YAZAR SÖYLEŞİ VİDEO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAZAR SÖYLEŞİ VİDEO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2015 Pazar

Orhan Pamuk’a göre yazarlık!

Yaratıcı yazarlık seminerine katılan Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk yazarlığın herkesin bildiği şeyi, herkesin bilmediği şekilde anlatmak olduğunu söyledi.





Bahçeşehir Koleji tarafından düzenlenen Yaratıcı Yazarlık seminerlerinin ikincisine Nobel Ödüllü Orhan Pamuk katıldı. Orhan Pamuk, seminerde son romanı Kafamda Bir Tuhaflık’ı yazma sürecini anlattı.

Orhan Pamuk’tan yazarlık tavsiyeleri
Seminerde yazar olmak isteyen öğrenciler için yazarlık tavsiyesi veren Orhan Pamuk öğrencilere hayallerinin peşinden gitmesini söyleyerek “Söylenen lafları palavra buluyorum diyorsanız, etrafınızla uyuşmuyorsanız ve sıradan hayatın sıkıcılığına isyan edip hayallerinizin peşinden gidiyorsanız bu iyi bir şeydir. Yazarlık, kafanızdan geçen şeylere sadık kalmaktır. İnsan kafasında inandırıcı kahramanlar yaratma sanatı olan romancılık, herkesin bildiği şeyi, herkesin bilmediği şekilde anlatmak demektir” dedi.

Seminerin tamamını aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.
Devamını Oku

1 Ekim 2014 Çarşamba

İşin sırrı, yazdığını yırtıp atabilmektir

Can Dündar, Milliyet’teki Ada adlı köşesinde 15 Ekim 2006 tarihinde yayınlanan yazısında yazar adaylarına yol göstereceğine inandığı Orhan Pamuk’un nasıl yazdığını anlattığı söyleşini yayınladı.

Can Dündar
Can Dündar: Nobel ödüllü Orhan Pamuk'la yıllar önce TV için bir röportaj yapmış ve nasıl yazdığını anlatmasını istemiştim. "Yazıhane"sinde uzun uzun anlatmıştı. Kendisi için olduğu kadar Türkiye için de büyük önem taşıyan ödülü alınca bu söyleşiyi sizinle paylaşmak istedim. Belki yazar adaylarına yol gösterir...

Orhan Pamuk: Eskiden ben geceleri çalışırdım. Bütün şehir uyurken... Sabah 4'e kadar... Tam 4'te uyurdum. Bu 16 yıl böyle sürdü. Pek çok romanımın en iyi sayfalarını gece yarıları tam sessizlikte yazmışımdır. Fakat bir gün bir kızım oldu, okula gitmeye başladı ve benim de bütün hayatım değişti. Her sabah onunla birlikte 7'de kalkıp okula yürümeye başladım.

Ada eşeği gibiyim
Okuldan benim 'yazıhane'm aşağı yukarı 15 dakika... İstanbul'un en güzel bölgesinden, Beyoğlu'nun arka sokaklarından, Ceneviz havasının Levanten rüzgarlara karıştığı eski Rum apartmanlarının arasından, Ermeni kalfaların yaptığı binaların önünden geçerek, o gün yapacaklarımı planlayarak ve erken kalktığım için kendimden memnun olarak, sabahın sessizliğini, şehrin ilk kokularını, daha ısıtmayan güneşi hissederek, sokağı ezbere bilen ayaklarım, beni yoluna alışmış bir ada eşeği gibi yazıhaneme getirir."

Romanıma sabahlar hakim oldu
"Eskiden geceleri çalıştığım için şehrin karanlığını, gecesini bilirdim. Kimi zaman gece yazının başından kalkardım, Nişantaşı'nda, gece de açık olan sandviççilerden bir şeyler alırdım. Gece yarıları şehrin sokaklarına çıkan orospuları, arabaları, ne olduğu belirsiz, bağıra çağıra geçen çöp ve polis araçlarını, gece yarısı piyasaya çıkan köpek çetelerini tanırdım.

İstanbul'un gece sessizlikleri, neon lambalarının ancak gece fark edilen çıtırtısı, bir yerde bir kedinin devirdiği bir kutu, tek tük çöpleri karıştıran ve gündüzleri asla göremeyeceğiniz garibanlar... Bunlar romanlarımda çok yer almıştır. Sebebi benim de geceleri 4'lere kadar oturmam ve kimi zaman o saatte, yazıhanemden çıkıp eve dönmemdi. Fakat kızım doğunca İstanbul'un bu gece hayatı kapandı. Romanlarıma daha çok sabahlar hakim olmaya başladı; 'tek tük geçen arabalar ve eski otobüsler, poğaçacıya eşlik eden salepçinin kaldırıma konup kalkan güğümleri ve dolmuş durağının değnekçisinin düdüğü' vs.

Bu keyifli söyleşinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
Devamını Oku

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Yazarlar edebiyatı masaya yatırdı!

Selim İleri, MarioLevi ve Gül İrepoğlu Aykırı Sorular adlı programda Enver Aysever ile Türk edebiyatının merak edilen yönlerini konuştular.

Enver Aysever Aykırı Sorular
Geçen hafta (11 Temmuz Cuma) CNNTURK’te Enver Aysever’in sunduğu Aykırı Sorulara Gül İrepoğlu, Selim İleri ve Mario Levi katıldı. Türk edebiyatının dününü bugününü konuşulduğu programın başlangıcında geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Türk edebiyatının usta yazarı Leyla Erbil anıldı. Selim İleri, Mario Levi ve Enver Aysever Leyla Erbil ile ilgili anılarını anlattı.

Programda neler konuşuldu?
Programda konuşulan konular arasında İstanbul ve yazar arasındaki ilişki, gece ve yazar arasındaki ilişki, bellek ve yazar arasındaki ilişki, kadın yazar diye bir kavram var mı, hatırat niye yazılır, tarihi roman nedir gibi konulara yer verildi.

Devamını Oku

2 Haziran 2014 Pazartesi

Pamuk: Yazarlığın sırrı inat ve sabırdadır!

Yazar olmak isteyenlere içinde önemli ipuçlarını barındırdığına inandığım 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Orhan Pamuk’un ödül alırken yaptığı Babamın Bavulu başlıklı konuşmasında, bir yazarın yazma yolculuğu ve yazar / yazı ilişkisi gözler önüne seriliyor. Metnin tamamı aşağıda yer almaktadır.

Nobel Konuşması
Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra, yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi.

"Bir bak bakalım," dedi hafifçe utanarak, "işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki benden sonra seçer, yayımlarsın."

Benim yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. Babam acı verici çok özel bir yükten kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını bilemeden yazıhanemde bakınarak dolandı. Sonra elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye usulca bıraktı. İkimizi de utandıran bu unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her zamanki rollerimize, hayatı daha hafiften alan, şakacı, alaycı kimliklerimize geri dönerek rahatladık. Her zamanki gibi havadan sudan, hayattan, Türkiye'nin bitip tükenmez siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla sonuçlanan işlerinden, çok da fazla kederlenmeden, söz ettik.

Babam gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı yukarı yürüdüğümü hatırlıyorum. Küçük, siyah, deri bavulu, kilidini, yuvarlak kenarlarını ta çocukluğumdan biliyordum. Babam kısa süren yolculuklara çıkarken ve bazen de evden iş yerine bir yük taşırken taşırdı onu. Çocukken bu küçük bavulu açıp yolculuktan dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan kolonya ve yabancı ülke kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum.

Bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden.

Bu ağırlığın anlamından söz edeceğim şimdi. Bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir köşeye çekilip kağıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın anlamı demek bu.

Babamın bavuluna dokunup onu bir türlü açamıyordum, ama içindeki defterlerin bazılarını biliyordum. Bazılarına bir şeyler yazarken babamı görmüştüm.

Orhan Pamuk
Bavulun içindeki yük ilk defa duyduğum bir şey değildi. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı, gençlik yıllarında, 1940'ların sonunda, İstanbul'da şair olmak istemiş, Valéry'yi Türkçe'ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın zorluklarını yaşamak istememişti. Babamın babası dedem- zengin bir iş adamıydı, babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum.

Beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için tedbirini almış, bavulun içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı. Yirmi beş yıllık bir yazarlık hayatından sonra bunu görmek beni üzüyordu. Ama edebiyatı yeterince ciddiye almadığı için babama kızmak bile istemiyordum. Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile istemediğim asıl şey ise babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. Babamın bavulunu asıl bundan korktuğum için açamıyordum. Üstelik nedeni kendime açıkça söyleyemiyordum bile.

Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa babamın içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını istiyordum; yazar olmasını değil.

Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya da bu kadın, daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir, ya da benim gibi otuz yıl boyunca dolmakalemle kağıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara içebilir.

Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara, talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya, ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek, birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız.

Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve sabırdadır. Türkçe'deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat'ın sabrını severim ve anlarım. Benim Adım Kırmızı adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken yazarlıkmesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir.

Kimine hiç gelmeyen, kimine de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve yazarın kendini en yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve yazdıklarının değerinden en çok şüpheye düştüğü anda, yani hikâyesinin yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren hikâyeleri, resimleri, hayalleri sanki sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu, beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur.

Orhan Pamuk Ailesi

Babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü benim girdiğim sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları, şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum.

Ama sonra başka bir akıl yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat ve yazarlık deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının, cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek çok parlak yazar da vardı. Üstelik babam, çocukluğumuzda, aile hayatının sıradanlığından sıkılarak bizi bırakmış, Paris'e gitmiş, otel odalarında başka pek çok yazar gibi- defterler doldurmuştu. Bavulun içinde o defterlerin bir kısmının olduğunu da biliyordum, çünkü bavulu getirmeden önceki yıllarda babam hayatının o döneminden bana artık söz etmeye de başlamıştı. Çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan, ama kendi kırılganlığını, şair-yazar olma isteğini, otel odalarındaki kimlik sıkıntılarını anlatmazdı. Paris kaldırımlarında nasıl sık sık Sartre'ı gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve gördüğü filmlerdenb çok önemli haberler veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle söz ederdi.

Yazar olmamda paşalardan ve din büyüklerinden çok evde dünya yazarlarından söz eden bir babamın olmasının payını elbette hiç aklımdan çıkarmazdım. Belki de babamın defterlerini bunu düşünerek, büyük kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu olduğumu hatırlayarak okumalıydım. Bizimle birlikte yaşarken babamın tıpkı benim gibi- bir odada yalnız kalıp kitaplarla, düşüncelerle haşır neşir olmak istemesine, yazılarının edebi niteliğine çok önem vermeden, dikkat etmeliydim.

Ama yapamayacağım şeyin de tam bu olduğunu, babamın bıraktığı çantaya bu huzursuzlukla bakarken hissediyordum. Babam bazen kütüphanesinin önündeki divana uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı. Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden aile hayatı sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış belirirdi, bundan özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda babamın huzursuz olduğunu anlar, endişelenirdim. Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel dürtülerden biri olduğunu biliyorum. Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya kurmak için isteriz. Ama bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi harekete geçiren ilk şeydir.

Bu kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi vicdanının sesini dinleyerek başkalarının sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa konuşa kendi düşüncelerini ve alemini oluşturan özgür, bağımsız yazarın ilk büyük örneği, modern edebiyatın başlangıcı Montaigne'dir elbette. Babamın da dönüp dönüp okuduğu, bana okumamı öğütlediği bir yazardı Montaigne. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Doğu'da ister Batı'da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmekm isterim kendimi. Benim için hakiki edebiyatın başladığı yer kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır.

Ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize önce başkalarının sözü, başkalarının hikâyeleri, başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz şey eşlik eder. Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum. İnsan toplulukları, kabileler, milletler edebiyatlarını önemsedikleri, yazarlarına kulak verdikleri ölçüde zekileşir, zenginleşir ve yükselirler, ve hepimizin bildiği gibi, kitap yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık ve akılsız zamanların habercisidir. Ama edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu değildir. Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce kendi içinde bir Yollculuğa çıkan yazar, orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: Kendi hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu yapabilmek için yola başkalarının hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız.

Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı. Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki, ama bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur, hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel tarihin unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız yazarın kitabı olduğunu bilirdim. Bazen bu kütüphaneye uzaktan bakar, kendimin de bir gün ayrı bir evde böyle bir kütüphanemin, hatta daha iyisinin olacağını, kitaplardan kendime bir dünya kuracağımı düşlerdim.

Uzaktan baktığımda bazen babamın kütüphanesi bana bütün alemin küçük bir resmiymiş gibi gelirdi. Ama bizim köşemizden, İstanbul'dan baktığımız bir dünyaydı bu. Kütüphane de bunu gösteriyordu. Babam bu kütüphaneyi yurtdışı yolculuklarından, özellikle Paris'ten ve Amerika'dan aldığı kitaplarla, gençliğinde İstanbul'da 1940'larda ve 50'lerdeki yabancı dilde kitap satan dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini benim de tanıdığım İstanbul'un eski ve yeni kitapçılarından edindikleriyle yapmıştı. Yerel, milli bir dünya ile Batı dünyasının karışımıdır benim dünyam. 1970'lerden başlayarak ben de iddialı bir şekilde kendime bir kütüphane kurmaya başladım. Daha yazar olmaya tam karar vermemiştim, İstanbul adlı kitabımda anlattığım gibi, artık ressam olmayacağımı sezmiştim ama hayatımın ne yola gireceğini tam bilemiyordum. İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir şekilde "eksik" bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum.

Bu duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden uzak olma fikriyle, İstanbul'un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam endişesi de tabii ister resim yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. 1970'lerde, sanki hayatımdaki bu eksiklikleri gidermek ister gibi aşırı bir hırsla İstanbul'un eski kitapçılarından babamın verdiği parayla solmuş, okunmuş, tozlu kitaplar satın alırken bu sahaf dükkanlarının, yol kenarlarında, cami avlularında, yıkık duvarların eşiklerinde yerleşmiş kitapçıların yoksul, dağınık ve çoğu zaman da insana umutsuzluk verecek kadar perişan halleri beni okuyacağım kitaplar kadar etkilerdi.

Alemdeki yerim konusunda, hayatta olduğu gibi edebiyatta da o zamanlar taşıdığım temel duygu bu "merkezde olmama" duygusuydu. Dünyanın merkezinde, bizim yaşadığımızdan daha zengin ve çekici bir hayat vardı ve ben bütün İstanbullular ve bütün Türkiye ile birlikte bunun dışındaydım. Bu duyguyu dünyanın büyük çoğunluğu ile paylaştığımı bugün düşünüyorum. Aynı şekilde, bir dünya edebiyatı vardı ve onun benden çok uzak bir merkezi vardı. Aslında düşündüğüm Batı edebiyatıydı, dünya edebiyatı değil, ve biz Türkler bunun da dışındaydık. Babamın kütüphanesi de bunu doğruluyordu. Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul'un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları. Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan Batı'ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. Ya da bana o zamanlar kitaplar bu çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul'daki hayatımızdan Batı'ya gidip gelmek gibi bir şeydi.

Babam bavulundaki defterlerinden çoğunu doldurabilmek için Paris'e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra yazdıklarını Türkiye'ye geri getirmişti. Bunun da beni huzursuz ettiğini, babamın bavuluna bakarken hissederdim. Yirmi beş yıl Türkiye'de yazar olarak ayakta kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum.

Aslında babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir çatışmayı bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle gülüşerek mutlulukla yaşadığı için kızıyordum. Ama 'kızıyordum' yerine 'kıskanıyordum' diyebileceğimi, belki de bunun daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir yanıyla biliyor, huzursuz oluyordum. O zaman her zamanki takıntılı, öfkeli sesimle kendi kendime "mutluluk nedir?" diye soruyordum. Tek başına bir odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır mutluluk? Yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak rahat bir hayat yaşamak mı? Herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk mu? Ama bunlar fazla hırçın, öfkeli sorulardı. Üstelik iyi bir hayatın ölçüsünün mutluluk olduğunu nereden çıkarmıştım ki? İnsanlar, gazeteler, herkes hep en önemli hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi davranıyordu. Yalnızca bu bile, tam tersinin doğru olduğunu araştırmaya değer bir konu haline getirmiyor muydu? Zaten bizlerden, aileden hep kaçmış olan babamı ne kadar tanıyor, onun huzursuzluklarını ne kadar görebiliyordum ki?

Babamın bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk. Babamın hayatında bilmediğim bir mutsuzluk, ancak yazıya dökerek dayanabileceği bir sır olabilir miydi?

Bavulu açar açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı, babamın üstünde öyle fazla durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş olduğunu fark ettim. Tek tek elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu babamın bizi bırakıp Paris'e gittiği gençlik yıllarında tutulmuştu.

Oysa ben, tıpkı biyografilerini okuduğum, sevdiğim yazarlar gibi, babamın benim yaşımdayken ne yazdığını, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kısa zaman içinde böyle bir şeyle karşılaşmayacağımı da anladım. Üstelik bu arada babamın defterlerinin orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu ses babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki değildi, ya da benim hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses.

Babamın yazarken babam olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada: İçimdeki hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi bulamama, hatta babamın başka yazarlardan fazla etkilendiğini görme endişemi aşmış, özellikle gençliğimde olduğu gibi, bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan bir hakikilik buhranına dönüşüyordu. Roman yazmaya başladığım ilk on yılda bu korkuyu daha derinden hisseder, ona karşı koymakta zorlanır, tıpkı resim yapmaktan vazgeçtiğim gibi, bir gün yenilgiye uğrayıp roman yazmayı da bu endişeyle bırakmaktan bazen korkardım.

Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme endişesi. Benim bu huzursuz edici duyguları derinlemesine ilk yaşayışım değildi elbette bu. Bu duyguları, bütün genişlikleri, yan sonuçları, sinir başları, iç düğümleri ve çeşit çeşit renkleriyle ben yıllar boyunca okuyup yazarak, kendim masa başında araştırmış, keşfetmiş, derinleştirmiştim. Elbette onları belli belirsiz acılar, keyif kaçırıcı hassasiyetler ve ikide bir hayattan ve kitaplardan bana bulaşan akıl karışıklıkları olarak özellikle gençliğimde pek çok kereler yaşamıştım. Ama taşrada olma duygusunu ve hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık için Kar, İstanbul; hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) bütünüyle tanıyabilmiştim. Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir.

Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca hünerini geliştiren, bir alem kurmaya çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.

Ama babamın bavulundan ve tabii İstanbul'da yaşadığımız hayatın solgun renklerinden anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı. Bu temel gerçeği yaşamanın verdiği Çehovcu taşra duygusundan, bir diğer yan sonuç olan hakikilik endişesinden kitaplarımda çok söz ettim. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, hatta daha ağırları olan eziklik, kendine güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını kendimden biliyorum. Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ, mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik. Ama artık televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir şekilde anlatıyor bize. 

Bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey, insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları, bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları, kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler. Çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan bu hayalleri kendi içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı-dışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı, Modernliği keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.

Demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey tam tersi bir güvendir; bir gün yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların dünyanın her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu. Ama bu, kendimden ve babamın yazdıklarından biliyorum, kenarda olmanın, dışarıda kalmanın öfkesiyle yaralı, dertli bir iyimserliktir. Dostoyevski'nin bütün hayatı boyunca Batı'ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu.

Bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya oturup yazma nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz dünya, sonunda apayrı yerlere yerleşir. Kederle ya da öfkeyle oturduğumuz masadan o kederin ve öfkenin ötesinde bambaşka bir aleme ulaşırız. Babam da böyle bir aleme ulaşmış olamaz mıydı? Uzun yolculuktan sonra o varılan alem, tıpkı uzun bir deniz yolculuğundan sonra sis aralanırken bütün renkleriyle karşımızda yavaş yavaş beliren bir ada gibi bize bir mucize duygusu verir. Ya da Batılı gezginlerin güneyden gemiyle yaklaştıkları İstanbul'u sabah sisi aralanırken gördüklerinde hissettikleri şeylere benzer bu. Umutla, merakla çıkılan uzun yolculuğun sonunda, orada camileri, minareleri, tek tek evleri, sokakları, tepeleri, köprüleri, yokuşları ile birlikte bütün bir şehir, bütün bir alem vardır. İnsan, tıpkı iyi bir okurun bir kitabın sayfaları içinde kaybolması gibi, karşısına çıkıveren bu yeni alemin içine hemen girip kaybolmak ister.

Kenarda, taşrada, dışarıda, öfkeli ya da düpedüz hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş ve bu duyguları unutturan yepyeni bir alem keşfetmişizdir.

Çocukluğumda, gençliğimde hissettiğimin tam tersine benim için artık dünyanın merkezi İstanbul'dur. Neredeyse bütün hayatımı orada geçirdiğim için değil yalnızca, otuz üç yıldır tek tek sokaklarını, köprülerini, insanlarını, köpeklerini, evlerini, camilerini, çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, dükkanlarını, tanıdık kişilerini, karanlık noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini kendimi onların hepsiyle özdeşleştirerek anlattığım için. Bir noktadan sonra, hayal ettiğim bu dünya da benim elimden çıkar ve kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da gerçek olur. O zaman, bütün o insanlar ve sokaklar, eşyalar ve binalar sanki hep birlikte aralarında konuşmaya, sanki kendi aralarında benim önceden hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve kitaplarımda değil, kendi kendilerine yaşamaya başlarlar. İğneyle kuyu kazar gibi sabırla hayal ederek kurduğum bu alem bana o zaman her şeyden daha gerçekmiş gibi gelir.

Babam da, belki, yıllarını bu işe vermiş yazarların bu cins mutluluklarını keşfetmiştir, ona önyargılı olmayayım diyordum bavuluna bakarken. Ayrıca, emreden, yasaklayan, ezen, cezalandıran sıradan bir baba olmadığı, beni her zaman özgür bırakıp, bana her zaman aşırı saygı gösterdiği için de ona müteşekkirdim. Pek çok çocukluk ve gençlik arkadaşımın aksine, baba korkusu bilmediğim için hayal gücümün zaman zaman özgürce ya da çocukça çalışabildiğine bazen inanmış, bazen da babam gençliğinde yazar olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. Onu hoşgörüyle okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.

Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum.

Babam ne mi yazmıştı? Paris otellerinden görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı paradokslar, akıl yürütmeler. Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor hatırlayan, zorlansa da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi hissediyorum kendimi şimdi. Çocukluğumda annem ile babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri başladığında babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar, müzik bize olup biteni daha çabuk unuttururdu.

Ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir-iki söz ile konuyu değiştireyim! Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum.

Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul'da, Türkiye'de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya tıpkı bir rüyadaki gibi bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.

Yazıhaneme gelip bavulu bırakışından bir hafta sonra, babam, her zamanki gibi elinde bir paket çikolata (kırk sekiz yaşında olduğumu unutuyordu) beni gene ziyaret etti. Her zamanki gibi gene hayattan, siyasetten ve aile dedikodularından söz edip gülüştük. Bir ara babamın gözü bavulu bıraktığı köşeye takıldı ve onu oradan alıp kaldırdığımı anladı. Göz göze geldik.

Sıkıcı, utandırıcı bir sessizlik oldu. Ona bavulu açıp içindekileri okumaya çalıştığımı söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o anladı. Ben de onun anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı. Bu anlayışlar da birkaç saniye içinde ne kadar uzarsa ancak o kadar uzadı.

