31 Mayıs 2013 Cuma

Edebiyat beklentiler üzerine kurulmamalı!

Beklentiler üzerine yaratılan edebiyat, var olan gereksinime göre belirlenen metin sadece zamanın ruhuna ve dünyasına hitap eder.

Edebiyat beklentiler üzerine kurulmamalı!
Parmaklarımın gezindiği tuşların sesinin, bilgisayar klavyesinden değil de külüstür bir daktilodan çıkmasını isterdim. Hatta istemişken birkaç roman yazmış olanına mümkünse başyapıt çıkarmış olanına dokunmuş olmak güzel olurdu. O zaman böyle plastik plastik gelmezdi ses. Akustik müziğin yansıtacağı ayrıcalık kadar kıymetli gelirdi kulağa ve aman ritim bozulmasın diye, ellerimin durmaması için dua ederdim içimden. Zaman zaman aynı hissiyatı kurşun kalemlerden almaya çalışıyorum. Kurşun ucun, kâğıt üzerine bıraktığı kaygan nağmesinden içimde bir şarkı tutturuyorum. Yazıyla birlikte gittiği yere kadar gidiyor şarkı.
Bırakmak lazım. Salmak lazım. Akışa kaptırmak lazım. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi beklemeden zamana akmak lazım. Böyle hissederek yaşamaya çalışmak, kendimce önemli bir keşifti. Kendim gibi olabilmek için beklentisiz bir yaşam sürmek. Yaptığım ölçüde içimde bir rahatlama, bir hafifleme hatta kendimi sevebilme şekline ulaşıyorum. El yordamı, göz kararıyla tabii. Öyle birden olmuyor. Bu kıvama gelmek için, ömrün elveriyorsa,  kırk beş yıl beklemek gerekiyor. Bu rahatlığa ulaşamadan gidenler için üzülüyorum.
Her yerden, herkesten bir şeyler için medet umarak yaşarken bunu hissetmek zor. En azından ben oğluma sırtını anasına-babasına dayadığı gerçeğini şu an için anlatmaya çalışsam da beceremiyorum. Anlaması için sağlam yirmi dokuz yıla ihtiyacı var. Allah’tan, evrenden, eşten-dosttan, taştan-topraktan bekleyerek yaşamaya devam ediyoruz. Çok mu klişe yazdım. Değil aslında. En yaratıcı değil belki ama en sade anlatış şekli bu. Beklentilerimiz, gerek düşüncelerimizin içinde, gerek hayallerimizde en fazla yeri işgal ediyorlar. Gerçekleşebilmek için, emeğimizden, zamanımızdan faydalanıyorlar. Aslında ne olduğumuzu, kim olduğumuzu umursamadan, -mış gibi yapan egomuzu mutlu edebilmek için beklentiler ağının tüm dokularımıza yapış yapış sarmasına izin veriyoruz.

Olduğumuzu sandığımız yalan, olduğu kadarımız gerçek
İnsanın kendi olması zordur. Belki de şöyle söylemek daha anlaşılır: Kişinin kendisini olduğu gibi yansıtması zordur. Ne olmak istiyorsak onun rolünü biçiyoruz kendimize. Beklentilerimizin karşılığını alabilmek için annemizin en sevdiği kızı rolü oynuyoruz, etrafa model olmak için en iyi anne-baba ya da en iyi bir şey işte. Hep o en iyi bir şey olmanın peşine düşüyoruz. Olduğumuzu sandığımız yalan, olduğu kadarımız gerçek. Nasıl bir kovalamacadır ki,  yaşamı ıskalıyoruz. (Bak işte bu paragraf çok klişe oldu, çünkü köşe yazarlarına öykünerek, bir şey olayım derdine düşerek yazdım.) (Buraya gülen yüz koyalım mı?)
Bu hafta Öykü Uygulama Atölyesinde Sema Kaygusuz’un Aşkar adlı öyküsünü okuyup nasıl bir yol aldığına bakarken beklentinin, insanları iflah olmaz sınırların içinde yaşattığını, yozlaştırdığını ve hatta standartlaştırıp elindeki yaratıcılık güçlerini elinden aldığını düşündüm. Buna, bir yazarın, nasıl yazdığı, ne şartlar altında yazmak istediğine dair edindiğim iç dökmelerden geldim. Alessandro Baricco’nun Mr.Gwyn’nini okudunuz mu? Yazmaya niyetiniz varsa, eyleme geçmeden önce bence mutlaka okuyun.

Beklentilerden arınmak lazım
Kitapları yayımlanan, iyi okunan bir yazar bir gün her şeyi bir kenara bırakıp ( Philip Roth örneğinde olduğu gibi) kurmaca yazmayı bırakabilir mi? Bırakırsa bunu neden yapar? Yazar egosu bazen taşınmayacak ölçüde ağırlaşabilir, editörler eskisinden daha çekilmez görünebilir, yayınevleri yazmak istediklerimizin çok dışında taleplerde bulunarak kimliğimizi zorlayabilir, etraf, patron ya da eş yazdıklarımızdan ne kadar memnun, memnuniyetlerini ne tür beklentiler belirliyor… çok uzar bu liste. Adamı yazmaktan soğutur icabında. Yazmaktan soğutur ama anlatmaktan vazgeçiremez. İçinde gerçek yazar tozu taşıyanlar aslında anlatıcılardır. Mr. Gwyn yazarlığın kendisi için dayanılmaz bir meslek olduğunu anlaması yıllar almıştı. Roman, bu mesleğe sahip olmadan yaşamanın kolay olmadığı zamanları anlatıyor. Ve okuyucu görüyor Gwyn’in meselesinin aslında, yazarlık mesleğine sahip olmak ya da olmamak olduğunu. Çünkü kurmaca yapmadan da insanlar anlatma yolunu bulabilmeli. Ünlü ismini tarihe gömüp takma bir adla romanını çıkarabilme cesaretine kaç yazar ulaşır? Mr. Gwyn onlardan biri. Anlatıcılar sırf anlatma ihtiyacından dolayı yazarlar. Bu ihtiyaç onları iyi yazar yapar. Elinde kalem kağıt olmasa da hikayeleri anlatacak bir yer mutlaka bulurlar, bulamadıklarında Sait Faik gibi “Yazmasam ölürdüm” derler. Sait Faik’i bu noktaya getiren şeyin hep içinde susturamadığı anlatma ihtiyacı olduğunu düşünürüm. Anlatıcıların tek meseleleri vardır, anlatacaklarını paylaşmak. Bu yüzden ki yazar kimlikleri anlatacaklarının hep gerisinde kalır, bu yüzdendir ki isimlerini hiçe sayarlar. Varsa yoksa hikâyeleri ve kahramanlarından ibarettir hayat. Kendilerine değil anlatıcılarına ve kaynaklarına kıymet verirler. Hal böyle olunca da tek beklentileri kalır, hayatın ona vaat ettikleri. Koşulsuz kabul ederler kendilerine sunulanı. Önce hikâyeyi yaşarlar sonra yaşatmak için öyküleştirirler. Bu yüzden yeri hiç dolmaz Abasıyanık’ın, Esendal’ın. Vus’at O Bener’in , Firuzan’ın, Yusuf Atılgan’ın…

