksı karaktere varabilirim. Kiminin gözlüğünü, kiminin burnunu, cahilliğini kullanarak.

Pırıl pırıl bir bilinçle yazı yazılmaz
Karakterin bir an söylediği cümle örneğin.  Bilinçaltına inanırım ben. Pırıl pırıl bir bilinçle yazı yazılmaz. İşlemez. Ama tekrar ediyorum benim için böyle. Herkes için olmayabilir. Yazı bilinç ile bilinçaltının arasında doğar. Alacakaranlık derim ben. İlk önce çalakalem yazıyorum. Sonra bilinç düzeyinde sıraya sokuyorum. Dilin müziğine uygun hale getiriyorum. Metni oluşturmak, toparlamak en zevkli kısmı işin. Bakıyorum bilinçaltında olan şeyler açıklanamaz bir şekilde öyküye geçmiş. Yazma esnasında öyküye girivermiş.
Bir öykümde kemik, kucak meselesi vardı.  İlk ayrılık, doğmaktır bence. Annemizin bedeninden ayrıldığımız an her türlü tehlikeye açığız. İlk travma, bilinç dışı bir şey. Varlığımızın gizemli tarafı, doğduk ve tüm laneti üzerimize aldık. Onun için ev çok önemli, yuva kurmak, kabuk, rahim, doğumda kaybettiğimiz bir şey bu. Annemiz bizi vücudundan attı. Bebekler doğar doğmaz ağlıyor, nefes almak zorunda kalıyor, yutkunmak. Acı veriyor bu. Kopuşla başlayan travma. Bilinçdışı da diyorlar artık ama ben bilinçaltını tercih ediyorum. Çünkü sözcüklerin çağrışımından beslenirim ben.  Yazdığım öyküdeki adamın annesi o daha kırk günlükken ölür. Adam âşık olduğu kadının kucağına kilitlenmiştir. Bunun üzerine bir metindi. Bir anda bir köpek hikâyesi yazmaya başladığımı fark ettim. Bir zamanlar yavru bir köpek bulmuştum, alıp eve getirdim. Feci haldeydi. Arada süt veriyordum. Her süt içişten sonra yerdeki kuzu postuna gidip yatıyordu. Anne kucağı yerine koyuyordu postu ve sütle postu bitiştirmişti. Çok etkilenmişim ki kemik kucak öyküsünü yazarken metne giriverdi. Yazı yazarken bilinçaltını rahat bırakmalıyız.  Doğru yolu o gösterir bize. Ortaya çıktığında bizi sarsan şey iyi edebiyattır. Karakterin bilinçaltı da önemli.

Yazar türleri
İki tür yazar vardır.

  1. Kendinden yazanlar
  2. Gördüklerinden yazanlar

Thomas Bernhard metinleri incelendiğinde tek bir romandır diyebiliriz. Her birinin farklı bir meselesi var gibi görünse de. Dünyanın sevgisiz bir yer oluşuna karşı duruştur. Kendinden yazar.
Diğeri ise Max Frisch’tir. Kendi anlatılarını metne verir. Hâlbuki kendimi sadece ele verdim, der.
Kendi benliğimize bulayarak karakter yaratırız kimi zaman. Meselemiz varsa ona göre bir karakter içimizi yırtarak çıkar. Bazen de meselemizi ortaya koyarken yardımcı karakter kurmak gerekir. İşte onu nasıl kuracağız?

Karakterin nüfus cüzdanını çıkarın ama kullanmayın
Karakterin yaş, doğduğu yer, atalarının geldiği yer, etnik kökeni, dünya görüşü, bunları oluşturun, yani karakterinizin nüfus cüzdanını çıkarın ama onu kullanmayın. Karaktere yaptırmaya cesaret ettiğiniz şey ile bir yerde kendinizi de sınarsınız. Beni en az ilgilendiren şey olay örgüsüdür. Okur odaklı yazarı ilgilendirir bu.
Umberto Eco çok satan bir yazar ama çok iyi yazardır. Orhan Pamuk da öyle.
Karakter olay örgüsünün taşıyıcısıdır bazı kitaplarda. Onlar için karakter önemli değildir. Hikâyenin A noktasından B noktasına gitmesini sağlar sadece.
Benim edebiyatımda bilinçaltı, beni etkileyen dış dünyanın unsurlarının, acı, keder gibi, bir mayalanmaya uğradıktan sonra ortaya çıkmış halidir. Meselem ayrılıktır, her türlüsü, kopuş, intihar, çocuk kaybı. Benim karakterlerim zihnimin labirentinden doğan karakterlerdir.
Barton Fink’ filminde sıcaktan eriyen duvar kâğıtları var. Sıcak bir ulaşılmazlık, çıkmazlıktır orada. Yine ‘Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ filmindeki mekân yazın otuz beş derece sıcak, kepaze çirkin bir yerdir. Kışın ise boşluğun melankoli duygusu, geniş kumsaldaki yalnızlık hissi o atmosferle anlatılıyor.
Metnin ömrü. Bir metin ancak okununca ve yorumlanınca biter. Okunana kadar bitmez metin. Meseleyi bize okur vermez. Yazar kendi meselesini paylaşmak ister.
Havada Bulut senaryosunu yazarken Sait Faik’in otuz beş öyküsünü kullandım. Onu okumuş olanlar bu senaryonun Sait Faik olduğunu anlamalıydılar. Öyle istedim. Senaryo yazmayı sevmem. Benim için sadece bir taslaktır. Esas olan filmin kendisidir. Yaratıcı senarist değilim ben. Genellikle uyarlama yazıyorum.
Edebiyatta ada ütopyayla ilişkili bir mevzu. Her zaman alıcısı olan bir mevzu. Sait Faik ütopya ve distopyayı aynı öykü içinde kurmuştur. Ada suyla çevrilidir, kirlilik buraya ulaşamaz. Sait Faik ada ütopyasını yıkar, olmadığını görür, kurar, yıkar, kurar. Yazmayı bırakıp adaya gelir, ığrıptan sonra hayal kırıklığına uğrar, tekrar yazar. Adaya sığınmak, münzevilik bir işe yaramamıştır.

Edebiyat, potansiyelimizi yaşamamızın kapılarını aralar
Bilinçaltı sadece utandığımız, yaralandığımız şeylerden oluşmuyor. Başkalarının başına gelenler, şehvet, korkular. Sağlıklı zihinsel yapı bilinçaltını kontrol eder, toplum içinde yaşarken sosyalleşebilmek için.  Aşırı baskı, hayattaki potansiyelimizi yaşamamızı engeller. Edebiyat bunun kapılarını aralar. Benim yazarlık anlayışım insan olarak kaynağımı, bilinçaltımı sınamaktır. Onu ortadan kaldırmadan kendimizle bilinçli bir şekilde yüzleşemeyiz. Bu ülke yüzleşme sorunları yaşıyor. Türkiye hala ergenlik çağında bir toplum. Büyüyemiyor bir türlü. Biz de ülkenin bireyleri olarak aynı sorunu paylaşıyoruz. Bilinçlenmenin sonuçlarını görmek, kabullenmek önemli bir merhale. Büyümek ilerlememizi sağlar. Ama maalesef,  hep aynı filmi seyrediyoruz gibi bir his oluşuyor içimde.
Ayfer Tunç Söyleşisi - Füsun Çetinel'in kaleminden
Devamını Oku

1 Nisan 2013 Pazartesi

Yazarın esin kaynagı nedir?

Edebiyatta üzerinden en çok düşünülen durumlardan biri olan yazarın esin kaynağı meselesine Yeşim Cimcoz Yazıevi eğitmenlerinden ve Füsun Çetinel kendi yaşamından verdiği örneklerle sizlere aktarıyor. 

Öykünün Ev Hali Füsun Çetinel
Öykünün Ev Hali video serisinde bu hafta Füsun Çetinel yazarın esin kaynağı konusunu işledi. Yazarlığın gerçekliği kurgu vasıtasıyla başka öğelerle harmanlayıp ortaya bir hikaye çıkarma sanatı olduğunu belirten Füsun Çetinel, “Yazar, hayal dünyası ve yaratıcılığıyla hayatın can yakan, sıkıcı tatsız gerçekliğini birleştirir. Kurgu yardımıyla ortaya bambaşka bir gerçeklik çıkarır” dedi.

Hayat yazarın esin malzemesidir!
Füsun Çetinel 8 yaşındaki bir çocuğun yazarları yalancı kafa ve uydurukçu olarak tanımladığını aktararak “Gerçekten de yazarlar böyledir. Ama sonuçta ortaya keyifli eserler koyan insanlardır. Yazarlar, hayatın gerçekliğini alır bambaşka öyküler ortaya çıkarırlar. Kurmaca gerçekten beslenir. Yaratıcılık, birbirinden alakasız görünen unsurları bir araya getirmek ve anlam çıkarmaktır. Anlamsız yaşanmışlıklar yazıda bir öyküye malzeme olunca anlam bulurlar. Hayat yazarın esin malzemenizdir, onu mutlaka kullanın” dedi.
Keyifli aktarımı ve anekdotlarla bezenmiş Füsun Çetinel’in “Öykünün Ev Hali” videosunu mutlaka izleyin. Videoyu buradan izleyebilirsiniz.
Devamını Oku

25 Mart 2013 Pazartesi

Yazarlık mayası olmadan iyi bir öykü yazılamaz!

Füsun Çetinel, öykü yazarı Tomris Uyar’ın yazarlık mayası ile öykü yazma ve edebi eser oluşturma arasında kurduğu paralelliği anlattığı bu haftaki Öykünün Ev Hali videosunda yazarın şu sözlerine yer verdi: Yazarlık mayası olmadan iyi bir öykü ve iyi bir edebiyatta ortaya çıkmaz.

Füsun Çetinel bu hafta yazarlık mayası ve ekmek mayası arasındaki benzerliği anlatıyor.
Tomris Uyar’ın öykü yazım sürecine ilişkin verdiği bilgileri aktaran Füsun Çetinel, yazarın şu sözlerini aktardı: Ben öykümü çamaşır, bulaşık yıkarken düşünürüm, geliştiririm. Öyküyle birlikte yaşarım, o insanları düşünürüm. Arkadaşlarımla beraberken kendimi öyle bir kaptırırım ki sorulan bir soruya öykümün bir bölümü ile cevap veririm. Öyküye başlamadan önce ilk cümle yerine son cümleyi bulurum. Sonra geri sarma yöntemi ile tüm öyküyü kurgularım. Ayrıca yazarlık mayası da çok önemli Yazarlık mayası olmadan iyi bir öykü ve iyi bir edebiyatta ortaya çıkmaz.

