19 Ağustos 2013 Pazartesi

Yazarlar neden yazarlar?

İnceleme, araştırma ve deneme çalışmalarının yanı sıra öykü ve gezi yazılarıyla da tanıdığımız yazar Feridun Andaç’ın, ülkemizden 50 yazara yönelttiği, “Okuma serüveninden yazma eylemine uzanan yolunuzu anlatan bir deneme yazar mısınız?” sorusuna verilen yanıtlar, Varlık Yayınları tarafından 2004 yılında kitaplaştırıldı. 

Yazarın kitabı adlı eserden bazı yazarların yazarlık serüveni üzerine sözleri
“Yazarın Kitabı” adını taşıyan kitap, Oktay Akbal, Fakir Baykurt, Oya Baydar, Elif Şafak, Ferit Edgü, Muzaffer İzgü, Tarık Dursun K., Orhan Pamuk, Feyza Hepçilingirler, Orhan Duru, Murathan Mungan, Şebnem İşigüzel gibi edebiyat dünyamızın ünlü kalemlerinin, yazarlığa nasıl başladıklarının cevaplarını içeriyor. İstanbul Üniverisitesi İletişim Fakültesi İletim Gazetesi tarafından 2005 yılında yayımlanan bu makaleyi sizlerle paylaşıyorum.

‘Bir yazara, görüşlerini kesinlikle sormayın’
Oktay Akbal Nasıl yazar olunur sorusuna cevap verdi.
Oktay Akbal
Oktay Akbal, “Nasıl Yazar Olunmaz?” başlıklı denemesinde, yazar olmak isteyen gençlere birtakım tavsiyelerde bulunuyor. “Nasıl öykü yazabilirim ya da şair olabilirim?” ya da “Bende yetenek var mı, siz okuyun yazdıklarımı, söyleyin” sorusunu soran gençlere Akbal, “Ne bana, ne de başkasına bunu sormayın. Kendinize güveniniz varsa, yazın yazın yazın. Ama başkasına, hele bir yazara kesinlikle sormayın düşüncesini” yanıtını verdiğini aktarıyor. Yazarken, başkaları için değil kendimiz için yazmamız gerektiğine değinen Akbal; ünlü yazarların zaaf sahibi olduklarını, kendi yolundan gidenleri sevdiklerini belirtiyor ve “Oysa edebiyatta, sanatta özgünlüktür önemli olan, kimseye benzemeyeni yapmak, güçlü olmak, ilk olmak” diyor. Oktay Akbal, denemesinin sonunda, “Öğütle, dersle, arka çıkmakla ‘yazar’ olunamayacağını bir kez daha belirtmek için kim ‘Ben yazar olmak istiyorum, bunun yolu nedir?’ diye sorarsa, onun yazar mazar olamayacağını anlatmak istedim” diyor.

Fakir Baykurt yazar olma serüvenini anlatıyor.
Fakir Baykurt
Yüz oku, on yaz, bir yayımla
Yazarlık serüveni şiirle başlayan ama daha çok öykü ve romanlarıyla tanınan, 6 yıl önce 70 yaşındayken kaybettiğimiz ünlü yazar Fakir Baykurt, kendini, dünyada kitaplardan en çok yararlanmış insanlardan biri olarak gördüğünü ifade ediyor. Yaşadıkları köyde kitaba ulaşmanın zorluklarına değinen Baykurt, Gönen Köy Enstitüsü’nün bu açığı kapatmadaki önemine işaret ediyor. Öğretmeninin “Yüz oku, on yaz, bir yayımla!” sözünden hareketle, içindeki yazma isteği arttıkça, okuduğu kitap sayısının da o oranda arttığını anlatan Baykurt, “İyi bir yazar olmadan önce, iyi bir okur olmak gerekir. Nasıl yemek yiyor, su içiyorsam, öyle kitap okuyordum. Ekmekle, yemekle midemi, kitaplarla kafamı doyuruyordum” diyor.

Bütün hayatımı bir odada geçirebilirim
Orhan Pamuk yazar olma serüvenini anlatıyor.
Orhan Pamuk
"Yazarın Kitabı”nda, “Öte Renkler” kitabının bazı bölümlerinden alıntılarla yer alan Orhan Pamuk, şunları söylüyor: “Benim için önemli olan, yazıdaki cümlelerin sahici gözükmesidir, ama bu her zaman deneyimin sahici olması anlamına gelmez. Yazdığım bütün kitaplar bir bütün teşkil ediyor ve bu bütün de benim ruhsal hayatıma tekabül ediyorsa, önemli olan budur. Benim ruhsal hayatımın dolu, zengin bir hayatla beslenip beslenmemesi önemli değildir. Bütün hayatımı bir odada geçirebilirim. Bu benim için bir kayıptır elbette. Ama isterim ki, yazdığım kitap da, bütün hayatını odada geçirmiş birinin kitabı olsun. Ben böyle bir hayatı istediğim için yazar oldum. Hayat denilen ve akıl karıştıran o karmaşaya adımlarımı atmakta çekingendim. Çekingenlikten çok sıkılgandım. Başkalarının zevk aldığı anlarda, bu anlardan onlar kadar zevk alamayan biriydim. Bütün kış kıyıda durmuş bir sandalı kıyıya indirmenin zevki… Ben de zevk alabilirim bundan ama bir süre sonra içimden bir sesin bana “odana git, odana git ve hayal kur” diyeceğini bilirim. Bu nedenle ben sandalı suya indirir ve hemen eve dönerim.”

Oya Bayda nasıl yazdığını ve yazar olduğunu anlatıyor.
Oya Baydar
‘Yazmasam çıldıracaktım’
Araştırmacı ve eylem kadını olarak tanınan yazar Oya Baydar, yetiştiği evde hep okumaya özendirildiğini, armağanların hep kitap olduğunu söylüyor. 6 yaşında, “best-seller” üç ciltlik Amber romanını ve Anna Karenina’yı okuduğunu aktaran Baydar, “İlk şiirimden 55 yıl sonra son romanımı yazarken de beni yazma edimine iten; içimde birikmiş, yüreğimi kabartan, beynimi zorlayan duyguları düşünceleri dışlamak, aktarmak, paylaşmak isteğiydi. İstekten de daha güçlü bir şey: Sait Faik’in unutulmaz sözüyle, “Yazmasam çıldıracaktım” duygusu” diyor.