Yazar metnini beklentiler üzerine kurmamalı!
Bunu yaptığımız zaman hem yazar hem okura zarar veriyoruz. Beklentiler üzerine yaratılan edebiyat, var olan gereksinime göre belirlenen metin sadece zamanın ruhuna ve dünyasına hitap eder. Hâlbuki edebiyat, ihtiyaç üstü bir şey olmalı, zamansız olmalı. Yazarın hayalini kurduğu dünyayı yaratabilmesi ve bunu gerçek kadar inandırıcı algılatabilmesi için sadece iç sesini dinlemesi şart.
Yazar metnini beklentiler üzerine kurmamalı. Ne doğu ne batı umurunda olmalı. Hatta yeri geldiğinde yaşadığı gezegeni unutmalı. Yaratmalı kendini sınırlayacak şartlar olmadan. İçindeki editörlere kulak asmadan yazmalı. Evet sadece yazmalı yazar, anlatmak için yazmalı.
Özlem Kiper
Devamını Oku

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Yaratıcı yazarlık öğretilebilir mi?

Yaratıcı yazarlık, bir ustadan öğrenilemeyeceği gibi, yaratıcı yazarlık bölümlerinde ya da atölyelerinde de öğrenilmez. Her sorununa çözüm arayan yazar adayı, beklentisinin karşılığını hiçbir yerde bulamayacaktır.

Semih Gümüş yaratıcı yazarlık hakkında genç yazar adaylarına öğütleri
Öykü, şiir ya da roman yazmak, sözgelimi otuz yıl öncekinden daha çekici bugün. Daha çok sayıda genç, edebiyatın içinde kendine bir yer bulmak, yazmak istiyor ve bunu gitgide daha nitelikli biçimde yapmaya çalışıyor. Bu arada bütün sorun, nasıl yazılacağı. Genç yazar, yazdıklarının nasıl olduğunu merak ediyor, –bunun karşılığı iyi mi, kötü mü değil yalnızca– bunun çok ötesini arıyor o. Kendisi karar veremiyor daha, bunu yapabilseydi, soruyu başkasına değil, kendisine soracaktı elbette. Asıl amaç iç eleştiri gücüne sahip olmak, o olduğunda da, yazdıkları bambaşka görünecektir, bambaşka olmuştur da. Değil mi ki, yazınsal bir metnin nasıl olması gerektiğini görmeye başlamıştır, yazdıklarının niteliği de bu arada kendiliğinden yükselmiştir. İşte o iç eleştiri gücüne sahip olana dek, yazdıklarının tamamlanması olanaksızdır.
Peki bu aşamada başkalarından ne öğrenilir? Sözgelimi yaratıcı yazarlık çalışmalarından? Yeni yazar adayı, çeşitli nedenlerle usta bildiği, kendisinden daha deneyimli gördüğü kişilere ya da kurumlara başvurur. Kişilerle kurulan ilişkilerin bir sakıncası var. Düşüncelerine başvurduğunuz bir kişi olduğuna göre, bütün bütüne onun öznel yorumlarıyla ve yargılarıyla belirlenmiş bir yola girmeye başlamışsınız demektir. O yolun üstünde kendi anlayışınızı ve yazarlık kimliğinizi kuşanabilirsiniz belki, ama bu zorluğun üstesinden gelemezseniz, başvurduğunuz kişinin yolundan çıkmanız olanaksızlaşır. Nedir bunun sakıncası? Bir başka kişiye başvurmuş olsaydınız, belki bambaşka bir yol önerilecekti size ve böylece kime başvurmuşsanız, kendi seçimlerinizin dışında, o kişinin ustalığı yanı sıra öznelliğiyle de belirlenen bir yola girmiş olacaktınız.

Semih Gümüş'ün Radikal'de yayımlanan yazısının tamamını buradan okuyabilirsiniz.
Devamını Oku

17 Mayıs 2013 Cuma

Varışı olmayan bir yolculuk!

“Hiç kimse, öldüğünde arkasında bir şey bırakmayacak kadar yoksul değildir.”

Bu söz, yazıya konu olabilecek hayat hikâyelerinin sınırsızlığını hatırlatır bana. Diğer taraftan Pascal gibi bir bilim adamının, bunu hangi yaşanmışlığın sonunda, ne sebeple söylediğini de düşünmeden duramam. Az önce elimden bıraktığım kalemin bile, bana ait olma süreciyle beliren bir hikâyesinin olması tüylerimi diken diken eder. 
Hikâyeleri var edenler anlatıcılardır. Yazarlar, anlatıcılarına teslim ettikleri hikâyeleri öyküleştirirler. Eski zamanların hikâye anlatıcısı, halkın gözünde uzaklardan gelen biridir. Yerleşik düzende insanlar, uzaktan gelen yörenin hikâye ve geleneklerine hâkim bu kişiyi dinlemek için, keyif aldıkları törenler tertip edermiş. Uzakların bilgisiyle, geçmişin bilgisi, çok gezen insanın evine dönerken beraberinde getirdiği bilgiyle birleşip kendini bir yerin sakinine teslim ettiği hayat bilgisiyle kaynaşırmış. Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk isimli kitabında,  Leskov’un anlatıcı kimliğinden bahsederken yer veriyor bu anlatıma. “Gezgin Leskov, hem uzak yerlerde, hem de uzak zamanlarda, hikâyelerinin içinde yaşayarak kendini evinde hissedebiliyordu,”  diyor Benjamin.