Ekmek mayası ve yazarlık
Tomris Uyar’ın yazarlık mayası hakkındaki sözleri ile ekmek mayası arasında bir paralellik kuran Füsun Çetinel, “Yazarlık mayası denince aklıma arkadaşımın açtığı bir ekmek kursu geldi. O kursa katıldığımda kullandığımız ekmek mayasına odaklandım ve tıpkı Tomris Uyar gibi geri sarma yöntemini denedim. Ekmekte kullandığımız maya bakkaldan aldığımız bir maya değil fabrika mayasıydı. Ayrıca maya çok özen gerektiriyordu, gerekli şartları yerine getirmediğimiz zaman hemen bozuluyordu. Yazarlık mayası da tıpkı ekmek mayası gibi çok dikkat isteyen, üzerine çok titrenmesi gereken, büyük çabalarla ortaya çıkan bir şey. Yazarlık mayasını oluşturmak veya korumak için çalışmak, okumak, araştırmak gerekiyor Bir tane değil bin tane hikâye yazmayı, gerektiğinde hepsini çöpe atmayı göze almayı zorunlu kılıyor. Öykü yazdık diye yazdığımız metne tutunmamalıyız. Gerekirse başını sonun atmalı, yeniden yazmalıyız” dedi.
Videonun tamamını buradan mutlaka izleyin.
Devamını Oku

22 Mart 2013 Cuma

Edebiyat, muhalefet ve Bogaziçi Üniversitesi

Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen etkinliklerden biri olan Edebiyat ve Muhalefet panelinde 1970’ten bu yana Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan ve mezun olan öğrencilerin edebiyata olan katkıları anlatıldı. Paneli yakından takip eden Füsun Çetinel bu keyifli söyleşiyi sizlerle paylaşıyor.

Boğaziçi Üniversitesi 150. yıl Edebiyat ve Muhalefet Semineri
Semih Sökmen, Müge Sökmen, Meltem Ahiska, Bülent Somay, Murat Gülsoy ve Nazlı Ökten’in konuşmacı olduğu panelde Boğaziçi Üniversitesi denince ilk akla gelen edebiyat çalışmaları ve dergileri,  bu çalışmaların felsefe, sosyoloji, politika gibi çeşitli konularda ürettiği yenilikler konu edildi. Son dönemde Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının ve kurumun edebiyatla olan yakın ilişkisi konuşmacıların anıları ve çalışmaları çerçevesinde değerlendirildi. Darbe sonrası yıllarında Boğaziçililer tarafından çıkarılan Defter Dergisi, Metis Çeviri, Hayalet Gemi gibi dergiler Türk Edebiyatında yazım alanında bıraktığı izler yeniden hatırlandı.

Semih Sökmen (BÜ Makine Mühendisliği ‘81 mezunu) 
Bu bina benim için özel. Öğrencilik yıllarımı bu binada, kütüphanede geçirdim. Dokusu çok güzel. Panelin burada olması benim için sürpriz oldu.
Hepimizin ortak yanı düşünce. Müge ve Meltem’i kastediyorum, onlarla beraberdik. Üniversitede olduğum yıllar, hem Türkiye hem üniversite için özel bir dönemdi. Sancılı, acılı, başkalarının üniversite yıllarına benzemeyen yıllardı. Sonunda askeri darbe oldu. İyi ve güzel hatırladığım şeyler de oldu tabi. Kuşak mücadelesi, baş kaldıran, protestocu, kafa dengi arkadaşlar. Arkadaşlık ilişkileri vurgulanırdı. Üniversitede yaşadığımız güzellikleri içindeyken anlayamadık.
Boğaziçi gerçekten özgür ve özgürlükçü bir yerdi. Üniversitenin bu özelliğini ileriye taşıması, koruması, geliştirmesi çok önemli.  Büyüyüp yetişkin dünyasına katılmak çok önemli. Hayata atılmak. Farklı ne yapabilirimi düşünmek, bulmak. Hayatta neye tutunabilirim?
Somut üzerine konuşursam, insiyatif anlarım nelerdi? Müge ile birlikte Metis’i kurduk. İki dergi çıkarttık. Nazlı Ökten ve Murat Gülsoy ile aramızda kuşak farkı var. Onlar bir dönem sonra Hayalet Gemi dergisini çıkardı. Bunlar bugün fiilen yayınlanan dergiler değil. Kendi adıma bu tercihleri yaptığım için çok mutluyum. Şu anda Metiste editörlük yapıyorum. Müge Sökmen bize Metis Çeviri dergisini anlatacak.
Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat ve Muhalefet Paneli
Panelin Konuşmacıları: Semih Sökmen, Müge Sökmen, Meltem Ahiska, Bülent Somay, Murat Gülsoy ve Nazlı Ökten 


Müge Sökmen (BÜ Makine Mühendisliği ‘80 mezunu)
1980 bizim miladımız. 1976’da üniversiteye girdim. 1983’de mastırdan mezun oldum. Sol taraftaydım. Şiddet ortamı vardı. Neler olmaktaydı? Sorular sorup, belli meseleler için solcu olmuştuk. Üniversitede Bertold Brecht tiyatrosu oynuyorduk. Mahalle aralarında tiyatro yapıyorduk. Zamanımın çoğunu şimdi içinde bulunduğumuz bu eski kütüphanenin bodrumunda geçirdim. Akreplerin arasında atılmış, unutulmuş Memet Fuat dergileri okurduk. Başımıza 12 Eylül darbesi indiğinde biz, dışarıda olan insanlar, bunu geçici sandık. Düşünemediğimiz, konuşamadığımız şeyleri hadi şimdi tartışalım, dedik. Metis Yayınevini bu dönemde kurduk.
Bu ülkede dil hep sorun oldu. Biz de sokak dili konuşan bir kuşaktan geliyoruz. Birinci sorun dilimiz jargonlaşmış, zayıflamıştı. Düşünce ilerlemez oluyor ister istemez. İkinci engel ise dublaj Türkçesiydi. Sonra kitapların suç aleti gösterilmesi. Saldırıyla karşılanması. İroni bile yapılamaz oldu, edebiyat daralmaya başladı. Yayınların yüzde ellisi çeviriydi ve biz dile çeviri yanlışlarını tartışırdık. Dil meselesi yüzünden çeviri atölyesi kurduk. Çeviri tartışmaları başlattık. Yurdanur Salman, Suat Karaltay vardı. Ben makine mühendisliğinde okuyordum. Aramızda hiyerarşi yoktu. Gelin şu işi beraberce öğrenelim, dedik. Toplanıp tartışıp karar veriyorduk. Gençlerin heyecanı, diğerlerinin tecrübesi vardı. Disiplinlerarası bir çalışmaydı. Burada çevirinin kararlar, seçimler, tercihler, ihanetler ile yapıldığını öğrendik. Çeviri süreçlerini gösteren işler yaptık. Kişisel tercihler neyi belirledi? İki kişi aynı çeviriyi yaptık.  Farkına baktık. Karşılaştırmalı çeviri yaptık. Geri çeviri yaptık. Ne gitti ne kaldı? Orijinal metinden ne kadar uzaklaştı. Bunlara baktık hep. Duayenlerle söyleşi yaptık. Gönüllü işiydi. Dönemin en iyi aydınları, kültür insanları bize katıldılar. Jale Parla, Tomris Uyar cömertçe işlerini bize verdiler. Beş yıl boyunca ne gazetede ne medyada hiç tanıtımımız çıkmadı. Yersiz ve gereksizdik. 1982-1992 yılları arası yorucu bir süreçti. Daha sonra akademiden beslenemez olduk. Dolaplar dolusu yazı alıyorduk. Meselesi olan yazılar değildi bunlar. Öğrenemez hale geldik. Buraya kadarmış, dedik. Yirmi birinci sayıda kendi kendimizi eleştirdik ve çekildik. Dergiciliğe bir daha dönmedik.

Meltem Ahiskaya (BÜ Sosyoloji Bölümü ‘80 mezunu)
Defter dergisi yayın kurulundaydım. Yedi sekiz kişiden oluşan bir yayın kurulumuz vardı. Sunuş yazımız bile yoktu. Daha sonraları gündelik hayatın zorlaması ile bir sunuş yazımız oluşmaya başladı. Arka arkaya yazılar koyardık. 1987-2002 yılları arasında, dar bir yayın kuruluna rağmen sekiz yüz kişinin işine yer vermişiz. Türk literatüründe ciddi bir birikim.
İlk önce Akıntıya Karşı sonra Defter dergisini çıkarmaya başladık. Nasıl bir dönemdi? Akıntıya Karşı sadece iki sayı çıktı. Oluşturulması, dağıtılması çok zordu. 1985’de ilk sayı, 1986’da ikinci sayı. Son derece zahmetli bir işti. Tipo baskı vardı ve yanlışların düzeltilmesi günler alıyordu. O yıllarda dergi basmak yasaktı. Derginin çeşitli tanıtım cümleleri vardı. ‘Akıntıya Karşı, sınırları tanımak ama kabul etmemektir,’ bunlardan biriydi.
1980 sonrası büyük şok yaşadık. Korku, endişe hali, kitaplar, dergiler yakılmış. Ben kitaplarımı toprağa gömmüştüm. Açık kıyım vardı. İdeoloji kökleşmemiş. Alacakaranlık hali. Sol dili kullanarak çıkarırdık dergiyi.
Şenlikli muhalefet neydi? Defter dergisi yazıyı birebir gerçekliğe dönüştürdü. Bir gerçeklik ortaya çıktı. Söyleşiler önemliydi. Jest vardı. Öznel değildi. Geçmişle gelecek arasında bağ kurmayı amaçlıyordu. Yazılar tamamlanmaya başladığında heyecan yitti.
Roland Bartes  ‘Yazı kendini umut olarak sunar. Yazı hep eksiltir. Ben başlamadım, başlanmış bir şeyi bitirmeye çalışıyorum,’ der. Yorumlanmış olanı tekrar yorumlamak, tarihin içine katılmaktır yazı.
Piyasanın her şeyi yutması, şiddetin kanıksanması, yazı ve özgürlükle ilgili tehlikeler bunlar. Ürkekleşme. Yaratıklaşmış bir dil.

Murat Gülsoy (BÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği 89'mezunu)
Bizim hikâyemiz darmadağınık. Darbe bitmiş, bambaşka bir dünya var artık. 1984-1989 arası üniversite ortamında özgürlük vardı. Evet, vaha gibi. BÜ, 70li yıllarda Robert Kolej’den epeyce başka yerlere evirilmiş olmasına rağmen nefes almamızı sağlıyordu bize. Büyük şirketlerde kariyer yapmak isteyen bir gençlik, Amerikalılaşmış, tatsız, sevimsiz halleri, birbirinden not gizlemeler. Üniversite çok kabuk değiştirdi. Tek ayağım üniversitede, tek ayağım dışarıdaydı. Hayalet Gemi de, bir parçası dışarıda olan bir grup arkadaş tarafından çıkarılıyordu. Entelektüel hayata tutunmaya çalışıyorduk. Kopan şeye bağlanmaya çalışıyorduk. Herkes bir hesaplaşma içindeydi. Hayatımın bir kısmı okul dışında bir kısmı ise okul içindeydi. Kolektif ruh durumu bizde de vardı. Büyük bir misyon, vizyon kuramadık dergiye. Pratik düşünüyorduk. Ne kadar kurşun atsak kardı bizim için.
İlk amacımız, yazdıklarımızı birbirimize okutmaktı. Teknolojideki gelişmeler, masaüstü yayıncılık işimizi kolaylaştırdı. Macler neredeyse yayın işini kendi yapar hale geldi. Edebiyatla ilgili insanlar bir arada durabilmek için dergi çıkarırlar, bu her zaman böyledir.  Dergimiz hızla kendi okurunu buldu. Türkiye’de birçok yere ulaştı. Kolektif bir çalışmaydı. Üç kuralımız vardı. Bir, başından sonuna kadar on yıl boyunca bu kolektifliği sürdürecek eş güdümlü bir çalışmaydı yaptığımız. İki, kapalı bir çevre olmamalıydık. Üç, birçok yazının ilk acemi adımları burada atıldı. Çok hoş şeylerdi. Her şeyi ince hesaplarla yapmıyorduk. Bir taraftan yayıncılık öğreniyorduk. Sonra reklam almaya başladık. Dergiyi, fanzinin biraz ilerisine oturtmaya çalıştık.
Bizden önce yapılmış dergileri görmek çok önemli. ‘Vay be, demek böyle şeyler yapılabiliyor,’demek çok katkı sağlıyor insana. Hayalet Gemi bize öğretici bir ortam oluşturdu. Açık Radyoyu da anmak gerek. Orada da çeşitli programlar yaparak varlığımızı sürdürdük. On yıl hiç de kısa bir süre değil. Derginin utangaç bir dili vardı. Siyah beyaz baskı, gotik resimler, karanlıkta ıslık çalan çocuklar gibiydi bizim dergimiz.