Benim gibi asosyal bir kadın için yazarlık biçilmiş kaftan
Şebnem İşigüzel yazar olma serüvenini anlatıyor.
Şebnem İşigüzel
Şebnem İşigüzel: Nasıl yazar oldum? Yazar olacağımı benden başka herkes biliyor, yazar olmam için elinden geleni yapıyor da benim bundan haberim yok gibiydi. “Truman Show” gibi absürd bir durum söz konusuydu. Güya doğum anımda yıldızlarım beni parlak bir yazar yapacak şekilde dizilmiş, kaderimi belirlemişler…
Yazarken, iyi bir kitabı okurken hissettiğim şeyi daha derin hissediyorum: Mutlu oluyorum. Hele yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiğim romanımda olduğu gibi ince bir kurgu oturtmuşsam, bütün rüzgârlara dayanıklı bir iskambil şatosu kurmuş gibi seviniyorum. Benim gibi asosyal bir kadın için yazarlık biçilmiş kaftan. Böylece kurduğum hayatta beni eğlendirecek, asla kalbimi kırmayacak bir sürü dost edinebiliyorum. Kendimi onların Tanrısı ilan ediyorum. Oyuncaklarıyla oynayan bir çocuk gibi keyifleniyorum.

Elif Şafak yazar olma serüvenini anlatıyor.
Elif Şafak
Diğerlerini sergiledikçe, kendimdeki uyumsuzluğu saklayabildiğimi sanıyordum!
Elif Şafak: Mahalle evlerinin tekdüze bahçelerinde sıkıntıdan kıpkırmızı kesilmiş elmaların üzerine, okunmuş gül dikenleri saplardı anneannem. Bana gelince, işin ‘okunma’ kısmından ziyade, ‘yazma’ kısmıyla alakadar olmaya başlamıştım o günlerde. 6 yaşındaydım. Güzel günlüklerim vardı ve bir de asla günlüklerim kadar güzel olmayan günlerim. Günlükler, aynakeş birinci tekil şahısların sadık vakanüvisleriydi. Hayatın bir merkezi, o merkezin de günlüğü tutan kişi olduğunu zannettiriyor; ballandıra ballandıra, sündüre sündüre BEN diyebilmeyi mümkün kılıyorlardı. Oysa kendime değil, tamamen başkalarına dairdi o dönemlerde tüm karaladıklarım. Kendinden alabildiğine emin bir halde, hele hele tannazane bir biçimde BEN diyebilmek, yaşadıkları yalnızlığı temelde kendi seçenekleriymişçesine algılayanlara mahsus bir ayrıcalıktır.
Bense, o hodbin perdeden gürleyemeyecek kadar seçeneksizdim muhtemelen ve bir o kadar da korkularla kuşatılmış. Bu yüzden işte, mahremiyete itina göstermeyen kalabalıkların boğuculuğundan kaçarak, kendine ait bir odaya çekilmek biçiminde tezahür etmedi bende yazma isteği. Tam tersine, üstüme üstüme sırlanmış/kapanmış kapılarda, firarperest aralıklar açabilme arzusuyla başladım yazmaya. Böylelikle, günlerimin nasıl geçtiğini değil, aynı zaman diliminde, bir öte yerde, ismini işitmediğim, cismine tanıklık etmediğim insanlar arasında günlerin nasıl geçtiğini hayal ediyorsam onu yazıyordum günlüklerime. Hayali/hakiki “diğerleri”ni sergiledikçe, kendimdeki uyumsuzluğu saklayabildiğimi sanıyordum; belki Tanrı’nın, belki insanların gözünden, belki de salt kendiminkinden…

Yazdıklarıma karşı acımasızım!
Orhan Duru yazar olma serüvenini anlatıyor.
Orhan Duru
Orhan Duru: Yazma eylemi bir doğum yapmak kadar zor. Bir yandan gerçekleri, güncel olayların gerisindeki gizemleri yakalamaya çalışacaksınız, bir yanda bunu kendinize özgü bir biçimle gerçekleştireceksiniz, bunları yaparken de ilginç, değişik, çağdaş ve küresel nitelikleri sergileyeceksiniz…
Yazdıklarıma karşı acımasızım. Onların çoğu sürekli bir didişmenin ürünüdür. Öykülerimi yayımlamadan önce dinlenmeye bırakırım. Son biçimlerini aldıklarına güvendiğim anda yayımlarım ancak…

Tarık Dursun K. yazarlık serüvenini anlatıyor.
Tarık Dursun K
Yazar, insana bakmasını bilendir
Tarık Dursun K..: Yazarlık bana sorarsanız, bir yetenek işidir; bir üretken olmadır, kendini disiplin altına almaktır, yazmayı olabildiğince sürdürmektir, fakat gerçekte “aslolan”; bunların hepsini devşirecek, yazarı yazar kılacak insanı değerlendirme yetisinin varolması zorunluluğudur. Yazar, insana bakmasını bilendir. İnsanın sorunlarına eğilen, ona kendinden de bir şeyler katabilme özverisiyle yaklaşan, onu her türlü gerçeği ile birlikte kendi bilinç süzgecinden kâğıt üzerine dökebilendir. Ha deyince olmaz bu da. Bir ustalar katmanını değerlendirecektir önce. Nasıl yazıldığına, nasıl değerlendirildiğine, nasıl biçimlendirildiğine bakacak, onu özümseyecek, ona öykünecektir. İnsanın yaptığı her şeyin doğanın, doğadakinin bir öykünmesi olduğu savı doğrudur. Yazar da bunu yapar romanında, hikâyesinde. Ne var ki, değiştirir, yeniden biçimlendirir, olması gerektiği, gerekliliğine inandığı doğrultuda oluşturur. Yeniler onu, yaratır. Yazarı yazar yapan, “sıradan” ya da “alelade”likten çıkaran da bu yanıdır. Böyle bir yanı olmayan da yazardır elbet, ama “işte öyle bir yazar”dır: Kimliksiz, kişiliksiz, yarınsız bir yazar.