Çünkü babam kendine güvenen, rahat ve mutlu bir insandı: her zamanki gibi gülüverdi. Ve evden çıkıp giderken bana her zaman söylediği tatlı ve yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine tekrarladı.

Her zamanki gibi babamın mutluluğunu, dertsiz, tasasız halini kıskanarak arkasından baktım. Ama o gün içimde utanç verici bir mutluluk kıpırtısı da dolaşmıştı, hatırlıyorum. Belki onun kadar rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu bir hayat sürmedim, ama yazının hakkını verdim duygusu, anladınız.

Bunu babama karşı duyduğum için utanıyordum. Üstelik babam, benim hayatımın ezici merkezi de olmamış, beni özgür bırakmıştı. Bütün bunlar bize yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı olduğunu hatırlatmalı.

Ama hikâyemin bana daha da derin bir suçluluk duydurtan bir simetrisi, o gün hemen hatırladığım bir diğer yarısı var. Babamın bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl önce, yirmi iki yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları'nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını almak benim için önemliydi. O sırada babam bizimle değildi, uzaktaydı. Dönüşünü sabırsızlıkla bekledim. İki hafta sonra gelince kapıyı ona koşarak açtım.

Babam hiçbir şey söylemedi, ama bana hemen öyle bir sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım. Bir süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya çıkan bir çeşit beceriksizlik ve sessizlik buhranına kapıldık. Sonra biraz rahatlayıp konuşmaya başlayınca, babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.

Bu sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten çok, oğlunu desteklemek, yüreklendirmek için ona "bir gün paşa olacaksın!" diyen bir Türk babası gibi söylemişti. Yıllarca da beni her görüşünde cesaretlendirmek için bu sözü tekrarladı durdu.

Babam 2002 yılı Aralık ayında öldü.

İsveç Akademisi'nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim.
Devamını Oku

1 Nisan 2014 Salı

Kitap ve kahve ile Öykü Gecesi!

Yazı Evi Öykü Atölyesi eğitmeni Özlem Kiper, The Corner Book & Coffee’de 2 Nisan’da düzenlenecek Öykü Gecesi’nde yazar Fuat Sevimay ve Türker Ayyıldız ile öykü okuyacak, yorumlayacak ve üzerine konuşacak.

Öykü Gecesi
Öykü okumayı sever misiniz, peki dinlemeyi? Öykünün rehberliğinde bambaşka bir dünyaya yolculuğa çıkarmaya hazır mısınız? Bazen sizi gülümsetecek, bazen içinizi acıtacak, bazen de bir yumruk gibi boğazınıza takılacak öyküler, anlatıcımızla vücut bulacak ve size sadece kahvenizi yudumlayarak dinlemek düşecek.
The Corner Book Coffee’de yapılacak öykü gecelerine konuk olan yazarın öykülerinden bir seçki okunacak. Öykü dinletisinin ardından yazara, “Anlatıcı” -Özlem Kiper- ve “Yorumcu” -Fuat Sevimay- tarafından öykünün kurgusu, karakterleri, mekânı, oluşumu hakkında sorular sorulacak.

Öykü Gecesi’nin aktörleri!
Anlatıcı Özlem Kiper, varlığını kâğıt üzerinde hisseden ve hissettirmeye çalışan bir okuryazar. Kendisini makale ve öykülerinin yanı sıra, Yeşim Cimcoz Yazı Evi’nde hazırlayıp yönettiği Öykü ve Uygulama atölyelerinde ve öykülerin sesi olan anlatici.com adresinde bulabilirsiniz. Yorumcumuz Fuat Sevimay’ı romanları, öykü kitabı, çocuk kitabı, çevirileri ve deneme yazılarından tanıyoruz.

İlk konuk yazar Türker Ayyıldız
Öykü Gecesi’nin ilk konuğu yazar Türker Ayyıldız, Vapurlara Küsmek adındaki kitabıyla 2011 Orhan Kemal ödülünü kazandı. Pek çok öyküsü edebiyat dergilerinde yayınlandı ve yeni kitabının çok yakında okurla buluşacak. Öykü tutkunu iseniz 2 Nisan akşamı saat 20:00’de, Öykü Gecesi’ne mutlaka katılın.

ÖYKÜ GECESİ ETKİNLİK BİLGİLERİ
Yer: The Corner Book & Coffee
Adres: Ataşehir Bulvarı Ata Blokları 3/1 No:10/C ATAŞEHİR/İSTANBUL (Harita için tıklayın)
Katılımcılar: Özlem Kiper (Anlatıcı), Fuat Sevimay (Yorumcu), Türker Ayyıldız (Yazar)
Tarih ve Saat: 2 Nisan Çarşamba – 20.00

Devamını Oku

26 Eylül 2013 Perşembe

Geleceğin kitapları nasıl olacak?

Ses, video, grafik ve uygulamalar kullanılarak hazırlanan tam uzunluktaki ilk interaktif kitap olan Al Gore'un “Bizim Seçimimiz” kitabının tanıtıldığı video bize gelecekte kitapların nasıl olacağına dair ışık tutuyor. 

Gelecekte kitaplar nasıl olacak? tablet bilgisayar ve kitap
Bilgisayar ve mobil teknolojilerinin baş döndüren bir hızla gelişimi yerleşik bütün yapıları sarsarak radikal değişimler getiriyor. Kitap okuma ve yayımlama kuralları da bu değişimden nasibini almaya başladı. Artık okullarda öğrenciler tablet bilgisayarlardan kitapları okuyorlar. Kağıt yavaş yavaş elini eteğini çekmeye başladı.
Aşağıdaki videoda yazılım geliştirici Mike Matas iPad için tam uzunluktaki ilk interaktif kitabı tanıtıyor. Kaydırılabilir video - grafik ve uygulamalar içeren kitap, Al Gore'un "Uygunsuz Gerçek" kitabının devamı olan "Bizim Seçimimiz".

Teknoloji ve eski kitaplar
Bu teknoloji kullanarak yapılan öykü ve romanları 10 yıl içinde göreceğimizi umuyorum. Hatta şunu bile hayal ettim; üniversite yıllarımda (90’ların son beş yılı) çok popüler olan Simyacı kitabını bu teknoloji kullanarak yayımlanış olmasını ve onu okuyor olmam. Roman kahramanının yolculuğunu hazine haritası üzerinde görmek, meydanındaki simyacı ile olan diyalogunu animasyon video şeklinde izlemek vs. Bu düşünce peşi sıra bir kuşkuyu da beraberinde getirdi: Okuyucunun hayal gücünü sınırlar mı? Bilemedim ama teknolojiye meraklı biri olarak bunu deneyimlemek isterdim.
Bir diğer soruda biçim ve içeriğini değiştirecek mi? Yeni nesil teknoloji kullanarak yayımlanan kitaplar romanın, öykünün kurgu ve içeriğini de değiştirecek mi? Bu sorunun yanıtını yaşayarak göreceğiz ama ben değiştireceğini tahmin ediyorum.

Kağıt mı tablet mi?
Digital göçmenler (internetin keşfedilmesinden önce doğanlar) eminin kağıt üzerinden hayal güçlerinin rehberliğinde bir romanı, öyküyü okumayı tercih edeceklerdir ama ya yeni nesil? Kağıt yüzü görmeden kitaplarla tablet üzerinde tanışan digital yerliler (İnternet keşfedildikten doğanlar). Sanırım onlar kendi alışkanlıklarını da edebiyata yansıtacaklar ve kitaplar gelecekte şimdikinden çok farklı şekilde olacak. Keyifli seyirler.
Devamını Oku

24 Eylül 2013 Salı

Sosyal medya edebiyatı

Ülke gündemini ti ye alan haber bülteni Heberler, sosyal medya edebiyatını masaya yatırıyor.

Sosyal medya edebiyatı ve heberler
Sosyal medyanın günlük hayattan politikaya, iş yaşamından sanata kadar pek çok alanda etkisi ve getirdiği değişimler anlaşılmaya çalışılırken sosyal medya ve edebiyat ilişkisine de göz atmak gerekiyor. Sosyal medya yazarlarının edebiyat alanında boy göstermesi ile birlikte pek çok sosyal medya yazarı kitap yayımladı. Bu kitaplar popüler kitaplar arasında yerini aldı ve okuyucuyla buluştu. Ülkemizde yaşanan gelişmeleri mizah penceresinden ti ye alan haber bülteni Herberler bu konuya da kendi bakış açısıyla yaklaşıyor.

Kelime haznem bitti!
Heber bülteni sunucusu Mehmet Ali Alabora’nın konuğu olan sosyal medya yazarı Seda hanım, sosyal medya yazarlarının hali pürmelalini ortaya koyuyor. Kurgu röportajın en can alıcısı sorusu sosyal medya yazarlarının çıkardıkları kitaplarda genelde çocukluk tespitlerinin olduğu ve bunun tesadüf olup olmadığıydı. Sosyal medya yazarlarını temsili karakteri olarak kurgulanan Seda hanım bu soru karşısında krize giriyor ve şu sözü sarfediyor “Kusura bakmayın, kelime haznem bitti.”
Keyifli seyirler.



Devamını Oku

22 Eylül 2013 Pazar

Küçürek öykü dünyası: Kargaca

Öykü blogu okumayı sevenlere çok özel bir blog önereceğim bugün: Kargaca. Var edicisi ressam Ayşecan Kurtay, kendi çalışmalarıyla küçürek öykülerini birleştirmiş ve ortaya harika bir blog çıkmış. Keyifle okuyacağınızı umuyorum.

İnternetin karanlık ve derin sularında gezinirken rastladığım çok değerli inci tanelerini sizlerle paylaşmaya devam ediyorum. Küçürek öykü edebiyatımızın az bilinen dallarından biri. Bu yüzden bu alanda eser veren yazarların sayısı da oldukça az. Küçürek öyküyü yazın biçimi olarak seçen, kendi öykülerini yazan, sahip olduğu Kargaca bloğunda yayımlayan ressam Ayşecan Kurtay resim çalışmalarıyla öykülerini bir araya getirmiş. Kadıköy’de bir resim atölyesi bulunan Ayşecan Kurtay, okuyucusunda hem görsel hem de edebi bir tat bırakan Karagca’da, benzerine az rastlanır bir bloga imza atıyor.

İçimdeki geveze: Anlatıcı
Karhaca küçürek öykü blogu
Kendi yaşamından, hislerinden, gözlemlerinden anlatıcısına yansıyan hayatın anlarını küçürek öykü penceresinden sizlere sunan Ayşecan Kurtay, anlatıcıyla olan yolculuğunu şöyle aktarıyor:
Anlatıcıyla boyalar arasında tanış oldum. İçimdeki sessiz geveze gülümseyerek izlerken, “Resim yapmak istiyorum, boyaları tutmak istiyorum” diyordu aklım. Anlatıcı lekeleri figürleştirmeye başladı, düzlemler yetmedi, figürlerim ayağa kalktı bir zaman. Küçük bir kukla ordum oldu, her biri yüz elli santim boyunda. Kerli ferli karakterlerim bana bakıyordu artık.
Bu fırsattan yararlanan sessiz sakinim, kimi zaman boş kağıtlara, kimi zaman resimlere kelimeler düşürmeye başladı. Kelimeleri görmeyi sevdim. Cümleler aramaya başladım. Cümleleri ararken Yeşim Cimcoz’u buldum. Defterlerim olmaya başladı. Altı dakika! Hayatımın önemli zaman ölçüsü. Jale Sancak geldi. Cümleleri çekiştirip uzattım, anlatıcıya izin verdim.
Ayşecan Kurtay’ın büyülü dünyasına, resimlerine yakından bakmak ve çalışmalarıyla özdeşleşmiş öykülerini okumak istiyorsanız Kargaca’yı mutlaka ziyaret edin. Ayşecan Kurtay'ın resim çalışmalarını ise buradan görebilirsiniz.