Yazmak gitmektir!
Yazarların yazma hallerinin yolculuğa benzetilmesi, belki de geçmişte yaşamış gezgin anlatıcıların genlerini sürdürme gerçeğinin ta kendisidir. Yazmak gitmektir. Hayatın anlamına cevap ararken bir yön, yol arama halidir. Hiç varılamayan yolların devamıdır yazmak.  Zamanda yolculuktur, hayallerin kurmacasında var olmaktır. Akşam olunca beliren uzak lambaların aydınlattığı evlere gitme ve onlardan biri olma halidir. Yazmak, çıkılan yollarda kaybolmak ve nihayetinde iz sürmektir. Anılara yol almak halidir yazmak ki çoğu zaman bir romancının hüzünle devraldığı sadece budur. Yola çıkmak bir karar verme anıyla başlar. Süreci yaşamak ve devam ettirmek ise, bu kararı vermekten daha büyük bir çabayı gerektiren inanç ve bir azmi gerektirir.

Yazar görünmeyeni anlatmak için yazar
Yol hali bir serüvendir. Yolcuların görünen yüzlerinin gerisinde olanı görme, sakladıklarını bulma çabası, yazarı iz süren bir avcı maharetiyle hikâyelere götürür. İnsanlar sadece gördüklerine inanmadıklarından, yazar görünmeyeni anlatmak için yazar. Gerçeği görünmeyende arar, bulur, bulamaz ama düşündürür. Bu öylesine büyüleyici bir yoldur ki onların, hangisi hayal hangisi gerçek ayırt edememeye başlayıp deliliğin sınırını zorladıkları noktada en iyi eserlerini yazdıklarını düşünürüm. Deliliğin ve yaratımın başlangıcını aynı çizgide birleşiyor olması dâhiyane bir güç gibi görünür bana. Keşke ben de bir gün delirebilsem diye hayıflanırım sessizce. Kıskançlıkla okuyup bitirdiğim kitabın yazarına bakarak “ çıldırmış olmalı” dediğim zamanları sayarım. Tarih delirmek için çok çalışmış yazarlarla dolu. Onları bu noktaya getiren istek, hayal kurma ve uydurma gücünün sınırsız özgürlüğünde gizli olmalı. Böyle düşününce, Ahmet Altan’ın hafta sonu okuduğum son romanı Son Oyun’da, hafızama attığı çengele ilişik cümleyi yazmadan geçemeyeceğim. Şimdi dudağımda muzır bir gülümseme kıvrılmış olmalı, biliyorum.

Gerçeği nerede aramak lazım?
“Bir kadının bacağına dokunduğunu düşünmek, bir kadının bacağına dokunmaktan daha zevkli olabilir mi?”
Gerçek gerçekten de görünmeyende gizli olabilir mi? Çoğu zaman okuduğumuz kitapların film uyarlamaları, üzerimizde beklediğimiz etkiyi bırakmaz. Neden? Çünkü okur algısının yarattığı düş gücü, yönetmenin sahne yaratmadaki sınırlarını her zaman zorlar. Beynimizin yarattığı yanılsamanın sıcak etkisini, pek az görsellik ve gerçeklik karşılık verebilir.
O halde, bundan böyle bu köşede konuşalım lütfen. Bir kadına dokunmadan haz duyulabiliyorsa, gerçeği nerede aramak lazım?
Özlem Kiper
Devamını Oku

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Yaratıcı yaşarlık özgürleşme mücadelesidir!

Yazarlık atölyelerinde çok sık dile getirilen “Önce okuyun sonra yazın” öğüdünü reddeden Tarık Günersel, “Önce bol bol okuyun, sonra yazın denir. Bence tam tersi. Önce yazar sonra okursunuz. Alışılagelmiş kalıplar bizi hizaya getirmeye, robot olmaya yöneliktir. O yüzden şairlik, yazarlık tehlikelidir” dedi. Tarık Günersel yaratıcı yazarlığın geniş bir şeyin parçası olduğunu vurgulayarak aslolanın Yaratıcı Yaşarlık olduğunu söyledi.

Boğaziçi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Atölyesi
Bir dönem PEN Türkiye Merkezi Başkanı görevini yürüten Tarık Günersel Boğaziçi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’ndeki söyleşisinde dişe dokunur açıklamalarda bulundu. Füsun Çetinel bu güzel söyleşiyi sizin için izledi ve kaleme aldı. Keyifli okumalar.
Dersten sıkılırım ben, kalıplara sıkıştırılmış şeyleri sevmem. Onun için buradaki birlikteliğimize ders demeyelim. Ne ders değilse onunla ilgilenirim ben. Yaratıcı yazarlık geniş bir şeyin parçası asıl olan Yaratıcı Yaşarlık. Kolay hata yapabileceğimiz, kolay kınanabileceğimiz bir alan.
Önce bol bol okuyun, sonra yazın denir. Bence tam tersi. Önce yazar sonra okursunuz. Alışılagelmiş kalıplar bizi hizaya getirmeye, robot olmaya yöneliktir. O yüzden şairlik, yazarlık tehlikelidir. Bu kişiler kalıpları kırmak için yazar ve yaşar o yüzden de öldürülür, hapse atılır, tehdit edilirler. Benimle ilgili bir soruşturma sürüyor hala. Türkiye’de bu çok normal.

Yazmadan yazar olunmaz!
Yazmak bedava. Yazmak macera, özgürlük. Bir insan yüzücü olmak istiyorsa eğer TV de olimpiyatları seyrederek yüzücü olamaz. Yazmadan da yazar olamazsın. Bence herkes yazar, şair ve romancı olabilir. İnsanın tek engeli kendisidir. Devamlı ‘’Ama ben yapamam, ben yazamam’’ der durur. Herkes Fuzuli olamaz ama şair olabilir. En önemli okurunuz kendinizdir. Yazarak biriktirdiğiniz sürece, yazdıklarınıza döner, onları okuyup hayatınızı daha iyi anlar ve zenginleşirsiniz. Bunları kendinizle sohbet olarak görebilirsiniz. Yazdığınız şey sizin hoşunuza gidiyorsa 1-0 öndesiniz demektir. Başkası beğenmiş beğenmemiş sizi alakadar etmez.