Yazıya girişin bir ses tonu olmalıdır
Server Tanilli yazarlık serüvenini anlatıyor.
Server Tanilli
Server Tanilli: Bir yazıyı yazmadan önce, sahneye çıkacak bir sanatçı gibi hazırlanırım; senaryo önemlidir, ama onun icrası da önemlidir. Yazıya girişin bir ses tonu olmalıdır. Yazı, kendi içinde çeşitli aşamalardan geçer ve sonunda konu, en can alıcı bir vurgulama ile noktalanmalıdır. Örneğin Cumhuriyet’te cuma günleri yayımlanan her yazım, birkaç günümü alır. Şu hesapça, gazeteci olsaydım, her gün bir yazı yazamayacağıma göre aç kalırdım. Ama her gün bir yazı yazanlara da gıptayla bakmışımdır.


Feridun Andaç tarafından derlenen Yazarın Kitabı
Yazarın Kitabı
Hayranlık duyduğumuz, yapıtlarını beğenerek okuduğumuz yazarların yazım serüvenleri çoğumuzun ilgisini çeker. Bir okur olarak çıktıkları edebiyat yolculuğunda hangi süreçlerden geçtiklerini, yazarlığa doğru nasıl yol aldıklarını ve yazmaya, yazar olmaya nasıl karar verdiklerini merak ederiz. Feridun Andaç'ın 50 yazara yönelttiği, "Okuma serüveninden yazma eylemine uzanan yolunuzu anlatan bir deneme yazar mısınız?" sorusuna verilen yanıtlar, bu konuya ışık tutuyor. Mutlaka okunmalı.
Devamını Oku

16 Ağustos 2013 Cuma

Yaratıcı yazarlık eğitimi ne kadar etkili?

Mustafa Kemal Üniversitesi öğretim üyelerinden Yardımcı Doçent Mehmet Temizkan tarafından yapılan bir araştırmaya göre yaratıcı yazarlık eğitiminin öykü yazma becerisini geliştirmede geleneksel yazma eğitiminden daha etkili olduğu tespit edildi. 

Yaratıcı yazarlık yazar olmakta ne kadar etkili?
Yaratıcı yazma etkinliklerinin yükseköğretim öğrencilerinin öykü türünde metin yazma becerileri üzerindeki etkisini belirlemek amacıyla kurgulanan araştırmada öntest sontest kontrol gruplu model kullanıldı.
Araştırmanın örneklemini Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü 1. sınıflarından birinci öğretim 1/A şubesi (deney grubu) ve ikinci öğretim 1/B şubesi (kontrol grubu) oluşturdu. Araştırmaya toplam 60 öğrenci katıldı ve 10 hafta boyunca uygulanan yaratıcı yazma etkinlikleri sonucunda elde edilen veriler “Öykü Yazma Becerisi Ölçeği” doğrultusunda değerlendirildi. Araştırma sonucunda deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin öykü yazma becerisi ölçeğine göre son testte almış oldukları puanlar arasında deney grubunun (yaratıcı yazarlık eğitimi alan grup) lehine sayısal açıdan anlamlı bir fark olduğu belirlendi.

Yaratıcı yazma etkinlikleri yapılmalı!
Araştırma sonucunda yaratıcı yazma etkinliklerinin öykü yazma becerisini geliştirmede geleneksel yazma eğitiminden daha etkili olduğu ortaya çıktı. Ayrıca yaratıcı yazma etkinlikleri öykü yapısının içerik, planlama, karakterler, mekân ve zaman gibi yazma öğelerinde deney grubunun lehine anlamlı bir etki oluştu. Araştırmanın tavsiye bölümünde Türkçe derslerinde yaratıcı yazma etkinliklerine yer verilmesi ve yazmaları için öğrencilere güven ortamı sağlanması gerektiği belirtildi. Öğretmen yetiştiren kurumların ilgili bölümlerinde yaratıcı yazma dersleri oluşturulması, öğretmen adaylarının yaratıcı yazmanın hem kuram hem de uygulama yönleriyle nitelikli bir biçimde yetiştirilmesi gerektiği de vurgulandı.
Araştırmanın tam metnine buradan ulaşabilirsiniz.

Yaratıcı yazarlık hakkında diğer araştırmalar
Yaratıcı yazma etkinliklerinin eğitim öğretim ortamlarında verimli bir şekilde kullanılabileceğine ilişkin başka araştırmalar da bulunmaktadır. Albertson, Billingsley ve Felix’in (2001) birlikte yaptıkları araştırmada strateji öğretimi ve öz düzenleme (self-regulation) becerisi ile yaratıcı yazma becerileri arasındaki ilişki incelenmiştir. Araştırmada yaratıcı yazma etkinliklerinin uygulanmasından sonra öğrencilerin öz düzenleme becerilerini de kullanarak daha nitelikli metinler yazdıkları ortaya çıkmıştır. Ediger (1994) çalışmasında öğrencilerin yaratıcı yazma becerilerini geliştirebilecek bazı etkinlikler önermektedir. Bunlar arasında arka arkaya gösterilen saydamların içeriğini mısra, dize, düz yazı gibi farklı şekillerde özetleme, uzun sayılabilecek masallar yazma, resimlerden hareketle şiirler yazma, bir metnin sonuç bölümüne ek yazma, metne farklı bir sonuç yazma, metnin içeriğindeki bazı noktaları değiştirme, kitaplardan seçilmiş bir karakterle görüşme yapma gibi etkinlikler yer almaktadır.