Devamını Oku

15 Eylül 2013 Pazar

Romancı nasıl yazar?

Murat Gülsoy ve Semih Gümüş’ün hazırlayıp sunduğu TRT Türk'te yayımlanan Açık Şehir adlı programa konuk olan Orhan Pamuk Harvard Üniversitesi'nde verdiği Norton derslerinden derlenen Saf ve Düşünceli Romancı kitabı üzerinden yazma sanatını ve yazma serüvenini anlatıyor. 

Orhan Pamuk Semih Gümüş ve Murat Gülsoy'a konuk oldu.
Bir yazarın yazma serüveni nasıldır sorusu hem okuyucuların hem de yazmaya gönül vermiş insanların en çok merak ettiği konulardan biridir. Daha önce yaşanmamış bir dünyayı yazar kurmacadan ve hayattan aldığı güçle nasıl var ediyor ve bizler okuyucu olarak yazarın var ettiği bu dünyayı nasıl gerçekmiş gibi algılıyoruz? Kahramanlarının peşinden gittiğimiz bu maceranın yapım sürecinde yazar nasıl hissediyor, nasıl düşünüyor ve nasıl yazıyor?
Murat Gülsoy ve Semih Gümüş’ün hazırlayıp sunduğu Açık Şehir programına konuk olan yazar Orhan Pamuk, kendi yazım sürecini anlattığı Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabındaki düşüncelerini paylaşıyor.
Videonun tamamı yazının sonunda yer almaktadır.

Uygun resme uygun kelimeler bulunmalıdır!
Orhan Pamuk, roman - okur ilişkisini şu sözlerle anlatıyor: Roman okurken kafamızda kelimeleri resimlere çeviririz ya da kelimeleri kafamızın içindeki sinemada filmini seyrederiz. Roman okumak kelimelerle anlatılmış şeyleri kafamızda resimlemektir. Ama hepimizin kafamızda değişik bir resim hazinesi var. Bu nedenle hepimiz kelimeleri kendimize göre resimleriz. Yazarlar da bunu bilir. Bu yüzden yazarlar kitapları anlaşılsın diye herkesin resmedebileceği kelimeleri kullanır. Bu işin abc si budur. Romancını temel işlevi kelimelerle okurunun aklında resimler uyandırmaktır. Roman sanatının fotoğraf makinesi ya da resim sanatının yaygın olmadığı zamanlarda keşfedilmesinden dolayı yazarlar okurun kafasında resimler uyandırmaya çalışır. Yazarlık okurun kafasında oluşacak en uygun resme en uygun kelimeleri bulma işidir.

Romancı hem duygusal hem de planlı olmalı
Orhan Pamuk romanın ve romancının özelliklerini anlattığı bölümde ise şunları söylüyor: Bazı yazarlar planlı yazarlar, bazı yazarlar da olay örgüsünün, hikayenin tam ayrıntılarını, yazının hangi istikamete gideceğini bilmeden yazarlar. Bu tarz meselesidir. Ben roman yazmaya başlamadan evvel başını sonunu ortasını bilirim.
Ancak tamamen planlı roman yazamazsınız, şiirsel anlar olması lazım. Nereden geldiğini bilmediğiniz sesler duymanız lazım. Tasarınızı kırıp döküp yaratıcılık anlarınızı dinlemeniz lazım. Kimi zaman da disiplin lazım, içinizden çok yazmak gelse de yazdığınız bölümün kısa olması lazım, genel tabloya uyması lazım. Bu iki ruh hali saf ruh hali ile yazmak, yani içinden geldiği gibi yazmak ile planlı hal yan yana gelmelidir.
Ben kendimi planlı bir yazar olarak görürüm ama pek çok kitabım da da öyle bölümler var ki planlı değil iç sesimi dinleyerek yazdığım anlar vardır.
Bu iki hal her yazarda belirli ölçülerde vardır. Başarılı roman ikisini de aynı anda ruhunda taşımalıdır, bazen biri bazen diğeri öne çıkabilir. Bir romancıda da bu iki hal olmalıdır.

Roman yazma sanatı üzerine Orhan Pamuk’un düşüncelerini, tarzını ve romanın öğelerinin nasıl olması gerektiğini daha iyi anlamak istiyorsanız videonun tamamını izlemenizi öneririm.

Devamını Oku

13 Eylül 2013 Cuma

Harika bir hikayeye götüren ipuçları

İzleyicinin/okuyucunun hikaye anlatıcısından beklentilerine değinen film yapımcısı Andrew Stanton (Oyuncak Hikayesi, WALL-E) “Seyirci/okuyucu parçaları kendi birleştirmek, duygusal, mantıksal, estetik olarak da merak etmek ister” dedi. 

Andrew Stanton hikaye anlatma üzerine TED Talks’ta yaptığı konuşmada meslek yaşamı boyunca edindiği tecrübeleri paylaşıyor. Videodan alınan kısımlar yazı olarak verilmiştir, daha fazlası için lütfen yazının sonundaki videoyu izleyin.
Hikaye anlatmak fıkra anlatmaktır. Vurucu noktasını bilmektir, sonunu bilmek, ilk cümleden sonuncuya kadar tüm anlattıklarının tek bir amaca hizmet ettiğini ve ideal durumda insan olarak kim olduğumuz anlayışını derinleştiren bir gerçeği doğrulamaktır. Hepimiz hikayeleri severiz. Onlar için yaratılmışız. Hikayeler kim olduğumuzu doğrular. Hepimiz yaşamlarımızın bir amacı olduğuna inanmak isteriz. Ve hiçbir şey bizi hikayelerin yaptığı kadar yaşamamızın bir amacı olduğuna inandıramaz. Onlar zamanın sınırlarını aşarlar, geçmişi, şimdiyi ve geleceği ve bizim gerçek ya da hayal ürünü kahramanlarla kendi aramızda benzerlikler bulmamıza izin verirler.

Merak etmemi sağla!
Çocuk programı sunucusu Bay Rogers bir sosyal hizmetler çalışanından duyduğu şu sözü her zaman cebinde taşırdı: "Açıkçası, dünyada hikayesini duyduktan sonra sevmeyi öğrenemeyeceğiniz insan yoktur.". Benim bunu yorumlama şeklim büyük olasılıkla en önemli hikaye anlatma kuralı: "Merak etmemi sağla, lütfen, duygusal olarak, mantıksal olarak, estetik olarak sadece merak etmemi sağla". Hepimiz önemsememenin ne olduğunu biliriz. Yüzlerce televizyon kanalı arasından bir kanaldan diğerine atlarsınız, ve sonunda birisinde durursunuz. Programın yarısı bitmiştir, ama bir şey sizi içine çeker ve merak edersiniz. Bu şans eseri değildir, öyle tasarlanmıştır.

Hikaye bir vatte bulunur
Tüm iyi hikayelerin başlangıçta size bir vaatte bulunmaları gerekir. Bunu sayısız şekilde yapabilirsiniz. Bazen "Evvel zaman içinde..." kadar basit. Carter'ın bu kitaplarında her zaman Edgar Rice Burroughs anlatıcı olarak yer alır. Ben her zaman bunun harika bir araç olduğuna inandım. Sanki birisinin sizi bir kamp ateşinin etrafına çağırması, ya da barda birisinin "Gel, sana bir hikaye anlatayım. Benim değil başka birisinin başına geldi, ama vaktine değer." demesi gibi. İyi bir vaat tıpkı bir sapana tutturulmuş bir çakıl taşı gibi sizi hikayenin başından sonuna kadar sürükler.

Hikaye anlatıcı seyircinin yemeği için çalıştığı gerçeğini saklamalı
Diyalog olmadan hikaye anlatmak. Bu sinematik hikaye anlatımının en saf hali. Bu seçebileceğiniz en kapsamlı yol. Bu gerçekten içime doğan birşeyi doğruladı: seyirci aslında yemeği için çalışmayı ister. Sadece bunu yaptığını bilmek istemez. Bu bir hikaye anlatıcı olarak sizin göreviniz, seyircinin yemeği için çalıştığı gerçeğini saklamak. Biz doğuştan problem çözücüyüz. Çıkarım yapmak ve sonuca varmak zorunda bırakılırız, çünkü gerçek hayatta yaptığımız şey bu. Bu iyi organize olmuş bilgi yoksunluğu bizi içine çeker. Bebeklere ve yavru köpeklere olan ilgimizin arkasında bir neden var. Sadece çok tatlı olduklarından değil; aynı zamanda ne düşündüklerini ve niyetlerinin ne olduğunu tamamen ifade edemedikleri için. Bu bir mıknatıs gibi bizi çeker. Kendimizi bir cümle yi tamamlamaktan ve onun içini doldurmaktan alıkoyamayız.

Parçaları seyirci/okuyucu birleştirmeli
Bu hikaye anlatım aracını ilk defa gerçekten "Nemo'yu Bulmak" filmini Bob Peterson'la yazarken anladım. Buna iki artı ikinin birleştirici teorisi diyoruz. Parçaları seyircinin birleştirmesini sağla. Onlara dördü verme, iki artı ikiyi ver. Onlara verdiğiniz elementler ve bunları veriş sıranız seyircinin ilgisini çekmek için en önemlu unsur. Editörlerler ve senaristler başından beri bilirler. Bizim hikayeye dikkat etmemizi sağlayan bunun görünmez olarak işlenmesi. Bunu kuralları tam olarak belli bir bilim gibi göstermek istemiyorum, çünkü öyle değil. Hikayeleri bu kadar özel yapan da bu, birer alet değiller, kesin değiller. Hikayeler kaçınılmazlar, eğer iyilerse, ancak tahmin edilebilir değiller.

İyi yaratılmış karakterlerin omurgası vardır!
Bu yıl Judith Weston adındaki bir oyunculuk öğretmeniyle bir kurs aldım. Ve karakterin içyüzüne dair bir şey öğrendim. Ona göre bütün iyi yaratılmış karakterlerin bir omurgası var. Ana fikir şu ki, karakterin bir iç motoru var, peşine düştükleri baskın, şuursuz bir amaçları, durduramadıkları bir kaşıntıları var. Michael Carleone'yle ilgili harika bir örnek verdi, "Baba"daki Al Pacino'nun karakterinin omurgası büyük ihtimalle babasını memnun etmekti. Ve bu her zaman bütün seçimlerini yönlendiren birşeydi. Babası öldükten sonra bile, hâlâ bu kaşıntıya son vermeye çalışıyordu. Bunu hemen benimsedim. Wall-E'ninki güzelliği bulmaktı. "Nemo'yu Bulmak"taki baba Marlin'inki zararı engellemekti. Ve Woody'ninki çocuğu için en iyisini yapmaktı. Bu omurgalar sizin her zaman en doğru seçimi yapmanızı sağlamaz. Bazen bunlarla berbat seçimler yapabilirsiniz.

Hikayede değişim esastır
Ben baba olduğum için ve çocuklarımın büyümesini izlediğim için çok şanslıyım, gerçekten inanıyorum ki, belli bir mizaçla doğuyorsunuz ve belli bir yolda ilerliyorsunuz ve bu konuda söz hakkınız yok, bunu değiştirmenin yolu yok. Yapabileceğiniz tek şey onu kabul etmeyi öğrenmek ve sahiplenmek. Bazılarımız pozitif özelliklerle doğmuşuz, bazılarımız negatif. Ama sizi yönlendiren şeyin ne olduğunun farkına varacak ve direksiyonun başına geçecek kadar olgunlaştığınızda, önemli bir eşikten geçilir. Ebeveynler olarak sürekli çocuklarımızın kim olduğunu öğreniyoruz. Onlar, kim olduklarını öğreniyorlar. Siz de hala kim olduğunuzu öğreniyorsunuz. Yani sürekli öğreniyoruz. Bu yüzden hikayede değişim esastır. Eğer olaylar hareketsiz kalırsa, hikayeler ölür, çünkü hayat hiçbir zaman hareketsiz değildir.