Nasıl gidiyor kölelik?
Hepimiz deformeyiz. Potansiyelimizin gerisinde yaşıyoruz. Hepimiz özgürleşebiliriz. Bu süreç sonsuz bir süreç. Dünyanın her yerinde kalıplar içine sıkıştırılmış hayatlar var. Yeni kitabım bunun üzerine, ‘’Nasıl gidiyor kölelik?’’ Bu bir ideoloji. Dar kalıplara alıştırılmışız. Dogmatik düşünceler empoze ediliyor devamlı. Türkiye’de beyinsizleşme operasyonu yapılıyor. Yapılmakta. Debrainization, İngilizce kelimesi bile var.  Yaratıcı Yaşarlık bir özgürleşme mücadelesidir. Devrimci, sonsuz bir süreçtir.
İlham sadece bir trafik kazasıdır
Birçok yaratıcı yazarlık kitabında görmüşsünüzdür. Birinci aşama oto sansürsüz yazın. Başka kimse okumayacakmış gibi, kendinizi irkiltme pahasına yazın. Malzemeyi ortaya koyun. İkinci aşama ayıklamaktır. Hangileri size iyi geliyor? İlham beklemek diye bir şey yoktur. İlham ancak bir trafik kazasıdır, çarpışmadır. Profesyonel yazarlar hangi noktada profesyonel? Yazmak hayatının organik bir parçası olmuşsa o kişilere profesyonel yazar denebilir.
Üçüncü hamle, ayıkladığınız, seçtiğiniz şeyleri işlemek. Ekle, çıkart. Dördüncü aşama, dinlendir, mesafe koy araya. Beşinci aşama, tekrar bak. Mesafeli bak. Rötuşlar yap.
İlke olarak bu süreç sonsuzdur.  Ressamlar bile der, bitmiş eser yoktur diye. 1974’te Yangın şiirimi yazdım. Kırk yıl içinde bazı fiil ve kelimeleri değiştirdim. Bu Yahya Kemal ekolüdür. Behçet Necatigil ekolü ise hiç ellemeyen, yazılmış şiirle hiç oynamayan bir ekoldür. Bir keyif meselesi bu. Siz nasıl isterseniz öyle yapın. Hayat zaten mecburiyetlerle dolu, yazmak ise keyifli olmalı, mecburiyet barındırmamalı içinde.

Yazdıklarınızın hiçbirini atmayın
Kütüphanenizde en başa kendi yazdıklarınızı koyun. Hiçbirini atmayın. Öldüğümüz zaman biz öleceğiz. Yaşarken de biz yaşayalım o zaman. Bu bir tercih meselesi. Boşnak, Sırp, Hırvat öğrencileri bir araya getirip bir konuşma yapmıştık. Orada şunu söylemiştim. Egemenlerin, şairleri hapse atması normal ama daha akıllıların yaptığı şairlerden hiç bahsetmemek. Sonuçta ceza, hapis hep normal.
Geçen kasımda Brüksel’de söylediğim gibi, Hapis Yazarlar Konferansında, PEN Türkiye başkanı olarak oradaydım. Kırk kişiydik ve her konuşmacı için ancak iki dakika süre verilmişti. Düşündüm, nasıl anlatırım derdimi iki dakikada diye.
‘’Eviniz kaç odalı? Üç mü, aslında dört odalı. Dört mü, aslında beş odalı. Yazarsanız, her an hapse girebilirsiniz. Bunun düşüncesi ile eviniz hep bir oda daha fazla.’’ Aynısını Abdullah Gül’e de söyledim.  Bazı yazarlar köşesinde oturup öykü, roman yazmakla yetinir. Ben ikinci tür yazar topluğundanım.

Yaratıcı okurluk kavramını düşünmekte yarar var!
Yaratıcı olamayan yazarlığa gelince, turizm broşürleri, gazete makaleleri olabilir. Turizm broşüründe bile yaratıcılık vardır gerçi. Bir de yaratıcı okurluk kavramı çıktı. Bu kavramı düşünmekte yarar var. Çok hoş bence.  İnsan sevişe sevişe sevişmeyi geliştirir. Yazmak da öyle, Özgürleştiricidir. Yazarken şiir, öykü, roman yazacağım diye bir hedefe de gerek yok. Cümle olabilir, kelime olabilir. Hiçbir kalıba girmeyebilir. Bir süre sonra tüm yazdıklarınız bir şey oluşturabilir.


Kendimi sınırlandırmadan yazarım 
Şimdi de otobiyografik birkaç şey söylemek istiyorum. Yirmi yaşında Moda’da turluyorum. Edebiyat tarihindeki bütün şaheserler başarısızdır, bu aklıma geldi birden. Peki, dedim, ben şair olarak nasıl bir proje seçeyim ki, başarısız olayım ama ortaya bir şaheser çıksın. Stratejim nasıl olmalı? Hayat kaotik, ben gelişmeye açığım.
Kendimi sınırlandırmadan yazarım. Sekiz on yılda bir yazdıklarıma bakarım. Çok türde bir mozaik oluştururum.  Kırk üç yıllık proje bu. Ben gerçekte tek bir eser yazıyorum. Bütün kitaplar tek. Öyküler, şiirler, hepsi iç içe geçmeye başladı.

Shakespeare’in stratejik hatası
1992’de aklıma geldi. Shakespeare’in stratejik hatası neydi? Homer dendiğinde aklımıza İlyada gelir. Dante deyince İlahi Komedya. Goethe deyince Faust. Shakespeare bir sürü eser yazmıştır. Popüler, kaliteli eserler vermiş, iyi paralar kazanmıştır. Dahi şair ve piyesçi. Yazdıklarına bir baksaydı ve piyeslerin edebi versiyonlarını yazsaydı müthiş bir şey olurdu bu. İşte stratejik hatası burada.
Yazdığım her piyesin edebi versiyonunu yazıyorum. Onlar mozaikte birleşecek. Böyle bir çalışma sürdürüyorum. Hayat sonsuz, her birimiz birer sonsuzluğuz. Böyle zannederek daha çok özgürleşebiliriz. Shakespeare, olan imkânı istememiş, yapmamış. Yapması gerekli demedim. Yazarın gücünü değerlendirmesi açısından eksiklikleri var. Ben yapamam, ben yazamam diye kısıtlamamalıyız kendimizi. Hepimiz keyifli, olumlu yaşayabiliriz.