Nazlı Ökten
Show TV haberlerde satanist ilan edilmemizle başladı her şey. Korkuyoruz ama militan değiliz. Dergi öncesi okuma grupları, tiyatro grupları kurmaya çalışıyoruz. Cezmi Ersözler dinliyoruz. Bir mağdur durumu vardı. Herkes söylenmeyeni biliyordu. Siyasi olana tavır vardı. Bir saklama ve saklanma hali. Kendi köşemizde bir şey büyütmek istiyorduk biz de. Yenilginin izleri, saklanma olarak çıktı bizde. Saklandığınız yerde tohum yetiştirmeye çalışıyor ve koruyorsunuz onu.
Bizim için Akıntıya Karşı ve Defter dergileri çok önemliydi. Biz deli değiliz. Bizim gibi başkaları da var, dedik.
Hayalet Gemi siyah beyaz baskı olduğu, gotik resimleri olduğu için Akmar pasajında satılan diğer dergilerle birlikte toplatıldı. Reha Muhtar haberlerde söyledi bunu. Ben salonun masasında ders çalışıyordum, duydum. Eş dost, bu gece evde kalmayın, dedi. O zamanlar korkudan kitapları katlayarak okurduk otobüslerde. Patlamalar vardı. Faili meçhuller vardı.
Biz yola çıkarken Hayalet Gemi, Leman ile Defter arasında bir şey olsun istedik. Şenlikli muhalefet olsun. Alternatif bir yer arıyorduk. Kahkaha olsun, gündelik olanla ilişkisi olsun. Ben kısa çeviriler yapmaya çalışıyordum. Hiç bilmediğimiz yerlerden mektuplar, telefonlar alıyorduk. Derginin adresi evimizdi.
Yazı kurulunun büyük bölümü Boğaziçi’ndendi. Karmakarışık yazılar, tartışmalar vardı. Üniversitede o dönemde çim saha yoktu daha, ortada toz toprak içinde bir futbol sahası vardı. Biz bütün gürültünün içinde sesimizi çıkarmaya uğraşıyorduk. Nefes aldığımız ortamdı burası. İçinde düşünce, özgürlük, şiir, gotik, içten içe olup bitenlere muhalefet, sorusu olan bir dergi istiyorduk.
Hayalet Gemiyi muhalif bir dergi olarak tanımlayamam ama sessizlik bile bir direniştir. Hüzünden neşeye doğru giderken tek tür bir siyasi hareketlilikten bahsedemiyoruz. Muhalefet, esnek birleşme ve ayrılma noktalarını getiriyor.

Bülent Somay (BÜ İngiliz Dili ve Edebiyatı, ’78 mezunu)
1790 yılında İngiltere’de iki önemli yazar Radcliff ve Louis, Gotik edebiyatını tartışıyor. İngilizcede üç kelime var, horror, fear ve terror. Türkçe’de çevirinin zorluğu şuradan anlaşılıyor, bizde bu kelimelere karşılık sadece iki kelime var, korku ve dehşet. Yazarlardan biri diyor ki, ben insanları korkuturum ama kitabın sonunda tüm korku öğelerini mantıklı bir sonuca bağlarım. Diğeri ise diyor ki, her şeyi oturup evcil hale getirmek hiç iyi bir şey değil. Korkuyu bile. Bu tartışma çok önemli olmayabilir, ama işin devamı var. Fransa devriminin terör aşaması. Kanallar dökülen kandan kırmızı akıyor. Kafalar yerlerde misket gibi yuvarlanıyor. Ve bir yazar diyor ki, sizin ‘terror’ dediğiniz bizim gündelik hayatımız. 1980’lerde ise bizim gündelik hayatımız terördü. Çeviri böyle zor bir şey işte.
Ben şanslıydım. Benim adımı verebilecek insanlar yurt dışına kaçmıştı. 1980 sonrası biz de iki yıl süreyle yurt dışına kaçtık. Peşimizde olmadıklarını anlayınca geri döndük. Filistin askısı, sigara söndürme, şiddet, işkenceler. 12 Eylül bize günümüzü gösterdi. ‘Yakaladığımız zaman canınıza okuruz.’ Gerçek edebiyat anlamsız geldi.
Terör edebiyatı başka şey söyler bana. 70’lerde keşfettim. Ütopya ve bilimkurgu üzerine mastır yaptım. Akademide aşağılık görüldüm. Zor bela Jale Parla’yı ikna ettim. Tezimi yazdım. Yenilerde tekrardan yayınladım. Fena da değil.
Üniversitenin müzik, tiyatro faaliyetlerine katıldım. Bilimkurgu, fantezi hobimdi, ancak mastır yaparken ciddiye aldım. İnsanların, başka dünyalar da olabilir hissine ihtiyaçları var. Hepimiz için geçerli bu esasında. Akıl dışı olanın dehşeti bizi dondurmaz, aksine düşünmeye sevk eder.
Bir yazar ‘devrimi alamazsınız, yapamazsınız ancak devrim olabilirsiniz’ demişti. Ben de yapmaktan vazgeçtim. Devrim kelimesini kullanmak bile ayıptı zaten. Benim en sevdiğim yanım inatçı olmam. Ütopyaya, bilimkurguya bakmak devrimci kalmanın ön şartıydı benim için.
Defter hüzünlü, ölçülü mırıldanan bir dergiydi.  Benim ise mırıldanmaya halim yoktu. Aradan çekildim. Defterin yolunu dışarıdan izlerken müthiş kıskandım. Hasetle izledim onları. Bensiz neler yapıyorlar bunlar, diye. Ben kendimi o güzel işin dışına atmıştım. Kıskançlıktan çatlamamayı başardım. Zaman zaman editörlük yaptım. 1990- 19997, yedi yıl her günümü Metis’te geçirdim. Bu arada Defter de kucağıma düştü. Fantezi ve bilimkurgu hakkında yazdığım en iyi şeyleri Defterde yazdım.
1980 darbesi bize şunu kabul ettirdi. Hepiniz yanlışsınız arkadaşlar. Bu duyguyu yaşamak çok zor. Yalnızsın arkadaş. İşkence odasında, her yerde. Yalnız başına hiçbir şey yapılmıyor. No man is an island. Biz seksenlerde ada olduğumuza çok inandık. Dehşet vericiydi.
Pil bitmişti artık. İnsanlardan yazı istemek yorucuydu. Mecburen yazmayanlar yazı yazmasın zaten.
Ortaçağda keşişler vardı, kendilerini kırbaçlayan. Biz bunu yaptık. Miladı doldu artık. Yapmasak iyi olur. Bir genç arkadaşımın benimle aynı sayıda bir yazısı vardı. Otuz yaşlarında, Özal gençliğinde yaşamış bir arkadaştı. Maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek değil, bağcıdan dayak yemek, sizin kuşağın amacı demişti. Çok güzel bir tespit bu. Bizim kuşak arasında hapse girmemek çok feci bir şeydi. İşkence hikâyelerini ikiye üçe katlamak çok yaygındı. Çektiğimiz acılardan başka hediye edecek bir şeyimiz yoktu.

Soru: İnternet yüzünden edebiyat dergileri ölüyor mu artık? Yani dergiler var da, içerikleri pek etkileyici değil.
Murat Gülsoy: Artık internet hızlı ve doğrudan yol sunuyor insanlara. Bloglarda kişisel tarihinizi tutmuş oluyorsunuz. Diğerlerinin yerini aldığını sanmıyorum. Birçok dergi var şimdi de. Kiminden haberimiz bile yok. Eskiden de böyleydi bu. Evet, çekim merkezi olacak dergiler yok piyasada. O konuda haklısınız. Bize özgü bir şey mi bu, evrensel mi yoksa? Tartışılır. Yazdığım yazılar, paylaştığım videolar, ben fiziksel arşivden vazgeçtim, hepsini elektronik ortamda tutuyorum artık. Hayalet Gemi’nin tüm sayılarını internete koyduk. Bence internet yazı ortamını canlı tutacak. Herkes kendi blogunu açacak,  bize verimli bir gelecek vaat ediyor internet. Şimdi zor olan, düşünmeyi üretmek. Her şeyde olduğu gibi, iyi ve kötü yönlerini beraberinde getirecek.

Semih Sökmen: Burada konuştuğumuz dergilerden ikisinin mutfağını çok iyi biliyorum. Elimizde bir ürün var. Yerli yersiz çabalamalar, yoğun bir çalışma, kaygılar. Dergi bir grup insanı bir arada tutuyor. Bu insanların birbirilerinin hayatında önemli bir yeri var. Kaybedilemeyecek bir birliktelik. Dergi, yazmaktan ibaret değil. Beraberlik hangi nedenlerle, hangi anlarda inşa edildi? Bu günden sonra bu nasıl yapılacak?
Boğaziçi Üniversitesi 150. yıl kutlamaları bu panelle sonlanmıyor. Sırada daha birçok faaliyet ve önemli isim var. Bunlardan bazıları, Orhan Pamuk, Umberto Eco, Azize Tan, Fırat Yücel, Yamaç Okur, Perihan Mağden, Aslı Erdoğan. Ayrıca Halide Edip Adıvar, Halikarnas Balıkçısı ve Tomris Uyar gibi şu an hayatta olmayan Boğaziçili yazarların eserleri de bu toplantılarda değerlendirilecek. Boğaziçi- Edebiyat ilişkisi önümüzdeki günlerde bütün yönleriyle irdelenmeye devam edecek. Kaçırmamanızı tavsiye ederim.
Füsun Çetinel
Devamını Oku

21 Mart 2013 Perşembe

Edebiyatta yeni konu yok! - Roni Margulies

Şair ve öykü yazarı Roni Margulies edebiyatta yeni konunun olmadığını vurgulayarak “Yazar edebiyatın temel konuları olan ölüm, aşk ve dünyayı iyi hale getirme konularında okuyanın bir şey hissetmesini, düşünmesini, yazılan şeyi yeni bir açıdan, başka bir yönden görmesini sağlamalıdır” dedi. Füsun Çetinel’in aktarımıyla Notos yaratıcı yazarlık derslerine konuk olan Roni Margulies’in edebiyata yönelik düşüncelerini sizinle paylaşıyoruz. 