William Archer: Drama belirsizlikle çeşnilenmiş beklentidir
1998'de "Oyuncak Hikayesi"ni ve "Bir Böceğin Yaşamını" bitirdiğimde senaryo yazımına kendimi kaptırmıştım. Çok daha iyi olmak ve öğrenebileceğim her şeyi öğrenmek istiyordum. Bu yüzden araştırabileceğim her şeyi araştırdım. Sonunda İngiliz oyun yazarı William Archer'in şu muhteşem sözüyle karşılaştım: "Drama belirsizlikle çeşnilendirilmiş beklentidir." Bu işin tam da özüne inen bir bakış açısı.
Bir hikaye anlatırken beklenti de yaratıyor musunuz? Kısa vadede, beni sonra olacaklar hakkında meraklandırabiliyor musun? Ama daha önemlisi, beni uzun vadede nasıl sonuçlanacağı hakkında meraklandırabiliyor musun? Sonucun ne olacağı hakkında şüphe uyandıran dürüst çatışmalar yaratabildiniz mi?

Devamını Oku

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Yazarlar neden yazarlar?

İnceleme, araştırma ve deneme çalışmalarının yanı sıra öykü ve gezi yazılarıyla da tanıdığımız yazar Feridun Andaç’ın, ülkemizden 50 yazara yönelttiği, “Okuma serüveninden yazma eylemine uzanan yolunuzu anlatan bir deneme yazar mısınız?” sorusuna verilen yanıtlar, Varlık Yayınları tarafından 2004 yılında kitaplaştırıldı. 

Yazarın kitabı adlı eserden bazı yazarların yazarlık serüveni üzerine sözleri
“Yazarın Kitabı” adını taşıyan kitap, Oktay Akbal, Fakir Baykurt, Oya Baydar, Elif Şafak, Ferit Edgü, Muzaffer İzgü, Tarık Dursun K., Orhan Pamuk, Feyza Hepçilingirler, Orhan Duru, Murathan Mungan, Şebnem İşigüzel gibi edebiyat dünyamızın ünlü kalemlerinin, yazarlığa nasıl başladıklarının cevaplarını içeriyor. İstanbul Üniverisitesi İletişim Fakültesi İletim Gazetesi tarafından 2005 yılında yayımlanan bu makaleyi sizlerle paylaşıyorum.

‘Bir yazara, görüşlerini kesinlikle sormayın’
Oktay Akbal Nasıl yazar olunur sorusuna cevap verdi.
Oktay Akbal
Oktay Akbal, “Nasıl Yazar Olunmaz?” başlıklı denemesinde, yazar olmak isteyen gençlere birtakım tavsiyelerde bulunuyor. “Nasıl öykü yazabilirim ya da şair olabilirim?” ya da “Bende yetenek var mı, siz okuyun yazdıklarımı, söyleyin” sorusunu soran gençlere Akbal, “Ne bana, ne de başkasına bunu sormayın. Kendinize güveniniz varsa, yazın yazın yazın. Ama başkasına, hele bir yazara kesinlikle sormayın düşüncesini” yanıtını verdiğini aktarıyor. Yazarken, başkaları için değil kendimiz için yazmamız gerektiğine değinen Akbal; ünlü yazarların zaaf sahibi olduklarını, kendi yolundan gidenleri sevdiklerini belirtiyor ve “Oysa edebiyatta, sanatta özgünlüktür önemli olan, kimseye benzemeyeni yapmak, güçlü olmak, ilk olmak” diyor. Oktay Akbal, denemesinin sonunda, “Öğütle, dersle, arka çıkmakla ‘yazar’ olunamayacağını bir kez daha belirtmek için kim ‘Ben yazar olmak istiyorum, bunun yolu nedir?’ diye sorarsa, onun yazar mazar olamayacağını anlatmak istedim” diyor.

Fakir Baykurt yazar olma serüvenini anlatıyor.
Fakir Baykurt
Yüz oku, on yaz, bir yayımla
Yazarlık serüveni şiirle başlayan ama daha çok öykü ve romanlarıyla tanınan, 6 yıl önce 70 yaşındayken kaybettiğimiz ünlü yazar Fakir Baykurt, kendini, dünyada kitaplardan en çok yararlanmış insanlardan biri olarak gördüğünü ifade ediyor. Yaşadıkları köyde kitaba ulaşmanın zorluklarına değinen Baykurt, Gönen Köy Enstitüsü’nün bu açığı kapatmadaki önemine işaret ediyor. Öğretmeninin “Yüz oku, on yaz, bir yayımla!” sözünden hareketle, içindeki yazma isteği arttıkça, okuduğu kitap sayısının da o oranda arttığını anlatan Baykurt, “İyi bir yazar olmadan önce, iyi bir okur olmak gerekir. Nasıl yemek yiyor, su içiyorsam, öyle kitap okuyordum. Ekmekle, yemekle midemi, kitaplarla kafamı doyuruyordum” diyor.

Bütün hayatımı bir odada geçirebilirim
Orhan Pamuk yazar olma serüvenini anlatıyor.
Orhan Pamuk
"Yazarın Kitabı”nda, “Öte Renkler” kitabının bazı bölümlerinden alıntılarla yer alan Orhan Pamuk, şunları söylüyor: “Benim için önemli olan, yazıdaki cümlelerin sahici gözükmesidir, ama bu her zaman deneyimin sahici olması anlamına gelmez. Yazdığım bütün kitaplar bir bütün teşkil ediyor ve bu bütün de benim ruhsal hayatıma tekabül ediyorsa, önemli olan budur. Benim ruhsal hayatımın dolu, zengin bir hayatla beslenip beslenmemesi önemli değildir. Bütün hayatımı bir odada geçirebilirim. Bu benim için bir kayıptır elbette. Ama isterim ki, yazdığım kitap da, bütün hayatını odada geçirmiş birinin kitabı olsun. Ben böyle bir hayatı istediğim için yazar oldum. Hayat denilen ve akıl karıştıran o karmaşaya adımlarımı atmakta çekingendim. Çekingenlikten çok sıkılgandım. Başkalarının zevk aldığı anlarda, bu anlardan onlar kadar zevk alamayan biriydim. Bütün kış kıyıda durmuş bir sandalı kıyıya indirmenin zevki… Ben de zevk alabilirim bundan ama bir süre sonra içimden bir sesin bana “odana git, odana git ve hayal kur” diyeceğini bilirim. Bu nedenle ben sandalı suya indirir ve hemen eve dönerim.”

Oya Bayda nasıl yazdığını ve yazar olduğunu anlatıyor.
Oya Baydar
‘Yazmasam çıldıracaktım’
Araştırmacı ve eylem kadını olarak tanınan yazar Oya Baydar, yetiştiği evde hep okumaya özendirildiğini, armağanların hep kitap olduğunu söylüyor. 6 yaşında, “best-seller” üç ciltlik Amber romanını ve Anna Karenina’yı okuduğunu aktaran Baydar, “İlk şiirimden 55 yıl sonra son romanımı yazarken de beni yazma edimine iten; içimde birikmiş, yüreğimi kabartan, beynimi zorlayan duyguları düşünceleri dışlamak, aktarmak, paylaşmak isteğiydi. İstekten de daha güçlü bir şey: Sait Faik’in unutulmaz sözüyle, “Yazmasam çıldıracaktım” duygusu” diyor.

Benim gibi asosyal bir kadın için yazarlık biçilmiş kaftan
Şebnem İşigüzel yazar olma serüvenini anlatıyor.
Şebnem İşigüzel
Şebnem İşigüzel: Nasıl yazar oldum? Yazar olacağımı benden başka herkes biliyor, yazar olmam için elinden geleni yapıyor da benim bundan haberim yok gibiydi. “Truman Show” gibi absürd bir durum söz konusuydu. Güya doğum anımda yıldızlarım beni parlak bir yazar yapacak şekilde dizilmiş, kaderimi belirlemişler…
Yazarken, iyi bir kitabı okurken hissettiğim şeyi daha derin hissediyorum: Mutlu oluyorum. Hele yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiğim romanımda olduğu gibi ince bir kurgu oturtmuşsam, bütün rüzgârlara dayanıklı bir iskambil şatosu kurmuş gibi seviniyorum. Benim gibi asosyal bir kadın için yazarlık biçilmiş kaftan. Böylece kurduğum hayatta beni eğlendirecek, asla kalbimi kırmayacak bir sürü dost edinebiliyorum. Kendimi onların Tanrısı ilan ediyorum. Oyuncaklarıyla oynayan bir çocuk gibi keyifleniyorum.

Elif Şafak yazar olma serüvenini anlatıyor.
Elif Şafak
Diğerlerini sergiledikçe, kendimdeki uyumsuzluğu saklayabildiğimi sanıyordum!
Elif Şafak: Mahalle evlerinin tekdüze bahçelerinde sıkıntıdan kıpkırmızı kesilmiş elmaların üzerine, okunmuş gül dikenleri saplardı anneannem. Bana gelince, işin ‘okunma’ kısmından ziyade, ‘yazma’ kısmıyla alakadar olmaya başlamıştım o günlerde. 6 yaşındaydım. Güzel günlüklerim vardı ve bir de asla günlüklerim kadar güzel olmayan günlerim. Günlükler, aynakeş birinci tekil şahısların sadık vakanüvisleriydi. Hayatın bir merkezi, o merkezin de günlüğü tutan kişi olduğunu zannettiriyor; ballandıra ballandıra, sündüre sündüre BEN diyebilmeyi mümkün kılıyorlardı. Oysa kendime değil, tamamen başkalarına dairdi o dönemlerde tüm karaladıklarım. Kendinden alabildiğine emin bir halde, hele hele tannazane bir biçimde BEN diyebilmek, yaşadıkları yalnızlığı temelde kendi seçenekleriymişçesine algılayanlara mahsus bir ayrıcalıktır.
Bense, o hodbin perdeden gürleyemeyecek kadar seçeneksizdim muhtemelen ve bir o kadar da korkularla kuşatılmış. Bu yüzden işte, mahremiyete itina göstermeyen kalabalıkların boğuculuğundan kaçarak, kendine ait bir odaya çekilmek biçiminde tezahür etmedi bende yazma isteği. Tam tersine, üstüme üstüme sırlanmış/kapanmış kapılarda, firarperest aralıklar açabilme arzusuyla başladım yazmaya. Böylelikle, günlerimin nasıl geçtiğini değil, aynı zaman diliminde, bir öte yerde, ismini işitmediğim, cismine tanıklık etmediğim insanlar arasında günlerin nasıl geçtiğini hayal ediyorsam onu yazıyordum günlüklerime. Hayali/hakiki “diğerleri”ni sergiledikçe, kendimdeki uyumsuzluğu saklayabildiğimi sanıyordum; belki Tanrı’nın, belki insanların gözünden, belki de salt kendiminkinden…

Yazdıklarıma karşı acımasızım!
Orhan Duru yazar olma serüvenini anlatıyor.
Orhan Duru
Orhan Duru: Yazma eylemi bir doğum yapmak kadar zor. Bir yandan gerçekleri, güncel olayların gerisindeki gizemleri yakalamaya çalışacaksınız, bir yanda bunu kendinize özgü bir biçimle gerçekleştireceksiniz, bunları yaparken de ilginç, değişik, çağdaş ve küresel nitelikleri sergileyeceksiniz…
Yazdıklarıma karşı acımasızım. Onların çoğu sürekli bir didişmenin ürünüdür. Öykülerimi yayımlamadan önce dinlenmeye bırakırım. Son biçimlerini aldıklarına güvendiğim anda yayımlarım ancak…

Tarık Dursun K. yazarlık serüvenini anlatıyor.
Tarık Dursun K
Yazar, insana bakmasını bilendir
Tarık Dursun K..: Yazarlık bana sorarsanız, bir yetenek işidir; bir üretken olmadır, kendini disiplin altına almaktır, yazmayı olabildiğince sürdürmektir, fakat gerçekte “aslolan”; bunların hepsini devşirecek, yazarı yazar kılacak insanı değerlendirme yetisinin varolması zorunluluğudur. Yazar, insana bakmasını bilendir. İnsanın sorunlarına eğilen, ona kendinden de bir şeyler katabilme özverisiyle yaklaşan, onu her türlü gerçeği ile birlikte kendi bilinç süzgecinden kâğıt üzerine dökebilendir. Ha deyince olmaz bu da. Bir ustalar katmanını değerlendirecektir önce. Nasıl yazıldığına, nasıl değerlendirildiğine, nasıl biçimlendirildiğine bakacak, onu özümseyecek, ona öykünecektir. İnsanın yaptığı her şeyin doğanın, doğadakinin bir öykünmesi olduğu savı doğrudur. Yazar da bunu yapar romanında, hikâyesinde. Ne var ki, değiştirir, yeniden biçimlendirir, olması gerektiği, gerekliliğine inandığı doğrultuda oluşturur. Yeniler onu, yaratır. Yazarı yazar yapan, “sıradan” ya da “alelade”likten çıkaran da bu yanıdır. Böyle bir yanı olmayan da yazardır elbet, ama “işte öyle bir yazar”dır: Kimliksiz, kişiliksiz, yarınsız bir yazar.