Yazmaya yoğunlaşmak intihar etmemi engelledi
Birkaç kere şiiri bırakmaya çalıştım. Yapamadım. Varoluş stratejisi bu benim için. On yıllarca bakkaldan ekmek istemek bile benim için bir işkence oldu. Nasıl demem gerektiğini bilemedim. Burada size konuşuyorum, bu başka bir şey. Her gereksinmemi yazarak ifade ettim. Yazmaya yoğunlaşmak benim hayatta kalmamı, intihar etmememi sağladı. Son iki yıldır acı çekmeden de yazılabileceğini fark ettim. Ancak altmış yaşında anlayabildim bunu.
On üç yaşında yazdığım bir şiirim var, bir kerede yazdım. Bunu yazdığımda sadece ilkokul kitaplarındaki manzumeleri okumuştum. Annem beni yine o yaşlarda İl Pagliacci operasına götürmüştü. Aynı akşam eve dönünce yüzümü boyamış ve kararımı vermiştim. Ben de tiyatro yazacaktım.
Yine on yaşlarında annemle birlikteyken, annem Kadıköy Maarif’i gösterip şöyle söyledi; ‘Çok çalışıp bu okula girersen İngilizce öğrenirsin. AFS bursu ile Amerika’ya gidebilir, orada beğendiğin oyunları İngilizce olarak seyredebilirsin. ‘’  On yaşındayken yaptığım tüm planları uyguladım. Annemin dediği her şeyi yaptım.
Daha on yaşındayken on sekiz yaşım için planlar yapıyordum. Nasılsa meşhur olacaktım ya, her yazdığımı arşivledim. On beş yaşında ateist şiirler yazdım. Bertrand Russel okuyordum. On sekiz yaşında kendi anayasam için şiirler yazdım. Kırk yaşında, Uzay Bilinci diye bir kitap yazdım. 1992’de Türkiye’nin ilk şiir akademisini açtım.

Dünya Şiir Günü’nün ortaya çıkışı
1994’de internet devreye girdi. İnternet bütün dünyayı birleştiriyor, o zaman neden bir edebiyat enstitüsü olsun ki dedim. Poetic Space Lab, Şiir Uzayı Laboratuvarı kavramı aklıma geldi. Kurduk. Anarşist bir örgütlenmeydi.  Başka bir gün Moda’da yine turluyorum. Dünya Şiir Günü’nün olmadığını fark ettim. Acaba vardı da, ben mi bilmiyordum? Gülseli İnan’a telefon açtım hemen. O da onayladı bu fikrimi. İkimizin önerisi ile Pen Türkiye Merkezi bu fikri kabul etti. Unesco Dünya Şiir Günü’nü benimsedi. Bu arada 1950-60’larda bazı ülkelerde Ekim ayında kutlanıyormuş. Ben bu fikri orada sunduğum için, PEN Uluslararası kabul ettiği için 21 Nisan kabul edildi. Bazı arkadaşlar bu günü kabul etmediler. Resmi değil dediler. Biz neşeyle, şiirler söyleyerek kutluyoruz hâlbuki size ne. Kendimi iç bir zaman sınırlamadım. Yaratıcı yaşıyorum. Mozaiğimi tamamlamaya çalışıyorum.

Tarık Günersel kimdir?
Şair, öykücü, aforist, denemeci, liberttist, çevirmen, dramaturg, oyuncu ve yönetmen. Sanatın opera, tiyatro, sinema, edebiyat gibi pek çok alanında çalışan çok yönlü bir sanatçımızdır. 2007-2009 döneminde Dünya Yazarlar Birliği PEN’in Türkiye Merkezi Başkanı olarak görev yapan sanatçı 2010 yılında Uluslar arası PEN’in yönetim kuruluna girerek bu kurulda yer alan ilk Türk ve Yakın Doğulu yazar olmuştur.
Devamını Oku

10 Mayıs 2013 Cuma

Hayatı Sevme Hastalığı'na iki ödül birden!

Kadın hakları denince akla gelen Duygu Asena anısına Doğan Kitap tarafından düzenlenen “Kadının Hala Adı Yok” adlı roman yarışmasında birinciliğe “Hayatı Sevme Hastalığı” adlı romanıyla Sibel K. Türker layık görüldü. Sibel K. Türker, aynı romanıyla 2013 Yunus Nadi ödüllerinin roman dalında birincisi oldu.

Hayatı Sevme Hastalığı Yunus Nadi ve Duygu Asena Roman Ödülü
Fotoğraf: Muhsin Akgün
Doğan Kitap tarafından düzenlenen “Kadının Hâlâ Adı Yok” roman ödülünü kazanan “Hayatı Sevme Hastalığı” yalnızlıktan erkeklerle hesaplaşmaya, alkolden müziğe, ahlaktan aşka pek çok sorunu son derece kıvrak, esprili ve ritmik bir dille anlatan bir roman. Seçici kurulun 30 Nisan günü yaptığı toplantıda oy çokluğu ile birincinin belirlendiği bildirildi. Ödül töreni Mayıs ayın içerisinde yapılacak.

Romana ikinci ödül Yunus Nadi’den
Sibel K. Türker’in kaleme aldığı “Hayatı Sevme Hastalığı”na ikinci ödül Yunus Nadi Ödülleri’nden geldi. Adnan Binyazar, Ahmet Cemal, Konur Ertop, Ülkü Tamer ve Murat Gülsoy’dan oluşan seçici kurul roman dalında Sibel K. Türker’i “Hayatı Sevme Hastalığı” adlı yapıtıyla ödüle değer gördü.
Öykü dalında ödülü “Öteki Kışın Kitabı” adlı yapıtıyla Bora Abdo kazandı. Şiir dalında da Hulki Aktunç ve Gültekin Emre’nin birlikte yazdıkları “Opus” adlı kitap ile Arzu K. Ayçiçek’in “Talidomit” adlı kitap dosyası arasında paylaştırdı.

Hayatı Sevme Hastalığı nedir?
Kitabın tanıtım bülteninde yer alan açıklama yazısı şöyle:
Yakalandığımız bütün hastalıkların tek bir kaynağı vardır: hayatı sevme hastalığı! Bu amansız hastalığın tek çaresi ise kaybetme korkusunun aşılmasıdır. O zaman insan soyunun acıları son bulacak, diğer bütün terk ediş ve terk edilişler anlamsız kalacaktır.
Şükran, ördüğü mavi kazak melankolinin içinden çıkıp kadınca bir direnişin kahramanı olduğunda kızına bunları söyleyecektir.
İntihara eğilimli bankacı Neşe, geçmiş ve geleceğin peşindeki tarot kartlarını açtıkça, Aydanın aşk acısı da artarak ilerler. İki kadın, karabasanlarını buluştururken siyaseten çarpışırlar ama bir damla kan akmaz.
Sibel K. Türkerin yeni çalışması Hayatı Sevme Hastalığı, yalnızlıktan erkeklerle hesaplaşmaya, alkolden müziğe, ahlaktan aşka pek çok sorunu son derece kıvrak, esprili ve ritmik bir dille anlatan bir roman. Bir çağ manzarası.
Hey kadınlar! Akşamın bu saatinde, bir yer altı treninin içinde aslında birer aşk yolcusu olduğunuzu bilmiyor muydunuz? Hepimiz, istisnasız hepimiz biraz dövülüp ezileceğiz. Yolculuğumuz bittiğinde ise bu akşam treninden kozayı delip çıkan kelebekler gibi mutlu ve özgür ve bilmiş ve tükenmiş ama hayatta kalarak yerüstünün ışıklarına doğru aceleyle uçuşarak çıkıp gideceğiz. Nereye mi ey kadınlar! Karanlık inlerimize tabii ki.
Devamını Oku

9 Mayıs 2013 Perşembe

Günümüzde edebiyat yapma isteği daha düşüktür!