Roni Margulies Notos yaratıcı yazarlık atölyesine konuk oldu
Öyküde, romanda ama özellikle şiirde, şairin gerçekten yazdıklarını vücudunda hissettiği için mi, yoksa fikir güzel diye mi yazdığı hemen anlaşılıyor. Önemli olan ele alınan konuya farklı gözle bakılmasını sağlamış mı, bir his uyandırmış mı? Bunun için de yazarın yaşamı hissetmesi gerekli, benim ölçüm budur.
1985 yılında Son Bahar adlı dergide Atilla İlhan’ın yazdığı Korku Krallığı adlı şiir kitabı ile ilgili bir yazım çıkmıştı. Atilla İlhan hepimizi çok etkilemişti, rıhtımlar, Fransa vs. O dönemde gündemde olan şiirlerin hepsi oyun oynamak için yazılıyordu, pırıl pırıl, cam gibi zekâ pırıltıları, kelime oyunları vardı. Ama ne anlatıyor diye bakınca sadece hoşluktan öteye gidemiyordu. Adeta dili ne kadar güzel kullandığını gösteren nitelikteydi hepsi. Yazımda Haydar Ergülen, Metin Cengiz ve Küçük İskender’den birer dörtlük aldım ve kelimeleri kestim, aslına bakmadan tekrar oluşturdum, hiçbir şey söylemiyorlardı. İşte Atilla İlhan’ın son kitabındaki yorgun, yaşlı, tekrar eden şiirleri bile bunlardan daha iyi.
80’ler sonrası özellikle şiirde içerik önemli değildir, biçimsellik esastır anlayışı hâkim olmaya başladı. İlhan Berk bu eğilimde olanların esinlendiği şairdir ki, Berk zaten anlam şiire düşmandır diyen birisidir. Kendisini, dil kuyumcusu olarak nitelendirir. Hâlbuki dil araçtır, amaç değil ki! Nasıl anlattığın ikinci derecede önemlidir.

Yazmasa ölürüm sözü abartılı!
Yazmak ihtiyaç olmalıdır, ama bunu derken “yazmazsam ölürüm” gibi uçuk bir noktayı kastetmiyorum. Dünya nüfusunun yüzde doksanı yazmak ister ama vakit bulamaz, ancak buradaki vakit bilinçsiz bir beyin çalışması için gerekli olan vakittir. Kuluçka süresidir, başka türlü bir vakittir bu. Örneğin ben bir dönem köpeğimi parklarda dolaştırmaya çıktığım zamanlarda daha çok şiir yazabildim, dolaşırken düşünmüyordum belki ama beyin sürekli çalışıyordu. Yazmak ihtiyaç olmalı derken, içimden yazı yazmak geliyor, on dört yaşından beri yazarım, alışveriş listesi bile olsa yazıyorum; hakiki ve sahici bir şey benim için bu. Dediğim gibi yazmazsam ölürüm söylemini abartılı buluyorum çünkü bu yazarları bir nevi ulvi bir mertebeye oturtuyor ki buna kesinlikle katılmıyorum.
Romancıları kıskanırım ama ben de “hadi oturayım şiir yazayım “deyince olmuyor. Ama mesela Orhan Pamuk, sabah 6.30’da kalkıyor, kahvaltı ediyor, oturuyor, sonra yürüyüş yapıyor ve belli bir saatte yazmayı kesiyor.

Roman tasarlanmış bir metindir
İnat önemli. İham mı başka şey mi, nereden geliyor, nasıl yazıyorum, bilmiyorum. İlk yazdıklarım tamamen Atilla İlhan taklitleri idi. Benim kuşağımda var bu. Sonra farklılaşıyor tabii ama inat ettim. İnat edince zanaat işini aşıyor insan. Öykü, şiir ve romanı Türkçe yazmış herkesi okumak gerekli. Zanaat neden önemli? Yine sahicilik ile ilgili ama – her ne kadar içerik önemli olsa da, birincil olsa da biçim önemli şiirde- ama edebiyat bir heykelcilik, obje yaratma sanatı aslında. Bazı şairler şiir kendini yazdırıyor diyorlar ama ben inanmıyorum buna. Romanda tamamen bir şey tasarlamak var; “roman bana geldi” olmaz. Roman ve şiir kafada tasarlanan bir şeydir. Bir romanda durup dururken arka kapıdan girip bir iki laf edip sonra arka kapıdan çıkan birinin bir daha görünmemesi olamaz; mutlaka romanın bütününde bir amacı olmalıdır bu kişinin, aksi halde zırva olur.

Roman hayatı anlamlıymış gibi gösteriyor
Hayat olağanüstü derecede karışık, romana sığmayacak kadar. Roman onu özümsüyor ve çok anlamlıymış gibi gösteriyor. O nedenle roman içinde yer alan her şeyin bir anlamı olmalı, tabii eğer sürreal değilse. Örneğin; babam hasta iken Girit’te arabada giderken, babamı tedavi eden doktorun adının bir köye verildiğini görmüştüm. Bu hayatta hiçbir anlam ifade etmiyor ama romanda böyle bir şey olacak olursa mutlaka bir anlamı olmalı, bir yere varmalı. Şiirde de bu aynen geçerlidir. Ses hoş diye şiire beğenilen bir dize konulur, şair bunu kesmeye kıyamaz çoğu zaman.

Şiir yazdığım zaman öykü anlatmayı severim
Ali Cengizhan’ın, Robert Lowry’nin çevirdiği bir şiiri vardı bir dergide. Bu şairin her dizesi anlamlıdır, roman gibidir, kendisi Hıristiyan’dır ve imgelerler doludur. Şiirin bir yerinde “kedi evinde soğuk hindi yiyorlardı” diye bir dize vardı. Çok anlamsızdı, hâlbuki “cathause”; randevu evi, cold turkey ise narkotiği kesmek demek. Ali yaptığı bu çeviride anlamı aramadığı için dikkat etmemiştir. Şiirde anlam önemli değildir savına ben katılmıyorum. Ben şiir yazdığım zaman bir öykü anlatmayı severim, öyle olması gerekli değil ama duygu/anlam/duygu durum bütünlüğü olmalıdır. Türkiye’de böyle değil bu. Benimki Anglo Sakson bir yaklaşım olabilir ama Türkiye’deki örneklere baktığımda çok kötü sonuçlar var. Roman ve şiirde yazmış olmak için yazılmış ve afakî çok ürün var.

Sanat için sanat anlamsızdır
Adam Sanat Dergisi’nde bir yazım çıkmıştı. Dört tane şiir dosyası göndermişlerdi. Üç tanesi de aşk temalı idi. Yazarın üçü de erkekti. Üç şiir dosyası da sahici olmayan bir kadına yazıldığı için, aynı kadına yazılmış gibiydi. Tamamen klişe. Toplumcu romanlarda Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye, Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’da her şey çok klişedir. Fatih ve Harbiye romanında Fatih iyi, Harbiye kötüdür. Fatih’de tüm kadınlar pamuk elli, çaylar tavşankanı, örtüler bembeyaz… Ama dünya böyle değildir ki! Kendilerine özel bir bakış açıları yoktur. Toplumcu şiir yazınca da böyle oluyor. Sanat veya toplum için olması önemli değil bence. Sanat için sanat anlamsızdır. Sanat insan içindir.
Eski şiirlerde anlam var; örneğin Makber. Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Edip Cansever anlam bütünlüğü olan şiirler yazmıştır. Edip Cansever çok narratif değildir ama aynı konumdadır. Örneğin Ben Ruhi Bey Nasılım. Cahit Külebi aslında tamamen iç göçle ilgili yazar. Kentte kayıp, kendini mutsuz hisseden kişileri anlatır. İstanbul’dan Anadolu’ya bakar. Yalnız Atatürk şiirleri çok kötüdür. Böyle bir normatif gelenek var Türkiye’de. Haydar Ergülen şiiri duyan bir İngiliz çok şaşırır mesela.

Öyküde son paragraf şaşırtıcı olmalı
 Öyküye gelirsek, şiirden farklı görmüyorum. Bir öykü kitabım var ve başında ben aslında şiir yazdım diye bir notum var. Behçet Çelik ile bir çalışma yaptık; ben şiir yazıyordum, o bunlardan öykü yaratıyordu. O öykü yazıyordu, ben şiir tasarlıyordum. Böyle üç ürün yayınladık da. Bana yolda giderken kurgu geliyor. Örneğin; bir gün vapurda Kız Kulesi’nin yanından geçerken hikâyesi aklıma geldi. Adamın her gün yüzüp geldiğini, sonra kış bastırıp deniz ve hava kötüleşince kızın gelme dediğini ama adamın yine devam edip sonunda boğulduğunu hikâyeledim. Sonra Kız Kulesi’nin içinde toz ve güvercinler olduğunu, birbirlerine bu hikâyeyi anlattıklarını ve geride sevgi kaldığını ifade ettim. Şiirde son dize çok vurucu olsun diye uğraşırım. Öyküde de öyle yaparım, son paragraf şaşırtıcı, vurucu olmalı. Roman daha uzun ve kapsamlı olduğu için, baloncuk yapma tehlikesi olduğu için (bisiklet lastiğinin iç lastiği erir ve dışarı bir çıkıntı oluşur) bana zor gelir. Üç yüz sayfa boyunca gereksiz çıkıntı olmamalı, bunu yapmak çok zor. Hakiki edebiyat roman bence.

İnsanın kafasında bir editör olmalı
Her insan her yazdığını biraz beğenir, uğraştıkça daha da beğenir. Bu çok tehlikelidir. En güzel sınav, yazdığınıza bir süre sonra bakmaktır. Kafadaki editör nasıl oluşur? Çok okumakla ilgili bir şey olsa gerek. Edip Cansever ile babamın bir arkadaşı sayesinde tanışmıştık. Şimdi göçüp giden Körfez Restoran’da içerdi. Bana söylediği iki şeyi hatırlarım. Türkçe yazılmış bütün şiirleri okumalısın, derdi. Şiir ihanet kabul etmez, tabii kendisinin antika dükkânı vardı ve başında da ortağı dururdu, zamanı boldu onun. Çalışmak zorunda değildi. Bana da böyle bir ortak bul da, ben de bol bol okuyayım, demek geldi içimden. Hemen hemen tüm kalburüstü şairleri okudum. İçinizdeki editörün gelişmesi ve onun sözünü dinlemek çok önemli. Bir iddiaya göre her şair yaşamı boyunca aynı şiiri yazar.
Bir gün gökyüzünde sığırcıkları gördüm, uçuşlarını. Dans ediyorlardı. Bundan bir şiir çıkar dedim, bu halleri ile ilgili bir benzetme olmalı. Gökte sanki birlikte bale yapıyorlar, dans ediyorlar, çok klişe idi. Sonra ayin yapıyorlar dedim, tamam dedim. Ama sonra sen ateistsin, ayin nedir bilmiyorsun, bunu şıklık için yazdın, sahici değil, dedi kafamdaki editör ve o şiir kaldı. Bence bu da bir aşama.

Zamanın azaldığını hissediyorum
Bir ara Türkiye’de roman yok diye bir tartışma başlamıştı, ben çıkarmamıştım bunu ama katılmıyorum. Yusuf Atılgan’dan başka romancı yok. Edebi nedenlerle Orhan Pamuk’u okumuyorum. Behçet Necatigil ve Turgut Uyar diğer sevdiklerim. Bir yaştan sonra bir şeyler oluyor. Bir arkadaşım var o altmış ben de elli yaşlarında iken görüştüğümüzde, nasılsın diye hatırımı sordu. Zamanın azaldığını hissediyorum, yapacak çok projem var ama biliyorum ki olmayacaklar, dedim. İnsanda huni efekti gelişiyor, dedi. O ne, dedim. Yirmisinde liseden biriyle karşılaştığında az da samimi olsan rakı içelim dese takılır peşine içmeye gidersin, biri bir roman verse, oturup okursun, dedi. Ama zamanım azaldı diye bunları yapmıyorum artık, dedi. Yani huniden geçiriyorum, süzüyorum her şeyi.