Yaratıcı yazma becerisi geliştirilebilir!
Çalışmada yaratıcı yazma ile ilgili bu etkinliklerin öğrencilerin olaya dayalı metin yazma becerilerini geliştireceği vurgulanmaktadır. Salim (2003) araştırmasında bellek geliştirme etkinliklerinin hem okuduğunu anlama hem de yaratıcı yazma becerisi üzerinde olumlu etkilere sahip olduğunu belirlemiştir. Bu durum yaratıcıcılık ve yaratıcı yazma becerisinin geliştirilebilir olduğunun bir göstergesidir. Kutno (1993) 6. sınıf düzeyindeki öğrencilerin olaya dayalı türlerde yazı yazma yeteneklerini geliştirmek amacıyla uyguladığı 14 haftalık bir program sonunda yaratıcı yazma etkinliklerinin öğrencilerin olaya dayalı metin yazma becerileri üzerinde olumlu yönde etkili olduğunu belirlemiştir.

Bir araştırma da Singapur’da 
Majid, Kay ve Soh (2003) Singapur’daki ilköğretim öğrencilerinin yaratıcı yazma becerilerini geliştirmek amacıyla bir “Yaratıcı Yazma Program”’ı uygulamışlardır. Programda öğrencilerin ilgilerini çekebilecek nitelikte olmasına özen gösterilen “Doğaüstü, Uzayın Derinliklerine Yolculuk, Cesaretli İnsanlar, İcatlar ve Mucitler” temaları üzerinde çalışılmıştır. Elde edilen veriler “özgünlük, akıcılık, esneklik, seçicilik, sözcük zenginliği, cümle yapısı ve dil bilgisi açısından doğruluk” alt boyutlarını içeren bir ölçme aracıyla değerlendirilmiştir. Sonuç olarak “Yaratıcı Yazma Programı” uygulanan öğrencilerin yaratıcı yazma becerilerinin ölçekte bulunan her bir alt boyut doğrultusunda deney öncesine göre anlamlı bir düzeyde geliştiği belirlenmiştir.

Yazamayanlar küçük öykü yazmaya başladı! 
Mehmet Temizkan’ın araştırmasını destekleyen önemli çalışmalardan birisi de Conroy ve arkadaşları (2009) tarafından gerçekleştirilmiş. Bu çalışmada araştırmacılar ilköğretim öğrencilerinin yazmaya ve özellikle de yaratıcılığa yönelik isteklerini artırmayı amaçlamaktadır. Bu amaçla araştırmacılar çoklu zekâ kuramına uygun olarak bir “Writer’s Workshop Program” hazırlamışlar ve bunu öğrencilerle birlikte uygulamışlardır. Araştırma boyunca araştırmacıların uyguladıkları etkinlikler sonucunda öğrencilerin yazılı anlatım beceri düzeyleri % 55’ten % 72’ye yükselmiş. Uygulama öncesinde velilerin % 22’si çocuklarının evde serbest yazmaya zaman ayırdıklarını belirtirken bu oran uygulama sonrasında % 39 olmuştur. Uygulama öncesinde hiçbir konuda yazı yazmadıklarını belirten öğrencilerden % 21’i uygulama sonrasında küçük öyküler yazmaya başlamıştır. Araştırmacılar uygulamadan sonra öğrencilerin özellikle yazmanın planlanması, yaratıcılık, cümle yapısı, öykü ögeleri konularında kendilerini geliştirdiklerini belirtmektedirler.
Devamını Oku

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Dilek Balonu (Öykü)

Dilek Balonu adını taşıyan bir öykü.
Sıkıntıdan patlıyordu. Günlerden cumartesiydi ve onu kimse aramamıştı. Yalnızdı. Öğle üzeri evden istemeyerek çıktı. Nereye gideceğini bilmeden yine düştü yollara.
Bakırköy’e gitmeye karar verdi sonra. Otobüse bindi. Umutsuzdu. Günün ne getireceğini bilmiyordu, belirsizlik tüm zihnini kaplamıştı. İşsizdi. Mevsimlerden yazdı. Şehir boşalmış, insanlar gönlüne göre bir tatil beldesi seçmiş ve çok sevdikleri, bir o kadar da nefret ettikleri İstanbul’u terk etmişlerdi.

Bakırköy eskisi kadar olmasa da yine de kalabalıktı. Meydandan aşağıya indi. Pusuya yatmış İngilizce kursu simsarlarının arasından geçerek İstanbul Caddesi’ne vardı. Caddenin en havalı alışveriş merkezine doğru yoluna devam etti. Müdavimi olduğu, filtre kahvesine bayıldığı, ikonu denizkızı olan meşhur kahve dükkânları zincirinin en üst kattaki kitapçıya komşu, teras katında oturmaya niyetlendi. Ama önce bunaltan Ağustos sıcağından kaçmak, birkaç kitap karıştırıp içinden pasajlar okumak için kitapçıyı dolaşmaya karar verdi.

Kitapçının geniş kapısından içeri girdi. Müzik market bölümüne ilgi göstermeden çiçek bahçesini çağrıştıran kitap raflarının arasında dolaşmaya başladı. İlgi alanlarına göre ayrılmış rafların birinden gözüne kestirdiği bir kitabı seçiyor, önce kapağını inceliyor, arka kapak yazısına üstünkörü bakıyor, sonra rasgele bir sayfa açıp içinden pasajlar okuyordu.

Ara sıra kırmızı kalp logosuyla tanınan Türkiye’nin en köklü yayınevlerinden birinin kundaktaki bebek gibi plastikle kaplanmış kitaplarına rastlıyor, kitabı açamadığından sadece arka kapak yazısını okuyabiliyordu. İçinden yayınevine kallavi bir küfür salladıktan sonra “Okuyucuyu neden reklâm kokan arka kapak yazısına mahkûm ederler ki? Yazık. Oysa kitabın içinden bir cümle okuru kolayca tavlar.” diye söyleniyordu.