Yazıya girişin bir ses tonu olmalıdır
Server Tanilli yazarlık serüvenini anlatıyor.
Server Tanilli
Server Tanilli: Bir yazıyı yazmadan önce, sahneye çıkacak bir sanatçı gibi hazırlanırım; senaryo önemlidir, ama onun icrası da önemlidir. Yazıya girişin bir ses tonu olmalıdır. Yazı, kendi içinde çeşitli aşamalardan geçer ve sonunda konu, en can alıcı bir vurgulama ile noktalanmalıdır. Örneğin Cumhuriyet’te cuma günleri yayımlanan her yazım, birkaç günümü alır. Şu hesapça, gazeteci olsaydım, her gün bir yazı yazamayacağıma göre aç kalırdım. Ama her gün bir yazı yazanlara da gıptayla bakmışımdır.


Feridun Andaç tarafından derlenen Yazarın Kitabı
Yazarın Kitabı
Hayranlık duyduğumuz, yapıtlarını beğenerek okuduğumuz yazarların yazım serüvenleri çoğumuzun ilgisini çeker. Bir okur olarak çıktıkları edebiyat yolculuğunda hangi süreçlerden geçtiklerini, yazarlığa doğru nasıl yol aldıklarını ve yazmaya, yazar olmaya nasıl karar verdiklerini merak ederiz. Feridun Andaç'ın 50 yazara yönelttiği, "Okuma serüveninden yazma eylemine uzanan yolunuzu anlatan bir deneme yazar mısınız?" sorusuna verilen yanıtlar, bu konuya ışık tutuyor. Mutlaka okunmalı.
Devamını Oku

1 Ağustos 2013 Perşembe

Elif Şafak: Depresyondan korkma!

Yazar Elif Şafak, The Telegraph'ın internet sitesinde yer alan metninde yazarlara 11 öneride bulunuyor. Önerilerden en dikkat çekici olanı ise “depresyondan korkma, o senin yolculuğunun ayrılmaz parçasıdır.”

Zaman zaman yazarların yazma ya da yaratıcı yazarlık ile ilgili önerilerini maddeler halinde karşımıza çıktığını görüyoruz. Elif Şafak da The Telegraph için yazarlar için ışık tutacak önerilerin yer aldığı bir metin kaleme almış. Kendi yazarlık yolculuğunda keşfettiği bu önerilerden beni en çok etkileyen depresyonla ilgili olan kısım oldu. Depresif bir hal her yazarın başına gelen, bazen onu engelleyen bir şey olmasına karşın derdi olan her yazarın kaçamadığı, belki de zorunlu bir hal. Bilmiyorum sizler yazarken böyle bir hal içine ne sıklıkla düşüyorsunuz ama depresyon bizim yoldaşımız sanırım. 
Elif Şafak'ın kaleme aldığı yazara önerileri şöyle:

Elif Şafak'tan yazara 11 öneri
  1. Yalnızlığa övgüdür yazmak. Dışa dönüklüğe karşı içe dönüklüğü, eğlenceye ve sosyalleşmeye karşı yalnız geçirilecek saatleri/günleri/haftaları/yılları seçmektir. Yazarlar iyi bir dedikodu ya da çılgın bir partinin tadını çıkarabilirler ara sıra ama yazma eylemi ve yaşamlarımızın merkezi saf yalnızlıktır.
  2. Yazmak ancak yazarak öğrenilebilir. Kulağa pek cazip gelen yetenek, sürecin yüzde 12'sinden fazlası değildir. Çalışmak işin yüzde 80'idir. Kalan yüzde 8, “şans” ve “zamanın ruhu”dur—kısaca, elimizde olmayan şeyler.
  3. Okuyun. Bolca okuyun. Ama hep aynı yazarları okumayın. Mümkünse geniş çaplı, ne bulursanız okuyun. Kurmaca, bir işleve indirgenemez.
  4. Okumayı seveceğiniz kitabı yazın. Eğer yazdığınız şeyden zevk alıyorsanız (bu onu yazarken sıkıntı çekmediğiniz anlamına gelmez) muhtemelen insanlar da kitabı okurken aynı şekilde hissedecektir. Yazar ve hikâyesi arasında bir aşk ilişkisi yoksa okurla o hikâye arasında da bir aşk yok demektir.
  5. Depresyondan korkmayın. Yolculuğun ayrılmaz parçasıdır o. Ama depresyonu romantikleştirmemeye de dikkat edin. İstediği zaman gelip giden özgür ruhlu, güvenilmez bir dost olarak görün onu.
  6. Kendinize karşı acımasız olun. Kesin. Yıkın. Değiştirin. Sayfaları bütün olarak çıkartın. Kötü yazı kötü ilişki gibidir. Sırf içli dışlı olduğunuz için müptelası olmayın onun. Atın gitsin.
  7. Karakterlerinize karşı acımasız olmayın ama. Hor görmeyin onları. İşimiz karakterlerimizi yargılamak değil onları anlamak ve diğer insanların anlamasını sağlamaktır. Empati, anahtar sözcüktür.
  8. Her ne yaparsanız yapın, yazdığınız romanın konusu üzerine konuşmayın. Ajanınız ya da yayıncınızla yiyeceğiniz yemeğin keyfini kaçırmaktan başka işe yaramayacaktır bu. Ne üzerinde çalıştığınızı soruşturduklarında şarabınızdan bir yudum alın ve herhangi bir ipucu vermeyecek ama evrenin gizli güçlerini harekete geçirmeksizin meraklarını uyandırmaya yetecek kadar örtülü birkaç sözcük çıksın ağzınızdan. Bol şans!
  9. Okurları unutun. Eleştirmenleri unutun. Herkesi unutun. Aslına bakarsanız dışarıda bir dünyanın var olduğunu unutun.
  10. Tıkanma diye bir şey yoktur. Yine de eğer esininiz tükendiyse İstanbul'a gidin, şehrin kaosu içinde birkaç gün geçirin: gözleyin, dinleyin, martıları besleyin ve aynı anda küçüldüğünüzü ve büyüdüğünüzü hissedin.
  11. Nihayet, sözünü ettiğim kuralların her birini görmezden gelin. Yazmanın kuralı yoktur. Onun güzelliğidir bu. Kimsenin bizden almasına izin vermememiz gereken özgürlüğün ta kendisidir.
Devamını Oku

17 Haziran 2013 Pazartesi

The Revolution Business - Devrim İşi

Yaklaşık 20 gündür Gezi Parkı eylemleriyle gündemde olan ülkemizdeki hareketlenmenin ne olduğunu anlamak adına internette gezinirken karşıma çıkan bir belgeseli sizinle paylaşmak istedim. Adı The Revolution Business (Devrim İşi). 

Dünyadaki Halk Hareketleri
Bu belgeseli paylaşmaktaki amaç ne AKP’yi savunmak, ne hükümetin eylemlerini haklı çıkarmak ne de Gezi Parkı olaylarına destek vermek ya da köstek olmaktır. Amaç sadece bir bilgi paylaşımıdır. Dünyada olan bitene göz atmak, bizden önce başka ülkelerde olmuş halk hareketlerinin sebeplerini öğrenme isteği. Belgeseli izledikten sonraki yorum ve düşünceleriniz tamamen size aittir. 

Belgeselden bazı notlar
The Revolution Business (Devrim İşi) belgeselin ilk cümleleri dikkat çekici: Anlık gerçekleşmiş gibi gözüken bir devrim aslında profesyonel danışmanların stratejik olarak planlayarak yarattıkları bir olaydı. Devrim danışmanları esas olarak batı ülkelerinin açık ilgisi olan ülkelerde iş görüyorlar. Görünüşe göre bu pek de tesadüf sayılmaz.

Bir devrim şirketi olarak OTPOR ya da CANVAS nedir?
OTPOR kelime anlamı “direniş” demek. Sırbistan'ın başkenti Belgrat'ta aktivist gençler tarafından kurulan yapı 2000 yılında Slobodan Miloseviç’i devirdi. Daha sonra bu girişimden elde ettikleri tecrübeleri sistemleştiren OTPOR “Barışçıl Direniş Sanatı” adını verdikleri stratejilerle devrim olmasını istedikleri ülkelerdeki gençleri eğitmeye başladı. Kuzey Afrika’daki Mısır, Tunus gibi ülkelerdeki gençleri devrimden önce eğittiler. Ayrıca eğittikleri gençler halkı da “şiddetsiz direniş” fikriyle etkilemeyi başardı. OTPOR’un sembolü sıkılı yumruk ve bu sembol hemen hemen bütün devrimlerde kullanılmış. OTPOR’un en büyük özelliği sosyal medyayı etkin kullanması ve kitleleri sosyal medya vasıtasıyla harekete geçirmesi. Ayrıca mizah, tiye almak, müzik en çok kullandıkları araçlar.

Mısır Devrimi Belgrat’ta kurgulandı!
Dünyanın her tarafından karşıt hareketler Sırbistan’ın başkenti Belgrat’a bir diktatörü düşürme sanatında eğitilmek üzere gidiyorlar. Merkezin adı “Şiddetsiz Direniş Strateji Merkezi”. Kısa adı CANVAS. Baş eğitmen Sdrja Popovic. Mısır devrimini kendi bürosunda planlamış.
OTPOR, Miloseviç’i devirerek ilk işini başardı. Sonrasında Tunus’ta başlayan Arap baharı diye adlandırılan ve Kuzey Afrika’daki devrimlerin yöneticisi olan grup 35 ülkede devrimleri yönettiğini ve bu ülkelerden 5 inde başarılı olduklarını açıklıyor.
Devrim Koçu olarak anılan Popovic’in belgeselde yaptığı açıklamalar çok ilginç, bazıları şöyle: İşlerimizin bir kısmı birkaç sebepten dolayı yeniden Ortadoğu’ya odaklanmış durumda. Sekiz ya da dokuz ülkeden bahsediyoruz. Adlarını elbette söylemeyeceğim, bu ülkelerin bazılarında iletişim kurduğumuz çok iyi gruplar var. Bu ülkelerin bazılarında durumu izleyip çözümlemeler hazırlıyoruz.
Sırbistan devrimi sonrasında 37 ülkeyle çalıştık, Ortadoğu öncesinde 5 devrimde başarılı olduk. Bunlar Gürcistan, Ukrayna, Lübnan, Maldivler. Şimdi Mısır ve Tunus, liste daha da uzayacak.