Düzgün şiir yok şimdi
Okumuyorum yenileri, düşünün eskiden Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergiyi alırdım ve her hafta Ece Ayhan, Cemal Süreyya, Edip Cansever’in bir şiiri olurdu. Şimdi bazen Sözcükler Dergisine bakıyorum; Selahattin Yolgiden fena değil. Sonra yine Yeni Dergiyi hatırlıyorum, şimdi o denli nitelikli şiir yok.
 80’ler kuşağı şiirde dünyadaki akımlardan çok etkilendi; postmodernizm. Bu akımda bireysellik önemlidir. Hegel, Marx gibi üst söylemler önemli değildir, der. Edebiyat genel şeyler söyler hâlbuki. Postmodernizm etkili oldu, parça parça, bireysel deneyimleri aktaran bireyse çok anlamlı değildir. Adam Sanat’ta Oğuz isimli birinin bir şiiri yayınlanmıştı. Anlamlı değildi. Hâlbuki rüyasını anlatmışmış. Postmodern bir şey yapıyor ama farkında değil. Ama o senin rüyansa anlamsız. Bana ne.

Orhan Pamuk doğu-batı meselesi ile cebelleşiyor
Murathan Mungan’ın romanlarını beğenmiyorum ama Sahtiyan adlı şiiri olağanüstüdür. Orhan Pamuk’u okumuyorum artık ama sahicidir. Hoşluk diye yazmıyor. Doğu Batı meselesi ile cebelleşiyor. Şu anda artık dille oyun oynuyor olması beni rahatsız ediyor ama bu oyunlar altında hakiki bir şeyle uğraşıyor. Artık normal roman kalıpları içinde bugünün dünyası anlatılamaz savına katılmıyorum. Kendisi postmodernist değil çünkü doğu- batı meselesi bu teori ile ele alınamaz. Buket Uzuner’i elimin tersi ile silerim, beğenmiyorum. Edebi dil diye bir şey yok. Burada mızmız adama mızmız adam denilmemeli, öyle anlatılmalı ki, okur anlamalı bunu üst başlığı ile ilgili olan bir konuşma için. Sorun adamı mızmız olarak tanımlamak değil. Ne çıkacak bundan, ne diyeceksin? Ayakkabının vurduğu yerden gelmeli söyleyeceklerin.

Edebiyatta yeni konu yok
Sümer Yaratılış Miti kısaca, Sümerlerde her şeyin bir Tanrısı var, der. Alttaki Tanrılar çalışıp üsttekilere bakıyorlar, bir gün alttakiler isyan edip bu işi bırakınca Tanrılar insanı yaratıyorlar ve artık onlar çalışıp Tanrılara bakmaya başlıyorlar. Ancak insanlar ölümlüler. İşte MÖ 4000 yılından beri aynı konu var. İnsanlar niye böyle çaresiz? Niye güdük hayatlar yaşıyor ve bir de ölüyoruz? diyorlar. İşte temel konu bu. Ölüm, aşk ve dünyayı daha iyi hale getirme. Yeni konu yok, yazar bu temel konularda okuyanın bir şey hissetmesini, düşünmesini, yazılan şeyi yeni bir açıdan, başka bir yönden görmesini sağlamalıdır. Herkes farklı olduğu, aynı konular ve olaylar karşısında farklı şeyler düşündüğü ve hissettiği için durmadan bunları yazıyoruz.
FÜSUN ÇETİNEL
Devamını Oku

17 Mart 2013 Pazar

Tomris Uyar Anıldı!

Öykü türünün son dönem önde gelen yazarları arasında yer alan ve 2003 yılında hayata veda eden Tomris Uyar, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin düzenlediği bir etkinlikle anıldı. Etkinliğe katılan Feyza Hepçilingirler, Handan İnci, ve Berat Alanyalı, Tomris Uyar’ı ve edebiyat yaşamını anlattı. Öykü yazma yoluna baş koymuş yazar adaylarına Tomris Uyar’ı daha yakından tanımaları ve öykü üzerine düşüncelerini bilmelerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Etkinliğin tamamını Fulya Füsun Çetinel’in aktarımından sizinle paylaşıyorum.

Tomris Uyar yazarların katılımıyla anıldı.
Anma etkinliği on dakikalık bir belgelselle başladı. Belgeselde Tomris Uyar, edebiyata ve yaşama bakış açısını kendi sesiyle anlattı. Belgeselden notlar şöyle:
İnsanın doğasında kaygılar var, bu da öykülere yansır. Hep günlük yazdım. Okur az, kitap baskıları az. Yazmadan da duramam ben, soruyorum hep kendime. Neyi değiştireceğim? 1975’te neyse 1990’da da durum aynı. O zaman? Karamsar yazmak istemiyorum artık. Edebiyat soru sorar, bırakır. Muhalefettir. Sorgulayandır. Yanıt veren edebiyatı çok sevmem ben. Onlar ancak köşe yazarı veya gazeteci olabilir. Düzgün yanıtlar verirler.  Öykülerim farklı şeylerden tetiklenir, bir olaya bakıp öykü kurmaktan çok insanların Türkçeyi kullanış biçimlerinden, konuşmalardan öykü çıkarırım. Mesela balıkçıdayım. Başı eşarplı bir kadın geldi. Balık fiyatlarına bakıyor. On beş bin lira kilosu, palamut var, küçük balık var. Balıkçı ve ben kadını palamut alması için ikna etmeye çalışıyoruz, çünkü palamut mevsimi ve diğer balık iyi değil. Kadın tek cümle kurdu. ‘Ama biz çok kalabalığız,’ dedi. İşte öykü burada, bu tek cümlede. İnsan çok önemli benim için. 
En zor kısmı öyküye başlamak değil de son cümleyi bulmak. Kapalı bir cümle olmalı. Onun için geriye sararak yazarım ben. Gündelik gerçekleri okurla paylaşmadan edemem. Birisiyle konuşurken, çamaşır yıkarken, yürürken kafamdaki öykü kendini geliştirir. Bazen kendimi dostlarıma kapayabilirim, bana bir konu hakkında bir şeyler sorarlar, ben öykümün gerçekliğinden yanıtlar veririm onlara.

Virginia Wolf’un özlemini her kadın gibi Tomris Uyar da çekmiş. 
Hiç öyle bir odam olmadı. Kapısını kapayıp, her şeyi yerli yerinde bırakabileceğim kendime ait bir odam olmadı. 

Franz Kafka, Reşat Nuri Güntekin en çok etkilendiği yazarlardan. 
Evet, okumak, insanları dinlemek, anlamaya çalışmak önemli ama yazarlık mayası da inkâr edilemez bir şey. Herkeste yoktur bu. 

Çeviri konusunda da çok titiz Tomris Uyar.

Belgeselin ardından yazarın yakın dostları Tomris Uyar’ı anlattı.

Feyza Hepçilingirler  

Tanıdığım Tomris Uyar

Tomris Uyar’ı, Füsun Akatlı, Hulki Aktunç da anlatabilirdi ama ne yazık ki onlar da gitti. Tomris ile 1982’de tanıştık ve yazları çok görüşürdük. Öldüğü yıl bir yazı yazdım ona. ‘Yaz anısı, anı yazısı’ diye.  Şu meşhur ayı meselesi üzerine. ‘Yazılı Günler’ kitabında Tomris de yazmıştı.
14 Haziran 1985, Ayıyla Ayı Olmak. Bana bir türlü gelmeyen yazı getirmek amacıyla Feyza ile Hüsnü Hepçilingirler’in çağrılarına uyup Balıklıova’ya gitmeye karar verdim. Bu arada arkadaşlarım da arabayla Bodrum’a gidiyorlarmış, arabalarında yer varmış. İşler yolunda gibi ya neyse. (Yazılı Günler)
Tomris ve arkadaşları Karaburun yolunda bir dinlenme tesisinde çay molası verirler. Kafeste yavru bir ayı vardır. İnsanlar cehennem gibi sıcakta ayıya şişe şişe bira verip eğlenirler. Zavallı yavru susuzluktan olsa gerek biraları içer. Kimi şişeler de kırılmış ve kafesin zeminine dağılmıştır. Tomris hayvana acır ve kafesine su bırakır, cam kırıklarını görür, yavru ayının ayaklarını kesmesin diye bacağını kafese uzatıp kırıkları itelemeye çalışırken, ayı ayılığını yapar ve Tomris’in bacağını kapar. Boydan boya yırtar.
Ama ayı da insanlarımızdan benim kadar kuşkulandığından, bu sevecenliğimi tekme atma hazırlığı diye değerlendirdi.
Ayıyı tatlı tatlı inandırmaya çalıştım. Bacağımı bırakır mısın lütfen?(Yazılı Günler)
Yazları hep birlikte Balıklıova’da geçirirdik. Hüsnü Hepçilingirler’e, o benim üvey kocam derdi. Çok severdi. Sakınmasız, sivri dilli, kimseye yaltaklanmayan, korkusuz biriydi. Çok güzel yüzerdi. Yüzmeyi Marmara’nın akıntılı denizinde öğrenmişti.
Tomris doğum günlerinde hediye almayı sevmezdi, bu huyunu bilenler ona öykü, şiir, metinler verirdi.  Edip Cansever de Tomris’in kırk yaşı için bir şiir yazmıştı yine. 15 Mart 1981. Herkesin dilinde dolaşan, ‘Yaş değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir’ değil bu.

Mavi Uçlu Bir Kaptan 
Eldivensiz ve sıkılmış
Hafif hafif terliyor
-Görüyorum, karşımda-
Burnuyla dudakları arası.
Böyledir Tomris’in özel yası.
Annesinin kolyesi
Günışığında pembe buğu
Ayakta dursa ne çıkar
Neye benziyor ki oturmuşluğu.
Kansız kesilir boşlukta kolu.
Pasajda yapma çiçekler
Laf atar saçlarına
Hazırdır karşılığı bir öykü bulur
Anlatır gül kokularına.
Görüntüsü kendisi
Akşamüstlerinden yapılmış
Nerden bulmuş acaba göğsü yerine
Kalbine bir ayçiçeği asılmış.
Bir gün bir öğle sonu
Ne tuhaf, avucunda
Kalakalmış bir çocukluk durumu
Bana sorsa tam o sıra
Gözleri camdan bir haziran çukuru.
Susarsa susmayı da konuşan
‘Mavi –Uç’lu bir kaptan.
Edip (Yazılı Günler, Can yayınları)