Ne aradığını bilmeyen çocuklar gibi dolaşmaya devam etti. Dünya klasikleri bölümüne geldiğinde ilk olarak Karamazof Kardeşler gözüne çarptı. Okuma alışkanlığının başlangıcı olan kitabı özenle eline aldı. Eski bir sevgilinin fotoğrafına bakan aşık gibi hissetti kendini. Yüzünde anılarının canlandığını belli eden bir tebessüm belirdi. Kitabın yazarı Dostoyevski’nin psikolojik tahlilleri sayesinde genç yaşında insanları, hayatı daha iyi kavradığını unutmamıştı. Bilge yazar kitabıyla ona, insan ruhunun karanlık, gizemlerle dolu yanlarını armağan etmişti. Romanın kahramanı Alyoşa da hala zihninin bir köşesinde saklı duruyordu. Bu kitap sayesinde Rus edebiyatına yelken açmıştı. Tolstoy, Turgenyev, Gorki gibi dönemin üstatlarının kaleminden, Çarlık Rusyası’nın arka planda olduğu hikâyeler okumuş, bilmediği bir dünyayı keşfe çıkmıştı. İçlerinden onu etkileyen en çok Puşkin’in Yüzbaşının Kızı adlı romanı olmuştu.

Klasikler rafının ikinci katında Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi adlı romanı “Ben de buradayım!” der gibi ona bakıyordu. Paris ve Londra’da geçen hikâyeden aklında kalan en ilginç ayrıntı on yedinci yüzyılın sonlarında Paris’te kanalizasyon şebekesi olmadığı için insan dışkılarının sokaklardan oluk oluk akmasıydı. Bu nedenle kadınlar elbiseleri boka batmasın diye yüksek topuklu ayakkabılar giyiyordu. Şimdilerde kadınların tutkunu olduğu bacaklarını biçimlendiren topuklu ayakkabıların ortaya çıkış öyküsü böyle ilginç bir nedene dayanıyordu. Elbette o dönemde temizlikten nasibini alamamış Fransız toplumunun kötü kokuları bastırmak için ürettiği parfümlerin dünyanın en güzel ürünleri olması da daha sonraları çok sevdiği Koku romanını okumasına vesile olacaktı.

Romandan aklında kalan sadece bu küçük ayrıntı değildi. Yazar hakkında bilgi veren bölümü okuduğunda sıra dışı bir anekdotla karşılaşmıştı. Yazar, turistik bir gezi için New York’a ziyarete gittiğinde onu tüm şehir halkı karşılamış, sokaklarda uzun kutlama kortejleri oluşturmuş. Kalabalıkların arasında halkı selamlayarak gezen Charles Dickens’ın başından aşağıya gül yaprakları ve konfetiler dökülmüş. Amerika’daki hayranları tarafından zamanımızın pop yıldızları gibi karşılanan yazar, New York limanından sandık sandık kitabın Amerika’ya taşındığına da şahit olmuş. Bu olay on sekizinci yüzyılda çok okuyan bir topluma sahip olan Amerika’nın neden icatlar çağının anavatanı olduğunun ispatıydı.

Vakit öldürmek için plansızca başladığı gezisine devam etti. Elindeki kitaptan bir şeyler okuyan genç okurların arasından geçti. Türk edebiyatı bölümüne geldiğinde uğramadan yapamadığı bir yazar onu yeni kitabıyla selamladı: Murathan Mungan imzalı Tuğla. Son dönem Türk edebiyatın dili en iyi kullanan yazarlardan biri olan Mungan’ın şiirleri sayesinde pek çok güzel dilberin gönlünü çalmıştı. Kapak fotoğrafını biçimsiz bulduğu kitaptan birkaç satır okudu. Onu tavlayacak cümleyi bulamadı. Kitabı yerine yerleştirdi ve oradan ayrıldı.

Gözleriyle rafları takip ediyor, küçük adımlarla oradan oraya dolanıyordu. İnsanın ruhunu dinginleştiren kitapçının serin havasına arka fondaki duygusal şarkının melodisi eşlik ediyordu. Sayıca kadınların fazla olduğu kitap gezginleri bal arısı gibi raflarda çiçek açan rengârenk kitapları tek tek ziyaret ediyordu.

Her çiçekten bal almalı sözünün hatırına kişisel gelişim kitaplarına da göz gezdirdi. İnsanı gaza getiren cümlelerle, uygulamalarla dolu kitaplar meleklerden yardım istemekten tutun da kaderinizi yönetmeye kadar evrenin tüm sırlarını size ifşa ediyordu. Kuantum kelimesi kitap isimlerinin en popüler sözcüğüydü. Fizikçiler tarafından gizemi halen çözülememiş kuantum teorisinin hayata olan etkisini anlatan kişisel gelişim kitapları, okuyanına mucizelerle dolu bir yaşamın kapılarını açtığını iddia ediyordu. Zenginlere mutluluk, bekârlara kısmet, yoksullara para, yalnızlara sevgili, eziklere cesaret vaat eden kişisel gelişim kitapları falcılar gibi sizi avucunuza alıyor, inanmasanız da zihninizi fethetmeyi başarıyordu. Kitaplardan birinde okuduğu birkaç cümleden sonra Murat’ın yüzünde alaycı bir ifade belirdi. “Saçmalık!” diyerek kitabı aldığı rafa koydu. O bölümden ayrılırken John Lennon’un bir sözünü tekrarladı: “Hayat gelecek için planlar yaparken başımıza gelenlerdir.”