Popovic: Devrimler tesadüf değildi!
Columbia Üniversitesi’nde konuşan devrim koçu Popovic, şu çarpıcı cümleyi söylüyor: 90 gün devrimi (Arap Baharı) kendiliğinden başlamış değildi, bunu unutun. Bu uzun süredir orada olan bir şeyi anlamak için çok sığ bir bakış açısı olur.

Engdahl: OTPOR Amerika destekli
Amerikalı Yazar William Engdahl, bu grup üzerinde derinlemesine araştırma yapanlar arasında. Engdahl, 50 ülkede çalışan OTPOR’un kilit oyuncularının kendilerine rejim değişikliği için Washington’daki kişiler tarafından verilmiş bir gündemi takip ettiklerini söylüyor. Ayrıca Amerikan istihbarat servisleri tarafından bu grubun finanse edildiğini sözlerine ekliyor.
William Engdahl, büyük gündeme yani küreselleşme gündemine direnç gösteren rejimleri istikrarsızlaştırmak için soğuk savaş bittikten sonra OTPOR vasıtasıyla şiddet içermeyen eylemleri, halk hareketlerini kullanıyorlar diyor.

OTPOR’un başucu kitabı: Diktatörlükten Demokrasiye
İlk olarak 1993’te yayımlanan “Diktatörlükten Demokrasiye” şiddetsiz direnişin kutsal kitabı olarak nitelendiriliyor. İçinde şiddetsiz eylemin 198 yönetimini içeriyor. Kitabın 83 yaşındaki yazarı Gene Sharp, kitabını şu sözlerle özetliyor: İnsanlar korkmadığında diktatörlük büyük bir beladadır. Temel insan inatçılığına dayanarak yap denilen şeyi yapmayı reddederler. Yapma denilen şeyi yapmakta ısrar ederler ve bunu politik olarak yaparlar. Bu işin özüdür. Detaylar ise daha karmaşıktır.
The Revolution Business - Devrim İşi belgeselinin tamamı aşağıda. Ayrıca takdir ettiğim gazetecilerden biri olan Banu Avar'ın konuyla ilgili yazısını buradan okuyabilirsiniz.

Devamını Oku

14 Haziran 2013 Cuma

Sanatçı olun, hemen şimdi!

Birçok kişi bu konu açıldığında gerilir ve karşı çıkar: "Sanat karın doyurmaz, ve zaten şu an meşgulüm. Okula gitmem lazım, iş bulmam lazım, çocuklarımı derse götürmem gerek..." "Çok meşgulüm, sanat için vaktim yok" diye düşünürsünüz. Hemen şimdi sanatçı olamamamız için yüzlerce neden vardır. Ama...

Ünlü Koreli yazar Young-ha Kim, TED Talks konuşmasında sanata, yazarlığa ve insanların nasıl sanatçı olacaklarına dair çok değerli bilgiler veriyor. Dilerseniz aşağıdaki videoyu izleyin, dilerseniz metnin tamamını okuyun. İşte Koreli yazar Young-ha Kim’in düşünce penceresinden sanatçı olmanın sırları.
Sanatçı, Yazar Olun Hemen Şimdi
Neden olmamız gerektiğinden emin değiliz ama olmamamız için bu kadar çok neden var. Neden sanatçı olmamız gerektiğini bilmiyoruz, ama neden olmamamız gerektiğini biliyoruz. Neden insanlar sanat ile ilişkilendirilmekten çekinir? Belki sanatın sadece özel yetenekli insanlar için olduğunu düşünüyoruz ya da profesyonel eğitimliler için olduğunu. Bazılarınız da sanattan çok uzaklaştığınızı düşünüyor. Belki öyledir, ama ben öyle düşünmüyorum. 

Hepimiz sanatçı olarak doğduk
Eğer çocuğunuz varsa, ne demek istediğimi biliyorsunuz. Çocukların yaptığı neredeyse her şey sanat. Pastel boyalarla duvara resim çizerler. Som Dam Bi'nin televizyondaki dansını taklit ederler ama Son Dam Bi'nin dansı diyemezsiniz artık - çocuğun kendi dansı olmuştur. Böylece tuhaf bir dans ederler ve şarkılarıyla herkese eziyet ederler. Belki de sanatları sadece ebeveynlerinin dayanabileceği bir şey ve bütün gün sanat talimi yaptıkları için insanlar gerçekten biraz yorulurlar çocukların yanında.
Çocuklar bazen tek kişilik drama performansları yapar - evcilik oynamak örneğin böyle bir performanstır. Ve bazı çocuklar, biraz daha büyüdüklerinde, yalan söylemeye başlarlar. Genelde anne babalar çocuklarının ilk yalan söylediği zamanı hatırlarlar. Şok olmuşlardır. “Artık gerçek yüzünü gösteriyorsun,” der anne. “Neden babasına çekiyor ki?” diye düşünür. Çocuğu sorgular, “Nasıl bir insan olacaksın sen?”

Çocuklar yalan söylediğinde hikaye anlatmaya başlar!
Ama endişlenmemelisiniz. Çocukların yalan söylemeye başladığı vakit, hikaye anlatımının başladığı vakittir. Görmedikleri şeyler hakkında konuşmaya başlarlar. Harika birşey, olağanüstü bir an. Anne babalar bunu kutlamalı. “Yaşasın! Oğlum yalan söylemeye başladı!” Sorun değil! Kutlama gerektiriyor. Örneğin, çocuğunuz “Anne, tahmin et ne oldu? Eve gelirken bir uzaylıyla tanıştım.” der. Tipik bir anne şöyle cevap verir, “Saçmalamayı bırak.” İdeal bir ebeveyn ise şöyle cevap veren kişidir: “Öyle mi? Uzaylı, ha? Nasıl bir görünüyordu? Bir şey söyledi mi? Nerede gördün?” “Ah, şey, süpermarketin önünde.”

Roman yazmak sıradan bir cümleyi diğerine bağlamaktır
Böyle bir diyalog içerisindeyken, çocuk bir sonra söyleyeceği şeyi bulmak zorunda, başlattığı hikaye için sorumlu olur. Ve böylece, bir hikaye oluşur. Tabii ki çocukça bir hikayedir, ama bir sonraki cümleyi düşünmek benim gibi profesyonel bir yazarın yaptığı ile aynı. Özünde hiç farklı değiller. Roland Barthes, Flaubert'in romanları hakkında şöyle demişti: "Flaubert bir roman yazmadı. Sadece bir cümleyi diğerine bağladı. Cümlelerinin arasındaki Eros, Flaubert'in romanının özü bu işte.” Evet, öyle - bir roman aslında bir cümle yazmak ve sonra ilkinin kapsamını bozmadan bir sonraki cümleyi yazmak ve böylece bağlantılar kurmaya devam etmek.

Kafka’nın ilk cümlesi ve o cümleyi haklı çıkarmak
Şu cümleye bakalım: “Gregor Samsa, bir sabah, sıkıntılı rüyalar gördüğü uykusundan uyandığında, kendini yatağında ürkütücü dev bir böceğe dönüşmüş buldu.” Evet, bu Franz Kafka'nin “Dönüşüm”ünün ilk cümlesi. Böyle mazeretsiz bir cümle yazabilmek ve onu haklı çıkarabilmek için devam etmek... Kafka'nın yapıtı, çağdaş edebiyatın bir başyapıtı oldu. Kafka bunu babasına göstermedi. Babasıyla arası iyi değildi. Bu cümleleri kendi kendine yazdı. Eğer babasına gösterseydi, “Oğlum iyice kendini kaybetti.” diye düşünecekti babası.

Sanat kendini kaybetmektir
Sanat biraz kendini kaybetmek demek ve bir sonraki cümleyi haklı çıkarmak - bir çocuğun yaptığından çok da farklı değil. Yeni yalan söylemeye başlamış bir çocuk masalcılıkta ilk adımlarını atıyor. Çocuklar sanat yapar. Yorulmazlar ve yaparken eğlenirler. Birkaç gün önce Jeju Adası'ndaydım. Çocuklar kumsaldayken çoğu suda oynamayı sever. Ama bazıları kumda bol vakit geçirirler, dağlar ve denizler - yok, deniz değil tabii, ama farklı şeyler - insanlar ve köpekler vs. yaparlar. Anne babaları der ki “Dalgalar hepsini sürükleyecek.” Bir diğer deyişle: Nafile. Gerek yok. Ama çocukların umurunda değil. Onlar anın içinde eğleniyorlar ve kumla oynamaya devam ediyorlar. Çocuklar başkası söyledi diye yapmıyor bunu. Müdürleri söylemiyor ya da başka biri, onlar öyle yapıyor.

İşiniz sizi mutlu etmez ama sanat…
Küçükken eminim ki ilkel sanatın zevkini tatmışsınızdır. Öğrencilerime en mutlu hissettikleri an hakkında yazmalarını söylediğimde, çoğu çocukluk döneminde bir sanat deneyimi hakkında yazar. İlk kez piyano çalmayı öğrendikleri veya ilk defa bir arkadaşla dört el çaldıkları, veya arkadaşlarıyla aptalca bir skeç oynadıkları zamanlar örneğin. Ya da eski bir kamerayla çekmiş olduğunuz fotoğrafları bastırdığınız an. Bu tarz deneyimlerden bahsederler. Sizin de böyle bir anınız olmuştur. Böyle bir anda, sanat sizi mutlu eder çünkü işiniz değildir. İşiniz sizi mutlu etmiyor, değil mi? Çoğu zaman zordur.

Yazar olma adına açıklamalar
Sanat para için yapılmaz
Fransız yazar Michel Tournier'in ünlü bir sözü var. Muzip bir şey aslında. “Çalışmak insanın doğasına aykırı. Bizi yorması bunun kanıtı.” Değil mi? Çalışmak doğamızda olsa niye bizi yorsun? Eğlence bizi yormuyor. Bütün gece eğlenebiliriz. Eğer bütün gece çalışacaksak, fazla mesai almalıyız. Neden? Çünkü yorucu ve kendimizi bitkin hissederiz. Ama çocuklar, çoğu zaman sanatı eğlence için yaparlar. Eğlencedir. Bir müşteriye satmak için çizmezler, ya da aile için para kazanmak için piyano çalmazlar. Tabii bunu yapmak zorunda olan çocuklar vardı. Bu centilmeni tanıyorsunuz, değil mi? Ailesine destek olmak için Avrupa'da tura çıkması gerekiyordu -- Wolfgang Amadeus Mozart -- ama bu yüzyıllar önceydi, bu yüzden onu istisna sayabiliriz. Maalesef, bir noktada sanatımız - bu neşeli meşgale - biter. Çocuklar derse, okula gitmelidirler, ödevlerini yapmalıdırlar ve tabii ki piyano ve bale dersleri alırlar, ama artık eğlenceli değildir. Yapmanız söylenir ve artık rekabet vardır. Nasıl eğlenceli olabilir ki? İlkokuldaysanız ve hala duvara resim yapıyorsanız, kesinlikle anneniz size kızacaktır. Hem, yaşlandıkça bir sanatçı gibi davranırsanız, gittikçe daha fazla baskı altında kalırsınız -- insanlar davranışlarınızı sorgular ve düzgün davranmanızı ister.