Çok alçakgönüllüydü. Kimseye, ‘falanca kitabı okumadın mı sen daha’ dememişti.
Kedileri çok severdi. Siyami, Kırlent sonra Cahide.
Benim çocuklarıma bakan bir kız vardı. Hiç okula gitmemiş, okuma yazmayla alakası yok. Ona bile bir günlük hediye etmişti. Emel’e önem vermişti. Kız bir daha unutamadı Tomris’i. İçine hiçbir şey yazmasa da defterini uzun yıllar sakladı.
Beylik, sıradan her şeyden nefret ederdi o.  Uzun yaşamayı bile istemedi. İsteseydi ona göre bir yaşam sürer, içkiden sigaradan uzak dururdu. Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreyya’nın öldüğü yaşlarda öldü o da.
Benim onun hakkında aklımda kalanlar yazıya geçirilmiş olanlar hep, demek ki yazmadıklarını unutuyor insan. Aklın insana oyunu.
Yıl 1984. Tomris böyle klişe başlangıçlara sinir olurdu. Takside gidiyoruz. Devamlı şoförü dürtüyor. Adamı sorularıyla TIR şoförü olmak istediğine ikna etmeye çalışıyor. Turgut araya girip Tomris’in elini adamın omzundan çekiyor. İki dakika sonra durum yine aynı. Taksiden inerken şoför şehrin trafiğini bırakıp uzun yolda TIR şoförlüğü yapmak istediğine karar vermişti bile.
Yazları Balıklıova’da tuttuğumuz yazlık ev eski, dökük, köhne ama bahçesi denize sıfır bir evdi. Sabah uyanır uyanmaz denize giriyoruz. Tomris’in üzerinde siyah mayosu, elinde cin tonik bardağı ile hatırlıyorum. Ayhan Işık’ın öldüğü yıl. Gazeteler onun içki ve sıcak çarpmasından öldüğünü yazıyor. Tomris’e fark ettirmeden iskemlesini gölgeye çekiyoruz hep. Geceleyin bile denize giriyoruz. Evden çok denizi kiralamışız.
Yazlıkta edebiyattan söz etmezdik hiç. Daha çok dedikodu, öyle bir ballandırarak anlatırdı ki. Bir de onun bize öğrettiği oyunları oynardık. Ne olsaydı, nasıl olurdu oyunu. Tomris çiçek olsa, gül değil, kıymetli bir çiçek değil, kimsenin bilmediği kır çiçeklerinden olurdu. İçki olsa rakı. Hayvan olsa kedi olurdu.
Sevmediği kişilerle vakit geçirmeyi sevmezdi. Bir akşam Çiçek Pasajında oturuyoruz. Bir gazeteci geldi yanımıza. Tomris’e, Edip Cansever, Cemal Süreyye ile ilgili sorular soruyor hep. Tomris kızdı. Televizyonda Tarantino’nun Pulp Fiction’ı oynayacaktı o gece. Seyretmek istiyorum, dedi ve kalkıp gitti.
O küçücük kadın, bir anda herkesi korkutmayı da bilirdi. Ankara’da bir toplantıdaydık. Şimdi hatırlamıyorum. Bir soru sordular. Tomris’in sinirleri bozuldu. Salondaki herkesi azarladı. Kimse sesini çıkaramadı daha sonra.
Dokuz Eylül Üniversitesinin bir yemeğinde, yemek masasının altından bacağını ellemişti bir öğretim görevlisi. Adamı öyle bir azarlamıştı ki.
Kendi kendisiyle dalga geçerdi. Siroz olmuştu. En hakiki Atatürkçü kimmiş, görsünler bakalım, dedi.
Tango bilirdi. Her adımında ince bir dereyi geçiyormuş gibi sekerek yürürdü.
Benim İstanbul’a gelmemi de o teşvik etmişti. Buraya taşındıktan sonra daha az görüştük. Çok zor bir dönemdi. Kendisini bana yardım etmek zorunda hissetmesini istemiyordum.
Damarına basmak, bu özellik onda da vardı. Benim Enka ödüllerine katılmamı çok istiyordu. Ben çekimser durdukça, hiç kıyıda köşede kalmış iki öykün yok mu canım, diyordu. Olmaz m? Gönderdim. Ödüller açıklandı. Birinci Kudret Aksal. İkinci Nihal Çeliker ve üçüncülük ‘Eski Bir Balerin’ öykümle benim oldu. Adım hiç duyulmamış benim. Şimdi bile kimse tanımaz beni, o zaman hiç kimse tanımıyordu. Bir milyon ödül aldım, müthiş bir para. Ankara’da iki yerde birden çalışıyorum, yine de o kadar para kazanmıyorum. Sonra her yarışma sonrasında olduğu gibi dedikodular çıktı. Kudret Aksal çok önemli, şimdiye kadar jürilerde birçok kişiyi ödüllendirdiği için ona verdiler birinciliği, dediler. Nihal Çeliker’in de kocası hastaymış, tedavi görüyormuş. Ona da ikinciliği verdiler. Hüsnü, bir tek sen bu ödülü bileğinin hakkıyla aldın galiba, dedi. Tomris hemen, ama o da üniversiteden atıldı, onun için vermişlerdir, dedi. Çok kırıldım bu lafına. Ama onun dostluğundan gurur duyarım. İyi ki de tanımışım onu. Ondan feyiz almışım.
Öldüğü yaz başı, onu Ayvalık’a yazlığıma davet ettim ama olamadı işte.

Handan İnci 

Öykünün Saf İpeği

Türk öykücülüğünde ilk Sait Faik, sonra Tomris Uyar geliyor. İki yazarımız da Türkçeyi öykünün zirvesine taşımış. Benim gibi düşünen pek çok okur var. Sait Faik’in ilk öyküsü ‘İpekli Mendil’. Turgut Uyar’ın ise ‘İpek ve Bakır’. İkisi de has öyküler. İpek mendil gibi kendi ritmiyle süzülen, akan öyküler. Dopdolu boşlukları vardır öykülerinin. Tomris Uyar da Sait Faik’i çok sever. Su gibi okunan öyküler, der Sait Faik’in öyküleri için.
Ama Tomris Uyar’ın öyküleri su gibi okunmaz. Kuyumcu işlemesi kelimeleri okuyucuyu adım adım merkeze götürür. Yazılmış, kurulmuş, işlenmiş öyküdür onun öyküsü. Dünyayı anlatma biçimi öyküye uyar. Onun öykücülüğü bir heves değildir, kendini öykücü olarak yetiştirmiştir.
Füsun Akatlı, Tomris Uyar’ın öykülerini güneyli, sıcacık, masmavi, yer yer kuzeye de sapar bulur. İçlerinde dirim, heyecan, incecik bir sevinç sezilir. Alttan alta yaz duygusu vardır. Kalenin Bedenleri de böyle bir öykü işte.

Berat Alanyalı 

Öteki Olma Halleri Üzerine Bir Öykü, Kalenin Bedenleri

Her okuma özneldir,  okur öyküyü kendi bitirsin der Tomris Uyar ama biz yine de onun öykücülüğünü anlamaya çalışmak adına Kalenin Bedenlerini birlikte okuyalım ve üzerinde düşünelim.
Bu hayli kapalı bir öykü. Uyar’ın ikinci dönemine ait öykülerden. Meselesi öteki olma halleri, yadırganan, dışlanan, yalnız insan. Dünyanın neresinde olursa olsun azınlıkta olanlar. Farklı mekân, farklı zaman. Ötekileştirilmiş öykü kişileri, uzak dünyalar, farklı karakterler.
Öyküde üç kadın var. Mardin’deki kadın. Chicago’da tuvalet temizleyicisi Afro- Amerikan kadın, fotoğrafa bakan, tuvalet temizleyicisi ile hatırası olan kadın. İki de erkek var. Trendeki genç, onun üzerinden nasıl bir anlatıcı olduğunu öğreniyoruz. Ve öykünün sonundaki Eminönü meydanında yıkılıp kalan memur emeklisi. Bu kişi tip olarak kalıyor öyküde. Başka bir öykünün karakteri olma hazırlığı içinde.
Anlatıcı yazar Turgut uyar mı yoksa başka bir kadın mı? Belli değil, önemli de değil zaten. Hep yalnızlığa bakış var. Yazan aynı kurgu içinde arada durup kendisine de bakacak. Mekanlar birbirinden çok farklı. Oradan oraya atlıyor öykü.
Öykü zamanı anlatıcının fotoğrafa bakma zamanı gibi çok kısa bir an. Ne kadar uzun olabilir ki bir fotoğrafa bakmak. Bu kısa zaman diliminde her yere uğruyoruz. Benzer insanlık durumlarına bakıyoruz. Baskılar, ezilenler.
Öyküde üç bölüm var. Cemreler. Okuru fotoğrafa bakar kılıyor. Ayrıksı bir başlangıç cümlesiyle giriyor öyküye. Birinci cemreyle, fotoğrafa bakan gözün kurgusu başlıyor. Anlatıcı yazar kadın, yazmaya başlıyor. Bildikleriyle kurguladıkları karışıyor.
Mardin’deki kadın oğlunun bakıcısıyla Kürtçe konuşamaz. Evde Türkçeden başka dil konuşulması yasaktır. Anadil meselesine erken vurgu var bu öyküde.
Murathan Mungan’ın ‘Paranın Cinleri’ kitabında bu fotoğrafla ilgili bir açıklama var. Murathan Mungan’ın annesinin fotoğrafıymış ve onunla ilgili şeyler anlatır.
Anlatıcı, zenci kadına bakmakta. Zenci kadının ataları, geldikleri yerler, melezlik kavramı, çok uzun bir bölüm, gerilere geçmişe gidiyor. Mutlaka göndermeler var burada. Tomris Uyar 1987’de davetli olarak Amerika’ya gitmiş. Kitabını İngilizceye çevirtmek için Melez Ernst James Gains ile buluşmuş. Melez yazar göndermesi bence bu noktada ortaya çıkıyor.
Bu kişiler arasındaki en önemli bağ yazı. Yazılıyor da ne değişiyor? Daha kaç hayat kendisini tekrarlayacak.
Bu öykünün adı niye ‘Kalenin Bedenleri ‘? İnsanların dış duvarları. Sonra Mardin kalesi var. Gelinin de üç kalesi var öyküde. Mardin’deki hayatı, yalnızlık ve delilik hali. Trendeki gençte ise, özgürlük kalesi, yalnızlık ve bunu serserilikle gizlemeye çalışma kaleleri. Kişi ya kendini kapatıyor kaleye, ya da kapatılıyor.
Yine bir söyleşinin sonuna geldik. Konuşmacılarımız teşekkür ediyoruz. İyi ki edebiyat var. Kitaplar var. Birbirinden kıymetli yazarlarımız var. Edebiyat sadece oturup kitap okumak değil ki, buluşmak, konuşmak, fikir alışverişi yapmak, tartışmak da aynı zamanda. Bir bardak çay eşliğinde bir kaç saati paylaşabilmek.  Gülhane Parkında, Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphane Müzesi var, ağaçlarda rengârenk papağanları var, biliyor muydunuz?  En güzeli de Eminönü’nden Sarayburnu’na yürüyüp Gülhane parkına aşağı kapıdan girmek. Başka bir söyleşide görüşmek üzere.

FULYA FÜSUN ÇETİNEL
Devamını Oku

16 Mart 2013 Cumartesi

Öz Edebiyat Varlıgını Koruyamıyor - Selim ileri Söylesi

Geçtiğimiz günlerde Selim İleri ile Mel’un romanı üzerine bir söyleşi gerçekleşti. Selim İleri'nin edebiyat dünyasına bir eleştiri niteliğinde olan son romanı Mel'un üzerine yapılan söyleşinin tamamını Füsun Çetinel'in notları ile size aktarıyoruz.