Kitapçıdaki yolculuğu neredeyse bir saatti bulmuştu. Günün başlangıcındaki can sıkıntısı gitmiş, yerine her biri farklı bir dünyanın kapısını aralayan kitapların insana huzur veren dinginliği gelmişti. Arada sırada kafasını kaldırıyor, neler olup bittiğine bakıyordu. Kırmızı tişörtlü mağaza görevlileri rafların arasında geziniyor, kimisi dağılmış kitapları düzene sokuyor, kimisi de aradığı kitabı bulamayan kitap kurtlarına yardım ediyordu. Müşterilerden bazıları da DVD bölümünde sevdiği filmlere bakınıyordu. Müzik CD’lerinin olduğu kısım ise oldukça ıssızdı. İnternetten bedava indirilen şarkılar yüzünden müzik bölümü öksüz kalmış, eski şaşalı günlerini geride bırakmıştı.

Tekrar kitaplara döndü. Dünya edebiyatı bölümüne geldiğinde onu bu rafın kralı olan Jean Paul Sartre selamladı. Üniversite yıllarında tanışmıştı onunla. İlk olarak İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç, oluş ve bitiş dönemlerini ele aldığı üçlemesi olan Bekleyiş, Tükeniş ve Uyanış adlı kitaplarını okumuştu. Zamanın ruhunu bu kadar iyi yansıtan başka bir yazarla tanışmamıştı henüz. Sözcüklere gösterdiği özen, kahramanlarının iç dünyasına yaptığı yolculuk, ortaya koyduğu felsefe onu çok etkilemişti. Varoluşçu akımın kurucu babası sayılan Jean Paul Sartre’ın en çok takdir ettiği davranışı ise birçok romancının almak için takla attığı Nobel edebiyat ödülünü reddetmesiydi.

Yazarın Bulantı adlı kitabının sayfalarını karıştırırken, omuz hizasındaki kitap rafının karşı tarafında siyah kalın çerçeveli gözlükleri burunun üzerine düşmüş esmer kızı gördü. Bakışları kızın üzerine düşer düşmez soğuk bir ürpertinin teninde gezindiğini hissetti. Şaşkınlığını atlatınca kızın görünümünü incelemeye başladı. Koyu kırmızı kalın dudakları, pürüzsüz boynunun vücuduyla birleştiği yere kadar kesilmiş kömür karası saçları, düşünceli bakışlara sahip zeytin gözleriyle uyum içindeydi. Göğüs kısmı hafiften açılmıştı. Esmer teninin üzerindeki siyah renkli parlak taştan yapılmış irice haç göze çarpıyordu.

Kızın elindeki kitabı göremese de sayfalarını dikkatlice incelediğini bakışlarından anlıyordu. Kitabı bıraktıktan sonra gözleri özenle raflardaki kitaplarda geziniyor, içlerinden birini kuğu gibi zarif bir hareketle ele geçirip incelemeye başlıyordu.

Murat, kızı takip etmeye başladı. Hangi bölümde durursa onu karşıdan gören bir yer seçiyor, elindeki kitabı yalancıktan karıştırıyormuş gibi yapıyor, gözlerini ondan alamıyordu. Bir ara yan yana geldiklerinde belli etmeden ara sıra yan gözlerle kıza kaçamak bakışlar atıyordu. Siyah daracık bir şort giymişti. Yaz güneşinin izlerini taşıyan kalın fakat biçimli bacakları pervasızca ortadaydı. Üzerindeki gri tişörtte bir takım iç içe geçmiş harflerden oluşan bir güruh bulunuyordu. Bol tişörtüne rağmen büyük göğüsleri varlığını belli ediyordu. Tahminen yirmili yaşların ortasında olan genç kızın ayağında Converse ayakkabıları vardı. Çorap giymemişti.

Murat ne olacağını umursamadan efsunlanmış gibi kızın peşinde dolanıyordu. Avını pusuda yatmış bekleyen, az sonra saldıracak olan aslan gibi tanışma planları kurguluyordu. Bir ara yanına gidip sıradan bir kitapçıda tanışma tiyatrosu oynamaya karar verdi. Tiradları belirledi, konuşmanın akışını tasarladı. Sonra vazgeçti. Sıkıcı bulmuştu bu fikri. Bu sırada kız sevinçle gülümsedi. Yavrusunu okşayan bir anne gibi ellerini bulduğu kitabın üzerinde gezdirdi.

Murat kızın raftan aldığı kitabı aklına nakşetti. Kasaya doğru gittiğini görünce telaşlandı. Kızı kaçıracaktı. Kaygılı gözlerle her hareketini izliyordu. Esmer kız kitabın parasını ödedi. Kasiyerin poşete koyduğu kitabı aldı. Kitapçıyla iç içe geçmiş kahve satış bölümüne yöneldi. Kasadaki satış görevlisine küçük bir gülümseme ile siparişini verdi. Birkaç dakika sonra genç kızların yaz mevsimindeki favori içeceği buzlu sütlü kahvesini aldı. Terasa açılan kapıdan içeri girdi.

Murat derin bir oh çekti. “Şimdi biraz beklemeli, beş dakika sonra terasa çıkmalı.” diye içinden geçirdi. Kitapçıda bir aşağı bir yukarı yürüyor, nezarete düşmüş sabırsız zanlı gibi volta atıyordu. Vakit geçmek bilmiyor, raflardaki kitaplar da artık onu avutamıyordu. Daha fazla dayanamayacağını anlayınca filtre kahve almak için sıraya girdi. Uzun saatler çalışmaktan yorulmuş yüzü, kızarmış gözleri, memnuniyetsizliğini belirten sarkık dudakları olan kasiyer kıza siparişini verdi. Çok geçmeden kâğıttan yapılmış kahve bardağını kaptığı gibi kendini terasa attı.

Teras kapısının önünde duraksadı. Kalabalık arasında az önce kitapçıda takip ettiği kızı arıyordu. Ortadaki masalardan birinde onu elindeki günlüğü okurken buldu. Bacaklarını dizlerinden kırmış, yanındaki boş sandalyeye koymuştu. Murat dikkat çekmemek için etrafına aldırmayan bir tavırla kızın karşısında bulunan boş masaya oturdu. Çantasından çıkardığı bir kitabı okuyormuş gibi yaparak alımlı esmer kızı izlemeye başladı. Birkaç dakika sonra ortamdaki garip havayı sezinledi. Mekândaki avcı erkekler beleş et bulmuş çakal gibi bir noktaya gözlerini dikmiş, kızın bacaklarını dikizliyorlardı.