Sokak Kitapları Yayınları yazarlarından Uğur Ziya Şimşek’e ait Öykü ve Roman Yazma Sanatı adlı makalenin üçüncü bölümünde romanın geçirdiği evrim sürecini anlatıyor ve yazar adaylarına önemli ipuçları veriyor. Şimşek, günümüzde edebiyat yapma isteğinin düşük seviyede olduğunu ancak anlatımı hızlandırmanın daha ön planda olduğunu söylüyor.

19. yüzyıl romancılarının muhatap oldukları kitle ile günümüzün romancısının okur kitlesi birbirinden çok farklı dinamiklere sahiptir. Tolstoy, Balzac, Zola, Dostoyevski, Turgenyev gibi romancılar daha durağan bir anlatım kullanmışlar ve tuğla kalınlığında romanlar yazmışlardır. Bu günün romanlarında edebiyat yapma isteği daha düşük seviyededir ve anlatımı hızlandırmak daha ön plandadır. 19.yy dünyası ile günümüzün dünyası arasında önemli farklılıklar vardır. 19. yüzyılda radyo, televizyon, internet, msn, facebook gibi argümanlar yoktu. İnsanların zaman geçirme alternatifleri günümüze göre daha sınırlıydı. O zamanların hayatı daha durağan akıyordu. Şimdi ise fazlasıyla hızlı. Bir sevgili, mektup yazıp aylarca sabırla yanıt gelmesini beklerken şimdi mesajıma niçin bir saat geç yanıt verdin diye ilişkiler noktalanıyor. Sosyal ilişkilerimizin değişimi elbette roman sanatını da etkiliyor. Ancak şu gözden kaçırılmamalıdır ki roman ile ilgili bir değişim olsa da aklın yolu birdir. Temel esaslarda önemli bir süreklilik vardır. Giriş, gelişme, sonuç; kurgu hatalarının olmaması, karakterlerdeki canlılık, kıvrak bir zeka hala çok önemli unsurlardır. Değişen şey biraz daha dinamik ve kısa anlatımdır.

Yazarların yüzde 90’ının ilk kitabı basılmaz!
Roman yazmak isteyen ve iyi bir romancı olmak isteyen kişinin roman sanatındaki değişimleri takip etmesi dışında dışa açık bir yaşam sürmesi de önemlidir. Dünyayı takip etmeli insanlığın gidişatını analiz etmelidir. Bu sayede kendisini sürekli yeniler ve güncel tutar. Yazar adaylarını kaygıya düşüren önemli unsurlardan biri de yazdıkları romanla ilgili yüksek beklentilerinin derhal gerçekleşmesini istemeleridir. Çok uç örnekler dışında ilk romanıyla yüz binlerce satış rakamlarını yakalamış yazarlara pek rastlayamayız. Hatta yazarların yüzde doksanının ilk kitabı basılmaz bile. Büyük çoğunluğu yayınevlerinin umursamaz ve zorlu değerlendirme koşulları içinde yitip giderler. Eğer hobi için roman yazıyorsanız bu durumda ısrarla devam etmenizi öneremem ancak amacınız hayatınızı edebiyata vakfetmekse bu zorluk sizi yıldırmamalıdır. İlk kitabınız beğenilmeyebilir. Basılmayabilir, basılır ama satılmayabilir. Bunların hepsi ihtimaller dâhilindedir. Önemli olan sizin yılmadan yazma kalitenizi yükselterek çalışmaya devam etmenizdir. Eğer para ve şöhret için yazıyorsak bu pek akıllıca olmaz. Çünkü para için seçeceğimiz birçok kestirme yol varken bu zorlu, çileli yola girmemizin bir anlamı yoktur. Eğer amacımız salt şöhret değilse, para değilse, sırf yazmanın güzelliği için dahi devam etmeye değer.

Yazarlık teknikleri öğrenmek Dostoyevski yaratmaz!
Roman yazmayı öğretmek, bazı ipuçları sunmak ve önemli teknikleri göstermektir. Aslında diğer alanlarda da böyledir. Matematik fakülteleri her öğrencisini nasıl ki matematik dahisi yapamıyorsa, fizik fakülteleri her öğrencisinden bir Einstein çıkartamıyorsa, yazarlık teknikleri öğretileri de Dostoyevski olma garantili değildir. Gerek bu anlatı gerek diğer kitaplar teknik bilgileri temel olarak verir. Derinleşmeyi sağlayacak olan sizlersiniz. Bu anlatılar ağrı kesici hap gibi değerlendirilmemelidir. Önemli romanlar yazmanın büyük bir yazar olmanın bir diğer koşulu da hayat birikiminin yüksekliğidir. Dostoyevski, Karamazof Kardeşler’i on sekiz yaşındayken yazamazdı. Çünkü Karamazof Kardeşler’de anlatılan insan ilişkilerinin derinliğini, Rusya’nın o dönemdeki yapısını, o yaşta analiz edemez, düşünemezdi.

Not almayı unutmayın
Bir yazarın dikkat etmesi gereken en önemli nokta alakasız yerlerde aklına gelen güzel fikirleri hemen not defterine kaydetmesidir. Bu yattıktan sonra olduysa ışığı açmanızda ve not etmenizde yine büyük fayda vardır. Not edilmeyen fikirler genelde arkalarında esrarengiz bir sis bırakarak yok olurlar. Ne kadar da zorlasanız o ilk baştaki heyecanlı ve bütünsel yapı gözünüzün önünde canlanmaz. Bunu bir alışkanlık haline getirmek çok faydalıdır. Gördüğünüz ilginç olayları, sizi etkileyen sözleri, aklınızda biranda beliriveren etkili bir cümleyi not etmediğiniz takdirde ilham perisini küstürürsünüz ve zamanla kapınızı daha az çalmaya başlar.
Devamını Oku

2 Mayıs 2013 Perşembe

Yazar öncelikle anlatıcı olmalıdır!