Selim İleri son kitabı Mel'un u anlattı

Galapera izdiham günlerinden birini yaşıyor. Bir Mart’ta Mel’un çıktı, iyi ki de çıktı yoksa burada toplanamayacaktık. Roman karakteri Sayru Usman’ın sözlük anlamı nedir, bu nasıl gelişti?
Bilge kişi, akıl adamı demek Usman. Uslu, akıllı demek. Bir de İlhan Usman vardı.  Eski romanlara uyalım dedim. Bilirsiniz bu eserlerde karakterlerle ya tezat ya da bağ kurulurdu.  Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efemdi’ si gibi. Sayru kelimesi Nurullah Ataç tarafından kullanılmıştı, sayru evi, deliler evi. Sonra Yunus Emre şiirlerinde var sayru kelimesi. Romanın anlattığı şeylerin isme indirgenmesi ne kadar doğru bilemem, ben bir şeyleri simgelesin diye uğraştım. On üçüncü yüzyıl Türkçesinde saçmalayan kişi olarak geçiyor.  Bu karakter saçmalar gibi gözüküp aklın içinde, hem de bilinçli. Kitabı ilk Ahmet Ümit okudu. Bana sordu, kim bu mel’un kişi dedi. Benim dedim. Yok canım, dedi. Sen mel’un olamayacak kadar iyisin. Sonra bir fotoğrafta ben ondan on yaş genç çıkmışım diye bana, kızdı. Evet sen melunsun, dedi.  Bu romanda mel’un iyi bir şey. Bugünün edebiyat dünyası, yayın dünyası, tarihin yeniden yazılışı. Kimi açık, kimi örtük açıklamalar. Örtmeye çalışmadım, ama bazı bilgileri birleştirdim. Amacım şahıslarla uğraşmak değildi. Herkes soruyor bu kim, diye. Kişilerden esinlendim, ben kimseyle uğraşmayı düşünmedim.  Sadece var olandan yola çıktım.
Romanın bugün getirildiği nokta bu. Bugün geldiğimiz noktayla ilgili, siyaset, edebiyat, yayın, insanların kitapla ilişkileri. Kırk beş yıldır bu işin içindeyim. Durum tedirgin edici, edebiyat kalmadı artık. Her şey edebiyatı baltalayıcı hale geldi. Çoksatarlar her yerde artık. O kelimeyi bile yurt dışından aldık. Bizde Türkçede böyle bir kelime yoktu. Kulağa acayip geliyor. Gelişmiş ülkelerde bu kavram çok yaygın. Marguerite Duras’ın dediği gibi, bunların gözü doymaz. Bizim on bin okuyucumuza göz dikerler.  Okuyucumuz eleştireldir, onun için de kıskanırlar. Bu durum bizde yeni, ancak dünyada on beş yirmi yıllık bir durum. Edebiyat bizde sona ermeye doğru yol alıyor. Tehlike büyük. Öz edebiyat varlığını koruyamıyor.
Ben kitapta bunları anlatmaya çalıştım, bazı şeylerin üzerine gitmeye çalışmadım. Pek çok kişi bundan bahsediyor olabilir ama kimse kapitalist düzene karşı gelemiyor tabi. Çoksatarların sağladığı imkânlar birçok değerli kitabın önünü tıkamış oluyor. Daha film piyasaya çıkmadan seyircisi belli oluyor artık. Dörtte üçü palavra üzerine kurulmuş, yermeye kalkınca kapılar kapalı. Kimse sesini çıkaramıyor. Her şey önceden belirlenmiş. Sanatın yeni bir açıya yol alabilmesi çok zor.
Çoksatarlık kurallarına göre yazmak bana göre çok zor. Geçmiş yıllarda, kırk yıl önce,  denedim, o tarz yazıları nasıl yazdıklarına dikkat ettim. Olumlu sonuçlar alamadım, kendi yolumda kös kös gittim. Bugünkü ortamda çok sattığımı düşünememek gerek. Kendimle ilgili değil toplumla ilgili bir sancı bu. Sağ olsun Everest kitabın hiçbir yerini ellemedi, noktası virgülü her şeyiyle basıldı. Teşekkürler. Çoksatarların yayınevine sağladığı ticari imkân benim sağladığım imkânlarla karşılaştırılamaz. Benim rakamım çocuk oyuncağı, ancak on bin baskı. İkinci baskıda ise ellerinde kalmasın diye ancak beş bin baskı. Çoksatarlar beş yüz bin basılıyor.
O yılların ortamı başkaydı. Bir yılda ancak dört beş kitap çıkardı. Artık şiir kitabı çıkmıyor. Hâlbuki yayınevinin görevi şiir kitabı çıkarmak. Jest olarak basması gerek. Şiir yayınevlerinin onuruydu, sevinç kaynağıydı. Her şey ters yüz olmuş durumda.
Bence çoksatarları da okusunlar. Sakıncası yok. Oradaki sakınca sekiz yüz bin, mor kapak, gri kapak olayı. Yetiştiğim yıllarda öğretmen görevi gören kitaplar vardı çoksatanlar arasında. Onlardan başka yerlere gelirdiniz. Bizler Kerime Nadir, Esat Mahmut okuyup sonra  Sartre’ye geçtik.  Esat Mahmut okumak Türk toplumu hakkında fikir sahibi olmaktır. Cemal Süreyya demişti, Kerime Nadir okumadan Sartre okuyan toplum olduk diye ta o zamanlar.
Şimdi gençler sadece Borges okuyor, aradaki boşluğu nasıl kapatacaklar?

Can Bahadır Yüce, bir söyleşi yaptı sizinle. Ve kitaptan bir alıntı yapmıştı. Onu açabilir misiniz?
 En koyu sofu en koyu ateistin, en koyu ateist en koyu sofunun iki mısraından iki satırından mesut olamaz mı?
Altmış üç yıldır bu ülkedeyim, baştan beri bunu düşünüyorum ben.
Çoksatarlarla ilgili bir sorunum olmadı hiç. Atilla İlhan bir kitabım üzerine yazmıştı, doğru yoldasın böyle devam et, diye. Ben isteyerek bıraktım o yolu. Her Gece Bodrum’da yazmış olduğum aşk ten ilişkilerini. Saz, Caz, Varyete adlı romanım az satıldı. Belki okuyucuya uzak geldi, belki daha erkendi bu konular. Ele alınan karakterler sembolikti. Ecevit, Türkeş ve Demirel, okur bağı kuramadı. Bu kitaplar yeniden satsın diye üç kitap bir arada Selim İleri Tozlu Aşk Romanları diye yeniden basıldı, Kafes, Ölünceye Kadar Seninim ve Saz, Caz, Varyete. Beni üzmedi bunlar. Kırk beş yıldır yazarak yaşamımı sürdürüyorum, iyi, konforlu bir hayat yaşadım.
Yayın dünyası. Edebiyat dünyası demiyorum, o yok zaten.  Bu benim meselem değil, gelinen nokta. Ticari ortam alakadar ediyor insanları. Selin Ongun televizyon programında bana sordu, yayınevi kitabınızı reddetseydi ne olurdu, diye. Reklam olurdu, dedim. Başka yayınevine giderdim hemen, dedim. Buraya kadar indirgenmiş edebiyat maalesef.
Fulya Füsun Çetinel ve Selim İleri kitap imzalarken
Füsun Çetinel ve Selim İleri kitabını imzalarken
Bu romanı yazmak iki buçuk yıl sürdü.  2010 Haziran’dan 20112 Kasım’ına kadar.  Başı çok zorladı. Yarı şizoid bir karakter, normal bir kişi gibi. Mesleği ne, işi ne, tahsili ne bu kişinin? Memur yaptım önce, sonra vazgeçtim, emekli öğretmen yaptım. Kimse bana nereden para kazandığını sormadı.  Karakteri kendi akışına bırakmak gerektiğine sonradan karar verdim. İki üç defter bıraktım. Başı beni epey zorladı.
Herkesin kayıtsız kaldığı edebiyat alanında yazsan ne olur yazmasan ne olur, demiyor musun.  Kimse ilgilenmiyorsa dil, edebiyat ne olacak, diye sormuyor musun hiç, dedi Ömer Türkeş. Benimkisi sadece şikâyet. Kırk elli kişi yine toplanır yine konuşuruz bugün nasıl bir araya geldikse, dedim ona.
Zeliha Berksoy, Kenter tiyatrosunda Brecht’in bir oyununu sergiliyordu. Koca tiyatroda ancak yüz kişi vardı. Bu ne rezalet, yüz kişiye tiyatro mu oynanır, demiştim o zamanlar. Zeliha boş salona bakıp on yıl sonra ne tiyatro ne edebiyat olacak sen neyi dert ediyorsun, demişti gülerek.
Türkiye’de durum çok vahim. Ben sadece teşhis koymaya çalıştım. Çözüm yok. Kaç bastı kaç sattı, hiç derdim olmadı benim. Telif beni geçindirecek kadar olsun yeterdi bana. Susar otururdum.
Bir defasında iki çoksatar yazar hanımla birlikte Urfa’ya, oradan Harran’a gittik. Urfa çarşısında beni tanıdılar. Ama iki hanımı tanımadılar. Harran’da da bir hanımı tanıdılar. Etrafına toplandılar, o da hangi programlara çıkacak falan açıklama yaptı. Ona çay ikram ettiler, bize etmediler. Şaka, şaka. Bize de ettiler. Kimin nerede, nasıl tanınacağı pek belli olmuyor.
İki üç yaz önce Bodrum’da Mehmet Barlas’ın evine davet edilmiştim. Ben erken gittim biraz, Tansu Çiler de erken gelenlerden. Beni kendisine takdim ettiler, Selim İleri tanıyor musunuz, diye sordular Tansu Çiller’e. Tanıyorum tabi, milli güreşçimizi kim tanımaz, dedi. Sonra da zayıf halime bakıp, ne oldu size yoksa hasta mısınız, diye sordu.

Ömer Türkeş bu romanınız için Selim İleri’nin başyapıtıdır demiş. Diğerleri değil miydi?
Bu romana birikimimi döktüm ama diğerlerinden daha fazla uğraştım diyemem. İçine bazı şeyleri tıkıştırdım, sonra başıma bela oldu, nasıl bağlayacağım diye düşünüp durdum. Kapağa Usta’dan bir başyapıt yazdılar. Bu da bir nevi pazarlama işte. Arka kapağa ‘ustanın en boktan kitabı’ da yazabilirlerdi.

Hocam, belki de daha fazla satardı?
Hiç aklıma gelmedi. Niye daha önce söylemediniz bunu?

Yaratıcı yazar sözü ne kastediyor size? Bu tür atölyelerin faydası var mı?
Yazar eğer gazeteci değilse peşinen yaratıcıdır zaten. Kurslar hakkında hiç bilgim yok. Eğer bir kişinin içinde edebiyatçı olma arzusu varsa ve bu arzu şiddet halindeyse bu kurslar yolunu kısaltabilir. Sylvia Plath’ın Sırça Fanus isimli kitabında bu konu çok güzel işlenmiş. Üniversitede yaratıcı yazarlık bölümünde roman eğitimi görmüş öğrenci okulu bitirirken mutlaka bir roman bitirecektir. Bu kitap herkesin eğitimle romancı olamayacağını gösterir.  Ben bu kurslarda hocalık yapamam. Birkaç teklif aldım. Bir keresinde Ömer Türkeş’in ricasını kıramadım. Kursta her kesimden öğrenci olacak, demişti. Derste kendi aralarında konuştu öğrenciler. Elif Şafak kaç satmış. Günün çoksatarları üzerine odaklanmış insanlardı hepsi. Bunu şu tür bir faaliyete benzettim. Sağlık sorunlarım için havuza yüzmeye gidiyorum. Orada konuşulan konu, bugün ayağınız, beliniz nasıl.  Bunun gibi işte bu kurslarda konuşulanlar.
1960lı yıllarda iç monologlar, bilinç akışı gibi şeyler hakkında yazarların ne bilgisi ne teknik donanımı vardı. Memet Fuat, Murat Belge çıkardıkları dergiler ile bugünkü kursların işlevini yapıyorlardı. Kafka ve bilinç akışı özel sayıları çıkardılar. Kafka o zamanlar anlaşılmıyordu. Çok ciddiye alınması gereken siyasi tarafının, geleceğe yönelik kâhin tarafının bilincinde değildik.
Altın Kitaplar tarafından yayınlanmış olan Agatha Christie kitapları bizde hep on formaydı. Yıllar sonra anlaşıldı ki bazıları on, bazıları yirmi beş forma. Ve evet, kötü çeviri şimdilerde çok daha kötü.