Resim yapamayabilirsin ama mutlaka başka bir yeteneğin vardır
İşte benim hikayem: 8. sınıftaydım ve Gyeongbokgung'da okulda bir çizim yarışmasına katıldım. Çok uğraşıyordum ve öğretmenim geldi ve sordu, “Ne yapıyorsun?” “Özenle çiziyorum,” dedim. “Neden sadece siyah kullanıyorsun?” Gerçekten de, defterimi hevesle siyaha boyuyordum. Açıkladım, “Karanlık bir gece ve karga bir dalın üstüne tünemiş.” Ve öğretmen dedi ki, “Gerçekten mi? Peki, Young-ha, çizimde iyi olmayabilirsin ama hikaye anlatısında yeteneklisin.” Ben, böyle demiş olmasını dilerdim. “Şimdi görürsün, yaramaz seni!” asıl cevaptı. “Görürsün sen!” dedi. Sarayı, Gyeonghoeru vs. boyamak gerekiyordu, ama ben herşeyi siyaha boyamıştım, öğretmen de beni gruptan ayırdı. Bir sürü kız da vardı orada ve ben tamamen korkmuştum.

Hikaye uydurmakta yetenekliydim
Hiçbir açıklamam ve özürüm duyulmadı ve başım dertteydi. Eğer ideal bir öğretmen olsa, daha önce dediğim gibi cevap verirdi, “Young-ha'nın çizime yeteneği yok belki, ama hikaye uydurmada yetenekli.” ve beni desteklerdi. Ama böyle öğretmenler çok nadir bulunur. Daha sonra büyüdüm ve Avrupa'nın galerilerine gittim -- üniversite öğrencisiyken -- ve büyük bir haksızlık olduğunu düşündüm. Bakın ne buldum.
Ben cezalandırılırken ve sarayın önünde çizimim ağzımda dururken, bunun gibi yapıtlar Basel'de asılıydı. Bakın şuna. Duvar kağıdı gibi görünmüyor mu? Çağdaş sanat, sonradan öğrendim ki, benimki gibi zayıf bir hikaye ile açıklanmıyor. Kargadan bahsedilmiyor. Çoğu yapıtın ismi yok. İsimsiz. Her neyse, 20. yüzyılda çağdaş sanat tuhaf birşey yapmak ve boşluğu açıklama ve yorumlama ile doldurmak demek -- ki benim yaptığım da buydu. Tabii, benim yapıtım çok amatördü, ama daha ünlü örneklere geçelim.

Ünlü ressam Picasso ve onun sıradışı eseri.
Picasso: Gördüğümü değil, düşündüğümü çizerim
Picasso bir tablosunda bisiklet gidonunu seleye ekleyip, ona “Boğa Kafası” adını verdi. İkna edici değil mi? Hemen yanda, yan koyulmuş “Çeşme” isimli bir pisuar. Duchamp'tı. Açıklama ile tuhaf eylemin arasını hikayelerle kapatmak -- işte çağdaş sanat tam da bunu yapıyordu. Picasso'nun bir açıklaması bile var, “Gördüğümü değil, düşündüğümü çizerim.” Evet, bu demek ki benim Gyeonghoeru'yu çizmeme gerek yoktu. Keşke o zaman Picasso'nun ne dediğini bilseydim, öğretmenle daha iyi tartışabilirdim. Maalesef, içimizdeki küçük sanatçı sanatın baskıcıları ile savaşamadan boğuluyor. Kilitleniyorlar. Bu bizim trajedimiz.

Çocukken içindeki sanat yeteneği ölen çocuklar büyünce ne yapar?
Peki içimizdeki küçük sanatçı kilitlendiğinde, kovulduğunda, hatta öldürüldüğünde ne oluyor? Sanatsal arzumuz gitmiyor. Kendimizi ifade etmek, ortaya koymak istiyoruz, ama bu sanatsal arzu ölü sanatçıyla çok daha karanlık bir formda ortaya çıkıyor. Karaoke barlarında hep "She's Gone" ya da "Hotel California" söyleyen insanlar vardır, gitar pasajlarını taklid eden. Genelde berbattırlar. Gerçekten berbat. Bazıları bunun gibi rockçı olur. Bazıları da gece klüblerinde danseder. Hikaye anlatmayı sevebilecek insanlar da bütün gece internette geyik yaparlar. Yazma yeteneği kendini bu şekilde belli ediyor karanlık tarafta.

Sanat dürtüsü yok edilmez ama bastırılır
Bazen çocuklarından daha heyecanlı babalar görürüz: lego ile oynarlar veya plastik bir robot yaparlar. "Sakın elleme, baban senin için yapacak." derler. Çocuk ilgisini çoktan yitirmiştir ve başka bir şeyle uğraşıyordur, ama baba kaleler yapar sadece. Bu gösteriyor ki içimizdeki sanat dürtüsü yok edilmemiş, sadece bastırılmış. Ama bazen kendilerini negatif bir şekilde de belli ederler, kıskançlık olarak. Şu şarkıyı biliyor musunuz "Televizyonda olmak isterdim"? Neden isterdik? Televizyon bizim yapmak isteyip yapamadıklarımızı yapan insanlarla dolu. Dans ediyorlar, rol yapıyorlar - ve yaptıkça övülüyorlar. Ve biz de onları kıskanmaya başlıyoruz. Kumandalı diktatörler oluyoruz ve televizyondaki herkesi eleştirmeye başlıyoruz. “Hiç de rol yapamıyor.” “Buna şarkı söylemek mi diyorsun? Notaları tutturamıyor.” Kolayca söyleyebiliyoruz böyle şeyleri. Kıskanıyoruz, kötü insanlar olduğumuzdan değil, ama içimizde kilitlenmiş bir sanatçı olduğundan. Ben böyle düşünüyorum.

Televizyonu kapa ve hemen kendi sanatını yap!
Peki ne yapmalıyız? Evet, doğru. Şimdi, hemen kendi sanatımızı yapmaya başlamalıyız. Şu anda, televizyonu kapatabiliriz, internetten çıkabiliriz ve kalkıp bir şey yapmaya başlayabiliriz. Öğretmenlik yaptığım tiyatro okulunda, Sahne Etkinlikleri adlı bir ders var. Bu derste, öğrenciler birer tiyatro oyunu sahnelemeli. Fakat, oyunculuk öğrencileri rol yapmamalı. Onlar oyunu yazabilir örneğin ve yazarlar sahne tasarımını yapabilir. Aynı şekilde sahne tasarımı öğrencileri oyunculuk yaparlar ve bu şekilde bir oyun sahnelerler. Önce öğrenciler merak ederler acaba gerçekten yapabilirler mi bunu, ama sonra çok eğlenirler. Bir oyun sahnelerken mutsuz olan çok az insan gördüm. Okulda, orduda veya hatta bir akıl hastanesinde, bir kere insanlarla başladığınızda, hepsi zevk alır. Bunu orduda gördüm -- birçok kişi oyun sahnelerken eğlendi.

Deli gibi yazmalısınız!
Başka bir deneyimim daha var: Yazarlık dersinde öğrencilere özel bir ödev veriyorum. Sizin gibi öğrencilerim var derste -- çoğu yazarlık okumuyor. Bazıları sanat ya da müzik okuyor ve yazamadıklarını düşünüyor. Onlara boş bir kağıt ve bir konu veriyorum. Basit bir konu olabilir: Çocukluğunuzdaki en talihsiz deneyim hakkında yazın. Tek bir koşul var: Deli gibi yazmalısınız. Deli gibi! Aralarında yürürüm ve onları teşvik ederim, "Haydi, haydi!" Bir iki saat kadar deli gibi yazmak zorundalar. Sadece ilk beş dakika boyunca düşünebilirler.

Yazarken kusur bulan şeytanın vesveselerinden kurtulmak
Onlara deli gibi yazdırtmamın sebebi yavaş yazdığınızda bir sürü düşünce geçer aklınızdan ve sanatçı şeytan belirir. Bu şeytan size neden yazmamanız gerektiği hakkında yüzlerce sebep gösterir: “İnsanlar sana gülecek. Bu iyi bir yazı değil! Nasıl bir cümle bu? El yazına bir bak!” Bir çok şey söylecek. Hızlı koşmalısınız ki şeytan sizi yakalayamasın. Derste gördüğüm en iyi yazılar uzun teslim tarihi olanlar değil, 40-60 dakika boyunca önümde kurşun kalemle çılgınca yazan öğrencilerin yazdıkları. Öğrenciler bir çeşit transa geçerler. 30 ya da 40 dakikadan sonra ne yazdıklarını bilmeden yazarlar. Ve tam bu anda, kusur bulan şeytan kaybolur.

Çevreniz sizi yazar olmanız için engelleyecek
Şunu diyebilirim: Bizi sanatçı yapan sanatçı olmamız için gerekli olan bu tek nedendir, sanatçı olmamamız için bulduğumuz yüzlerce neden değil. Neden bir şeyi olamadığımız önemli değildir. Çoğu sanatçı, bu tek nedenden dolayı sanatçı olmuştur. Kalbimizdeki şeytanı uyutup sanatımıza başladığımızda düşmanlarımız dışarıda belirir. Çoğu zaman anne babamızın suratlarına sahiptirler. Bazen eşimiz gibi görünürler, ama aslında ne eşimiz ne de anne babamızdır. Onlar şeytandır. Şeytan. Dünyaya dönüşmüş şekilde kısa süreli gelirler, sırf sizin sanatçı olmanızı engellemek için.

Sanat için neden gerekmez, esas sanattır
Ve sihirli bir soruları vardır. Biz “Sanırım oyunculuğu deneyeceğim. Yakında bir tiyatro okulu var” ya da “İtalyanca şarkılar öğrenmek istiyorum” dediğimizde, onlar “Öyle mi? Bir oyun mu? Ne için?” diye sorar. Sihirli sorudur bu: “Ne için?” Ama sanat hiçbir şey için değildir. Sanat esas amaçtır. Ruhumuzu kurtarır ve mutlu yaşamamızı sağlar. Kendimizi ifade etmemize yardım eder ve alkol ve uyuşturucunun yardımı olmadan mutlu olmamızı sağlar. Böyle pratik bir soruya cevap olarak, cesur olmak zorundayız. “Sadece eğlencesine. Kusura bakma sensiz eğleneceğim için" demelisiniz. “Yine de gidip yapacağım.” İdeal gelecekte hepimizi farklı kimliklerle hayal ediyorum, bu kimliklerden en az bir tanesi sanatçı olacak.

Kral Lear: Kim olduğumu bana kim söyleyebilir?
Bir kere New York'tayken taksiye bindim, arka koltuğa oturdum ve önde bir oyunla ilgili bir şey gördüm. Şöföre sordum, “Bu ne?” diye. Kendi profili olduğunu söyledi. “Peki nesin sen?” diye sorunca, “Oyuncuyum” dedi. Taksi şöförü ve oyuncu idi. “Hangi rolleri oynuyorsun genelde” diye sordum. Gururla Kral Lear'i oynadığını söyledi. Kral Lear. “Kim olduğumu bana kim söyleyebilir?” Kral Lear'den harika bir dize. Benim hayal ettiğim dünya bu işte. Birisi gün içinde golfçü, akşamları yazardır. Ya da taksi şöförü ve aktör, bankacı ve ressam, gizlice veya açıkça sanatlarıyla uğraşan.

Muhteşem bir sanatçı olmak için: Sadece yapın!
1990'da, Martha Graham, modern dansın ustası, Kore'ye geldi. Harika sanatçı, o zamanlar 90 yaşlarında, Gimpo Havaalanı'na geldi ve bir muhabir ona tipik bir soru sordu: “Muhteşem bir dansçı olmak için ne yapmak gerek? Hevesli Koreli dansçılar için bir öğüdünüz var mı?” Kendisi bir ustaydı. Bu fotoğraf 1948'de çekilmişti ve daha o zaman şöhretli bir sanatçıydı. 1990 yılında, bu soru soruldu ona. Ve o, şu şekilde cevap verdi: “Sadece yapın.” Vay be. Duygulanmıştım. Sadece bu üç kelime ve havaalanını terketti. Bu kadar. Peki şimdi ne yapmalıyız? Sanatçı olalım, hemen şimdi. Hemen şimdi. Nasıl mı? Sadece yapın!

Devamını Oku
BlogOkulu Gadgets