İstanbul’un kızlarında olmayan bir hali, buralardan olmadığını belli eden bir tavrı vardı. Etraftaki erkeklerin bakışlarına aldırmadan kendi keyfine göre takılıyordu. Kafedeki diğer kızlar da sinir olmuşlardı bu rahat tavırlı kıza. Kara melek gibi cazibesiyle bütün erkeklerin bakışlarını kendinde toplamıştı. Diğer kızlar ilgi fakiri kalmıştı.

Murat ilk bakışta kızı güzel bulmamıştı ama alımlı, çekici olduğu su götürmezdi. Zaten güzellik kavramı göreceli bir şeydi. Tornadan çıkmış gibi standart ölçülerde, gözlerindeki ışığı sönmüş, etrafa yalancı gülücükler saçan, mal mülk bakımından zengin, ancak ruh fakiri kızlar güzel olabilirdi. Ancak kadının gerçek güzelliği içten gelen ışığın bir kristal elmas gibi yüzünden, gözlerinden yansımasında saklıydı. Kadını farklı kılan o ışığın rengi, tonuydu. Kozmetik tutkunu kadınların fark edemediği de işte buydu. Bu yüzden uyuşturucu müptelası gibi kullandıkları kozmetik ürünler yüzünden ruhları doz aşımından zamanla ölüyordu. Oysaki kitap okumak, hayatı dilediğince yaşamak insanın ruhunu besliyor, farklılığını ortaya çıkarıyor, ışığını güçlendiriyor ve kadınları çekici kılıyordu.

Murat’ın aklından bu düşünceler geçerken kara kız bezle kaplanmış, arka kapağında küçük bir kilidi olan ve üzerindeki kalp kabartmasında Love yazan pembe renkli günlüğünü okumaya devam ediyordu. Masasındaki poşette de az önce kitapçıdan satın aldığı kitap duruyordu. Günlüğünü okurken kara kızın yüzünde ara sıra bir çocuğun saf gülüşüne benzer sıcak, samimi bir tebessüm beliriyordu. Bazen de vişneçürüğü dudaklarını ısırıyor, gözleri şaşa kalıyor, heyecanla nefesini tutuyordu.

İki yabancı bir ara göz göze geldiler. Bu ilk temastan sonra birkaç kaçamak bakış daha yaşandı. Kız onu fark etmişti ama aldırış etmedi. Bir şeyler okurken sıklıkla yaptığı gibi parmaklarını sırayla masaya vurmaya başladı. Murat kızın parmaklarını odaklandı. Önce serçe, sonra yüzük, sonra orta ve en sonunda da işaret parmağı masaya vuruyordu. Hipnoza girmek üzere olan birinin köstekli saati takip etmesi gibi parmakların büyüsüne kapıldı. İnce uzun tırnakların çıkardığı “çıt” sesinden başka bir şey duyamaz olmuştu.

Bu arada kız, günlüğünü okumayı bitirdi. Geçmişinde yaşadığı güzel anları hatırlamanın verdiği mutlukla etrafına neşe dolu bir gülücük fırlattı. Murat harekete geçme vaktinin geldiğini anladı. Daha fazla bekleyemezdi. Cesaretini topladı. Ayağa kalktı. Usulca kızın yanına seğirtti. Kafedekiler tiyatroya gelmiş seyirciler gibi meraklı gözlerle olacakları beklemeye koyuldular. Konuşmalar kesilmiş ses namına çıt çıkmıyordu. Masalardaki boş kağıt bardakları toplayan yeşil önlüklü garson bile durmuş onlara bakıyordu. Nefesini tutmuş herkes onları izliyordu. Rezil olursa büyük fiyasko yaşayacak, tanımadığı insanlara alay konusu olacaktı. Yüzüne güven veren bir ifade kondurdu ve kızla tok bir sesle konuşmaya başladı.

“Merhaba. Ben Murat. Günlüğünüzü okurken sizi izledim. Tatlı tatlı gülümseyişiniz çok hoşuma gitti. Sizin için de uygunsa sohbet etmek isterim?” Nerden çıktı şimdi bu sözler diye içinden geçirdi Murat, Türk filmlerindeki çapkın jönler gibi konuşmasını yadırgadı.

Kızın gülümseyen yüzü düştü, ciddi bir hal aldı.

“Ben ortada sohbet edecek bir neden göremiyorum.”

Kötü bir başlangıçtı. Teklifi reddedilmiş, asık bir suratla terslenmişti. Kafedekiler meraklı bakışlarla Murat’ın ne yapacağını bekliyorlardı. Pes etmeye niyeti yoktu.

“Eğer teklifimi kabul ederseniz pek çok ortak noktamızın olduğunu göreceksiniz. İnancım odur ki bu iyi bir neden olacak sizin için?”

Kız bir ara duraksadı. Alıcı gözüyle Murat’ı süzdü. Kafasını ikiye yana sallayarak “Sanmıyorum” dedi ve gitmesini ister gibi kafasını öne eğdi.

Murat ikinci kez bozguna uğramıştı. Son numarasını yapmak için atıldı.

“Peki. Bana bir şans verin size sohbet etmemiz için bir neden bulayım.

“Nasıl bir şans istiyorsunuz?”

“Eğer poşetiniz içindeki kitabın adını ve yazarını bilirsem benimle sohbet etmeyi kabul edeceksiniz? Anlaştık mı?”

Garip bir teklifti bu. Karşısındaki adam iddiasını ortaya atarken kendinden emin gözüküyordu. Kitabın adını ve yazarını bilmesine imkân yoktu. Tutarlı bir tahminde bulunacak, cevabı bilemese de yine yüzsüzlüğe vurup “En azından denedim, çabamı takdir edip bunun için bile sohbet etmeliyiz” diye yine ısrar edecekti. Çabasını boşa çıkarmak, herkesin önünde onu rezil edip iyi bir ders vermek için teklifini kabul etti.