Safiye Ayla ile ilgili bir anınız vardı?
Niye, yaşım ona mı uygun?  1980li yıllarda, Levent Etiler’de oturuyor Safiye Ayla. Yemeğe davetliydim. Kulağı iyi işitmiyor, yaşı epey var. Her şeye ‘hmm evet’ diyor, kolay yolunu bulmuş. İhtilal daha yeni olmuş. İnanılmaz zeki bir kadın. Orduevlerine davet edip Atatürk’ün sevdiği şarkıları okutuyorlar hala. Onu anlattı sevinerek. Yemek çok güzel geçti. Bir iki gün sonra Armağan Hanım aradı beni, Safiye Ayla’yı nasıl buldunuz, diye sordu. Çok hoş bir hanım, yaşım tutsa evlenme teklif ederdim, dedim şaka yollu. Bunu Safiye Ayla’ya anlatmış. O da, sakın teşebbüs etmesin, hiç tipim değil kendisi, demiş.

Romanınızda birçok motif var.
Romanın içinde dram var, eleştiri, doğu batı meselesi, mizah her şey var. Şizofren kahraman iki anne icat etmiş. Rahmetli Füsun Akatlı yıllar önce bu fikri kafama sokmuştu. Dostlukların Son Günü çıktığı zaman şöyle bir yorum yapmıştı. Anne, kimi zaman çok merhametli kimi zaman despot biri olarak çıkıyor karşımıza. Garip bir şey var bu kitapta, kahramanda kişilik bölünmesi gibi bir şey, diye yazmıştı bir eleştirisinde Füsun Akatlı. Bu eleştirisi kafamı yıllarca meşgul etti. Her şey birikiyor, sonradan bir şekilde ortaya çıkıyor.  Mel’un da işte böyle ortaya çıktı, iki farklı anne. Kimileri bunu doğu batı meselesi olarak algıladı.

Doğu Batı meselesi üzerine bir şeyler söyleseniz? Batılılaştıkça kibirli mi olduk biz Türkler?
Batılılaşmadık, batılılaştığımızı sandık ve bundan kibirlendik. Batı değerlerini özümseyemedik maalesef. Alçakgönüllü olmayı bilemedik. Einstein,  Almanya’da üstü başı dökük dolaşıyormuş, sormuşlar, niye böyle geziyorsunuz, diye. Burada beni herkes tanır da ondan, demiş. Amerika’da da aynı şekilde dolaşıyormuş. Peki burada niye böyle pejmürde dolaşıyorsunuz, demişler. Burada da beni kimse tanımaz zaten, demiş. Bizim toplumun senteze gitmesi lazım. Türkiye, birbirinin etkisi ve tepkisi olarak gelişiyor.
Bu kitapta yazdığım birçok şey kendi hayat güçlüklerimin ortaya attığı şeyler gibi görünmekte ama gerçekte içindekiler belgesel.  Yazdığım bir şey de resim sanatı üzerine. Van Gogh servileri her tabloda birbirinden farklıdır. Bizim nakkaşlarımız yüzyıllar boyu aynı şeyleri resmedip durmuşlardır. Bu,  meşhur bir sanat tarihçimizin yargısı. Ben bunu kullandım işte.

Bir ıspanaklı salata hikâyeniz vardı, anlatabilir misiniz?
Siz beni burada Bal Mahmut’a çevirdiniz. Yemek kitaplarını maddi problemlerle yazdım. Buradaki tarifler hep bir fiyaskoyla sonuçlandı ne yazık ki.

Kitap bastırmak eskiden bu kadar zor muydu?
1060-1968 yılları arasında Memet Fuat, D yayınlarındaydı. Kısa bir süreliğine etkin oldu. Oktay Rıfat, Cemal Süreyya, Edip  Cansever gibi kıymetli şairlerimizin şiir kitaplarını bastı hep. Behçet Necatigil’in kendine özel imla kullanımı vardı, kesik kesik iki kısa çizgi gibi. Sonra Leyla Erbil’in kendine has yazım kuralları. O zamanlar dizgici yok, harfler kurşun dökülerek diziliyor çok zor şartlarda. Yanlış basılan bir kitabı, Memet Fuat parasını kendi cebinden ödeyerek tekrar bastı. Artık o titizlik yok, bilgisayarda şapkalı A  yok, kimse böyle şeylerle uğraşmıyor. Leyla Erbil bile pes etti, aman ne basarlarsa bassınlar, dedi en sonunda.
Evet, kitabımın Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken hikâyesiyle büyük akrabalığı var. İnanılmaz derecede esinleniş var, fark ettim. Yusuf Atılgan, Bilge Karasu bir süre etkili olup maalesef sepetlendiler. Geriye kalanlar Oğuz Atay, Tanpınar. Ben bu yazarların bile kimse tarafından okunduğunu sanmıyorum. Üniversitelerde çok sayıda tezler, doktora çalışmaları yapılıyor ama hepsi yayınlanmıyor.
Ben kimi zaman melunluk yapar, eşe dosta var olmayan kitapları okudunuz mu diye sorardım. Evet, okudum, derlerdi. Ferit Edgü daha fazla melunluk yaptı. Gazetede olmayan bir kitap üzerine yazı yazdı. Haince bir şey. Kimi insanlar bunu referans olarak bile kullandı.
Bir de Selçuk Baran’ın Bir Solgun Adam romanıyla çok yakınlığı var kitabımın. Selçuk Baran’ı ayrıca çok severim.

Beğendiğiniz, okuduğunuz yazarlar kimler? Biz neleri okuyalım?
E, beni okuyun tabi. Kendi yolunuza kim yakınsa onu okuyun. Sizin yazarınız kimse. En önemlisi tat alın, akünüzün dolmasına yararlı olacaktır bu. Bazı kitaplar bazı yaşları bekler, diye bir şiiri var Necatigil’in. Çok doğru bir tespit bu.

Türkçenin geldiği koordinatlar nedir sizce?
Türkçe artık iki yüz elli kelimeyle yürütülen bir konuşma dili haline geldi. Üniversitelerde yapılan bir araştırma sonucudur bu. Bu noktaya nasıl gelindi?

Kelime yarışmalarına çıkan çok iyi üniversitelerin öğrencileri ilk üç soruda eleniyor. Bu da bunu gösteriyor zaten değil mi?
O bir gösterge değil. Yarışma programları farklı bir şey. Yirmi beş otuz yıl önce, Tarık Tarcan jest yapıp Çarkı Felek programına davet etmişti, Pınar Kür’ü, beni ve Necati Güngör’ü. Ben eski edebiyat eserlerini severek okurdum.  Hepsine yanlış cevap verdim. Tarık Tarcan Şıp Sevdi’yi soruyordu. İpucu veriyor, hani yağmur yağar, diyor. Niye yağar, diyorum ben. Kimse bir şey bilemedi. Yarışmalarda insan tutuluyor.
Ziyarete gittiğimiz bir okulda, çocuk cami minaresi diyecek, caminin külahı, dedi örneğin.

Belki çocuğun aklında dondurma vardı hocam.
Öyleyse çok sevinirim. Yanlış kullandıysa kötü ama.
Selim Bey, caminin tepesine külah da denebiliyor.
Hiç bilmiyordum gerçekten.

Ya kitap fuarları hakkında ne düşünüyorsunuz Selim Bey?
Sizi seven okur kalkıp geliyor oralara kadar ve yazarlar, yayınevleri ‘geç sıraya, geç sıraya’ diye azarlayıp duruyor herkesi. Bunu bakkal çakkal yapmaz. Ekmek yediği müşterisini yere göğe koyamaz onlar. Ben dört beş yıldır katılmıyorum bu fuarlara. Zaten kulağım iyi işitmiyor. Yanlış anlaşılmalar oluyor. Bir kere feci bir şey oldu.
Kitabın adı Ölüm İlişkileri. Bir hanım imza istedi. Adını soyadını sordum. Sabiha bir şey. Soyadı aklımda kalmadı. Kitabı Sayın Sabiha Sertel’e diye imzalamışım, farkında değilim. Kadın öleli yıllar olmuş. Çok ayıp. Ama Sabiha Hanımın suçu, çok konuşup beni ambale etmişti. Kitabın içini açıp okumuş, koşup geri geldi, yanlış imzalamışsınız diye.
Yazılarıma postmodern denemez. Ben diyemem, çünkü öyle yazmadım. Zaten postmodern nedir, bunu iyice bir belirlemek gerek. Bizde her şeye postmodern deyiveriyorlar.

Selim İleri kendinden önceki yazarların tanıtılmasında rol oynadı, genç kuşaklara da öncü oldu. 
Bizim zamanımızda da Atilla İlhan, Behçet Necatigil hep destek oldu bizim gibi genç yazarlara. Üstünlük taslamazlardı, burnu büyüklük yoktu. Yirmi yaşında yazarken dünyayı değiştirebileceğime inanıyordum ama bugün yazdıklarımla değiştiremeyeceğimi anladım. Edebiyat narin bir şey. Hele Şiirler. İnsan çok sonra idrak ediyor, edebiyat hiçbir şeyi değiştiremez maalesef.
Siz en iyisini yazmaya çalışın, kitap mı ekmek mi önemli? Değişmeyen trajedi. Bu insanlar beni nasıl anlasın? Hatta gençleri azarlamalarını çok feci buluyorum. Edebiyat, seveni için duyarlılık yaratıyor. Sükûnet olacak, sıcak, masa lambası olacak, neyle geçineceğim derdi olmayacak.
Korsan kitaba karşıyım tabi.  Almaya mecbur kalanları da anlayışla karşılıyorum ama. Nasıl alsın, hangi parayla alsın. Bana hepsi bedava geliyor. Gelmese belki ben de korsan alacaktım, bilemem.

İnternet edebiyatı öldürür mü? Her öğrenciye tablet verileceği söyleniyor. Kitap sayfası çevirmeyen öğrenci okumayı nasıl sevecek?
Umberto Eco kitabında buna inanmadığını yazmış. Kâğıt kokusu olmadan e kitaptan tat alamaz insan. Türkiye’de hayal mahsulü teklifler çoktur.  Özal zamanında da tüm öğrencilere bilgisayar verilecekti. Hani? Şimdi de tablet vermekten bahsediyorlar. Bence olmayacak. Hoş sözler. Kitap gitti. Karatahta kalktı gibi. Bırakın tahtayı depreme dayanıklı okul bile yok. Bunların hepsi Türkiye’ye dair sayıklamalar.

Sevgili Selim İleri’ye bu hoş sohbet için çok teşekkür ediyoruz. Bence Mel’un edebiyata dair çok samimi sayıklamalar. Halen okumadıysanız, bir an önce en yakın kitapçının yolunu tutun derim. Evet biliyorum internetten sipariş ederseniz daha ucuza geliyor diyeceksiniz ama kitapçılar ne olacak. Bizim kahrımızı çeken o güzel mekânlar?

FULYA FÜSUN ÇETİNEL
Devamını Oku
BlogOkulu Gadgets