Yeşim Cimcoz Yazı Evi Öykü Atölyesi eğitmeni Özlem Kiper, yazmaya niyet eden kişinin öncelikle anlatıcı olmaya niyet etmesi gerektiğini belirterek “Anlatıcı varsa yazar yoktur. Hal böyle olunca da ortada kafa karıştıracak bir yazar egosu da olmayacaktır. Hikâye her zaman yazarının önüne geçecek ve anlatıcısıyla (yani kendi öğeleriyle) var olacaktır.” dedi.

Öykü Atölyesi
Kadıköy’de bulunan Yazı Evi’nin üç ayda bir yine aynı adla yayımlanan derginin son sayısında yer alan Öykü Atölyesi eğitmeni Özlem Kiper’in röportajını sizlerle paylaşmak istiyorum. Öznur Yılmaz Berk tarafından kaleme alınan röportajda Özlem Kiper, kurmaca, öykü ve yazma eylemi üzerine sizlere ışık tutacağına inandığım açıklamalarda bulundu. Bu keyifli söyleşiyi ve derginin diğer röportajlarını buradan okuyabilirsiniz.

Öykü yazma serüveniniz nasıl başladı ve bu türü seçme nedenleriniz nelerdir? Size göre öykü nedir? 
Aslında yazma serüvenim bir roman taslağı ile başladı. Sonrasında da ne zaman öykü yazsam, bir roman başlangıcı gibi algılandı ve böylelikle ben kendimi öyküye dair, bir öğrenme ve anlama disiplini içinde buldum. Öykünün, o yoğunlaştırılmış tadını duymak çok heyecan verici. Yazar o yoğunluğu, elindeki öğeleri ekonomik kullanarak oluşturuyor. Okuyucu ise, belleğindeki bilgilerle boşlukları tamamlama yoluna giderek o yoğunluğu kendi içinde hafifletiyor.  Bu çok büyülü bir süreç hem yazan, hem okuyan için. Bir aydınlatma, bir aydınlanma hali. Aydınlık bir kere temas etti mi vazgeçmek istemiyor insan. Hep o ışığa, sıcaklığa yöneliyorsunuz, ister istemez.

“Bir insanın hikâyesini bilmiyorsanız, onu tam anlamıyla tanıyorum diyemezsiniz” diye bir söz var. Size göre her yaşam bir öykü mü saklar içinde?
Biz öyküde kurmaca karakter yaratırken, kahramanı geçmişinden başlayarak hayal ederiz.  Bunu yaparken de, hayat hikâyesi giydiririz ona, onlar için bir geçmiş yaratırız. Yarattığımız geçmişin tamamını hikâyemizde anlatmasak bile bu, kahramanımızın baş edemediği bir durum karşısındaki tutumunda, kararlarında, duygularında, çözüme gitmesinde, diğer insanlarla ilişkilerinde bir yansıma olarak vuracaktır metne. Eğer kurmaca düzlemde böyle bir yol, bizi gerçek bilgiye biraz daha yaklaştırıyorsa, gerçek hayat için de aynı izleği sürmek bize tanımak istediğimiz kişi hakkında doğru bilgiye götürebilir.

Özlem Kiper Yazı Evi Öykü Atölyesi

Öykülerde yaşamdan, yaşanmışlıklardan mı yoksa kurmacadan mı daha çok yararlanılıyor?
Öyküyü yazarken aslında yazdıklarımızın yaşamı ne kadar içerip içermediğinin yanıtını arıyoruz. Tek bir kelimenin, bir durumun, bir düşüncenin peşi sıra bir yola çıkıyor ve bu oluşumun ayrıntılarına yöneliyoruz. O sürece kadar aklımızda beslediklerimiz, pencerenin dışında-içinde ve sokağın tam ortasında gördüklerimiz, aslında bugünün tanıklığını içeriyor gibi görünse de başlangıç noktamız genellikle geçmiştir. Yazar şimdi ile birikimleri arasındaki köprüyü kurgu düzleminde kurar. Dolayısıyla, kurgunun başladığı noktanın öncesinde beliren yaşanmışlık sonrasında da devam eder. Kurmaca edebiyatın amacı, iyi hikâyeyi oluşturmaktır. Bunu da gerçekçi sağlam karakterler ve hatasız bir olay örgüsüyle oluşturabiliriz. Gerçekçi karakterleri hayatın içinde aramak, hatta bazen gerçek karakterleri ortaya koyarak yazmak bir yol olabilir. Fakat burada yazarın dikkat etmesi gereken şey,  kahramanıyla özdeşleşeceği ortamın sınırlarını çok iyi ayırmaktır. Karakter ne hissediyorsa, okur da onu hissetmelidir. Yazarın yapmaya çalıştığı empati boyutunu, kendi karakterine taşımaması çok önemlidir. Dikkat ederseniz kurmaca ve gerçek hayat birbiriyle hep içi içe. Biri olmadan diğerinin var olması mümkün değil.

Yazı Evi’nde çok keyifli bir çalışmanız var: Öykü Atölyesi. Biraz da ondan bahsedersek, nasıl bir fikirle ortaya koyuldu, kimler katılıyor? Çalışmanın sonunda katılımcıları ne bekliyor?
Uzun zaman boyunca, konusu öykü olan bu tür atölyelerin hem katılımcısı, hem yöneteni oldum. Bir süre Yeşim Cimcoz’un hazırladığı ‘Dalgaları Aşmak ‘ isimli çalışmayı sundum. Yazıdaki yaratıcılığı destekleyen, tıkanıklığı açan teknikleri kapsayan bu programın,  hem kalemime hem birikimime çok şey kattığını söyleyebilirim. Aynı zamanda katılımcı olarak devam ettiğim diğer programlar, Yazı Evi’ndeki yazmaya yönelik çalışmalar ve buralarda üretilen metinler, kafamda başka meselelerin oluşmasına neden oldu. Şöyle ki, yazmaya ilk başlayan insanların iç dökme hallerinden bir türlü kurtulamayışları, hikâyesi olmayan öykülerin ortada gezinmeleri eskisinden daha fazla dikkatimi çekmeye başladı. Yazarın nasıl bir meselesi olması gerekiyorsa, bir atölye yöneticisinin de meselesi olması gerektiğini düşündüm ve bundan dolayı muazzam bir heyecana kapıldım. Bu düşünceden başlangıçla da, atölyenin konularını ve işleyiş şeklini belirledim. Sonuçta, bugün, kendim nasıl bir atölyeye gitmek istiyorsam onu şekillendiriyor ve yönetiyorum.

Bu noktada, meselenizi biraz daha açarsak, atölyenin içeriğine de değinmiş olacağız sanırım. 
Bence de soruya bu açıdan yaklaşmak çok doğru olur. Lütfen şöyle düşünün: Okur, kitabın içindeki konu ve karakterlerin içinde kaybolmak, onlardan biri olmak için yazarını unutmak ister. Yazar metnin içinde kendini unutturabilmişse bir şeyleri başarmıştır. Yazar, yarattığı karakterle kendi arasındaki çizgiyi koruyamadığında, hikâyenin içine sızıverir. Profesyoneller bunu okuyucuya maharetleri sayesinde çoğu zaman hissettirmezler ama yeni yazmaya başlayanlarda bu bir tehlikedir. Konuyu teknik açıdan iyi oturtmazsak, kendi düşüncelerimizi söyletmeye çalıştığımız karakterler üretmeye başlar, daha da kötüsü birbirine benzer karakterler üretmeye devam ederiz. Öykü Atölyesi içimizde biriktirdiğimiz hikâyelerin ortaya çıkması için anlatıcıların yolunu açıyor.

Niye yazanların yolunu açıyor değil de anlatıcıların yolunu açıyor?
Evet, özellikle ‘anlatıcılar’ kelimesinin altını çiziyorum. Yazamaya niyet eden kişinin öncelikle anlatıcı olmaya niyet etmesi gerektiğini düşünüyorum. Anlatıcı varsa yazar yoktur. Hal böyle olunca da ortada kafa karıştıracak bir yazar egosu da olmayacaktır. Hikâye her zaman yazarının önüne geçecek ve anlatıcısıyla (yani kendi öğeleriyle) var olacaktır.

Daha önce hiç yazmamış bir kişi de öykü atölyesine katılabilir mi?
Hiç yazmamış kişiler de katılabilir, yazmaya niyeti olmayanlar da katılabilir. Atölye aynı zamanda nitelikli edebiyatı da desteklediği için, sadece okumaktan ve okuduklarıyla ilgili konuşmaktan keyif almak isteyenlerin buluşma noktası.

Öykü atölyesine katılmış bir kişinin kendi yaşamına nasıl bir katkısı oluyor?
Öncelikle yazmak en güzel tedavi yöntemlerinden biridir. Yazmaya başlayınca insan, algıları açık olduğu için yaşama dair ayrıntıları daha iyi görebiliyor. Bu da onun hayatla baş edebilmesine yardımcı oluyor. Karakterlerine kan-can verdikçe anlattığı hikâyeler teker teker ortaya çıkmaya başlıyor. Hangimizin, ne zaman, çağlar boyunca okunacak hikâyeyi yazabileceğini kim bilebilir? Bunu anlayabilmek için okumaya ve yazmaya niyet etmek lazım.

Özlem Kiper: Hüznü de, coşkuyu da seven, her şeyin tadını çıkararak yaşamayı sevenlerdenim. Yaşarken ısırırım hayatı. 

Okuyucularımıza sizin söylemek istediğiniz bir tavsiyeniz var mı?
Okuduklarıyla her yere gidebilir insan. Zamanda yolculuk yapar, olmak istediğini olur, hem bugünü yaşar hem sonsuzu… Yazan için ise bu durum daha farklıdır. Yazan kişi anlatabilmek için zamanı da, mekânı da, insanları da elbise gibi giyer üzerine. Okuru anlattığı dünyaya taşıyabilmek için, bir süreliğine kendi olmaktan vazgeçer. Bu bir sihirdir. Yaşadığımız gezegenle, düşlerin kurgulandığı yer arasında oluşan huzurlu bir diyardır.  En azından okumaya biraz daha zaman ayırarak bu mutlu diyarda yaşayanların sayısını artıralım.

Sizinle tanışmak ve çalışmalarınıza katılmak isteyenler size nasıl ulaşabilirler?
Tüm paylaşım sitelerinden Facebook, Twitter, Pinterest ve tabii ki Yazı Evi Dergisi, Ajandası, internet arama motorları, her yerden ulaşabilirler. Yazı Evi haftanın altı günü (bazen Pazar günü de dâhil) açık bir mekân. Bize ulaşamama gibi bir sıkıntı söz konusu değil. Buyursunlar gelsinler, tanışalım. Kendimiz için güzel bir başlangıç yapalım.
Devamını Oku

Yaratıcı Yazarlık Derken - Feridun Andaç

Kendisinden yaratıcı yazarlık eğitimi aldığım değerli hocam Feridun Andaç'ın yaratıcı yazarlık üzerine kaleme aldığı ve Dünya Gazetesi'nde yayımlanan köşe yazısını mutlaka okumanızı öneririm.

Yaratıcı yazarlık üzerine köşe yazısı!
Bu konuda çok şey söylendi, yazıldı çizildi. Oysa ülkemizin bu kavramla tanışması yenidir, arka planı yoktur. Yani bir "ders" olarak algılanması, programlanması yapılmamıştır. Bu nedenledir ki, gelinen noktada bir "kurs" gibi görülüp, önüne gelen tarafından buna dair dersler verilmektedir. Oysa kavramsal bir tanımı, çerçevesi vardır. "Creative writing" adı verilen de, etkili/yaratıcı yazma yönteminin kavramsal yanıdır. Yaratıcılık kavramının yaratıcı deneyle ortaya çıkıp biçim aldığı, yeni yazma yöntemlerine kapı araladığı bir gerçek. Ama altı çizilecek bir yanı da var ki, bunu sezgisel yazma olarak algılamamak gerek. Çünkü deneyimlerle ortaya çıkan şudur: Okuma eylemi olmadan yaratıcılık eyleminin ortaya çıkması güçtür, hatta mümkün değildir.
Yazarlık eğitiminin özü şudur: İyi bir okur olmadan yazarlığın öğrenilemeyeceğini göstermek, insanın içindeki yaratıcılığı ortaya çıkarabilmesi için ilkten kendisinin nasıl bir okur olduğunu keşfetmesi gerektiğini, ardından da neyi/niçin/nasıl yazması gerektiği konusunda yol gösterici olmak. Konunun da kilit noktası budur. Bu bağlamda yaratıcı yazarlık derslerimi şöyle ayrıştırırım:

Feridun Andaç'ın yaratıcı yazarlık üzerine yazıdığı yazının devamını buradan okuyabilirsiniz.
Devamını Oku
BlogOkulu Gadgets