Murat gözlerini kapattı, kitabın içinde olduğu poşetin üzerinde elini gezdirmeye başladı. Bir sihirbaz edasıyla çenesini hafifçe yukarı kaldırıp eliyle kitabı sanki hissediyormuş gibi küçük hareketler yaptı. Kısa bir süre bekledikten sonra cevabını açıkladı.

“Poşetin içindeki kitabın adı… Buzdolabı Üzerindeki Kız. Ve yazarı… Etgar Keret.”

Kız şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacaktı. Birkaç saniye hareketsiz kaldı. Murat buna aldırış etmeden poşeti eline aldı ve içinden kitabı çıkartarak onları izleyen kalabalığa gösterir gibi havaya kaldırdı.

“Daha bitmedi. Madem ikna olmak istiyorsun sana bir sürprizim daha var.”

Elini çantasına attı. Kitaplarının içinden birini alarak kıza doğru uzattı. Poşetten çıkan kitabın aynısı onda da vardı.

“Sanırım bu sohbet etmemiz için iyi bir neden.”

Kızın şaşkınlığı iki kat arttı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Ava giderken avlanmıştı.

“Nerden bildin kitabın adını?” diye çıkıştı sonra.

“Bu da benim sırrım olsun. Ayrıca Etgar Keret okuyan kızlara buralarda pek rastlanmıyor.”

Aslında Murat Etgar Keret’i daha önce hiç okumamıştı. Kızı kitapçıda gizlice takip etmenin verdiği bir avantajdı sadece. Teklifi beklemeden masaya oturdu. Kafedekiler olup biteni dedikodusunu yapmak için sohbetlerine geri döndüler.

“Daha önce de söylemiştim ama tekrarlayayım, benim adım Murat.”

“Aline”

“Değişik bir isim, anlamı ne?”

“Işığın kaynağı anlamına geliyor.”

“Sıra dışı. Türk değilsin sanırım?”

“Hayır, Ermeniyim.”

“Buralardan değilsin galiba daha çok turiste benziyorsun.”

“Aslında ben de Amerika’dan yeni geldim. Bi bakıma turist sayılırım. Okul bitti, ne iş yapacağıma henüz karar veremedim. Kendimi dinliyorum bu aralar. Bir gün cevabını bulunca kolları sıvayacağım.”

“Ne okudun”

“Amerikan dili ve edebiyatı.”

“Ben de sosyoloji mezunuyum”

“Öyle mi ah ne kadar özenmiştim ama kısmet olmadı işte. Nerde çalışıyorsun?

“Üç aydır çalışmıyorum. Uzun yıllar gazetecilik yaptım. Günlük haber akışından sıkıldım. Başka bir mecrada şansımı denemeye karar verdim.”

“Sevindim senin adına. Ne işle uğraşıyorsun?

“Edebiyata meraklandım. Aslında daha önceleri bir yazarlık atölyesine de katılmıştım. Ama yolumu çizememiştim ve nasıl yazacağımı da bilmiyordum. Geçenlerde tesadüfen bir kitap buldum. O bana ışık oldu, yüreklendirdi. Yeniden yazmaya başladım.

“Ne güzel, roman mı, öykü mü yoksa deneme mi yazıyorsun?

“Kısa öyküler yazıyorum. Yayınlanması için değil, sadece alıştırma olsun diye. Yabancı dil öğrenmek gibi. Bilirsin konuşmak için dilin kemiği kırılmalı diye bir tabir vardır. Bu da öyle yaza yaza yazmayı öğreniyor insan. Kurmaca yazma alışkanlığı kazanmak için uğraşıyorum.”

Haklısın, nice yazar bu yoldan geçmiş. İlk yazdıkları ses getirmese bile sonrasında verdikleri eserler büyük olay olmuş.”

“Doğru yoldayım desene. Aslında yazdıklarımı yayınlanması düşüncesinden çok hoşuma giden hissettiğim hal. Yazarken kendimi tanrı gibi hissediyorum”

“Tanrı gibi hissetmek neden seni bu kadar keyiflendiriyor? Varolan dünyayı beğenmiyor musun?

“Kim beğeniyor ki bu gariban dünyayı? Çoğu insan halinden şikâyetçi. Mutlaka eksik bir yanı bizi mutsuz ediyor ve var olanı değiştirmeye çabalıyoruz. Hayat denilen şey de bu çabanın toplamı değil mi?”

“Öyle, ama insan yoruluyor yine de. Değiştirmeyi bırakıyor bir süre sonra. Kendi küçük cennetini kuruyor ve orada yaşamaya başlıyor. Gürül gürül akan bir nehrin kenarındaki küçük su birikintisinde yaşayan kurbağalar gibi.

“Edebiyat benim için bu sanırım kendi küçük su birikintim.”

“Yetmez! Başka uğraşlar, küçük cennetler tatmin etmiyor insanı. Tüm tehlikesine rağmen hayat nehrinde olmak istiyor.”

“Belki de hayata duyulan aşk budur, hayatın bilinmeyen olasılıklar dünyasına atılmak için ihtiyaç duyduğumuz cesaret.”

Suskunluk oldu. Güneş veda ederken dünyaya alacakaranlık ortalığı kaplamak üzereydi.

“Yeşilköy sahile gitmeye ne dersin, dolunay da çıkacak, deniz kenarında oturur izleriz.”

Aline bu ani teklif karşısında biraz düşündü. Ölçtü biçti. Olasılıkları hesapladı.

“Peki. Etgar Keret’in hatırına ama. Sana güveniyorum. Yüzümü kara çıkartmazsın umarım.”

Murat kafeden çıkarken adeta zafer kazanmış bir komutan edası ile etrafındaki çakallara sadece erkeklerin anlayabileceği “Kız artık benim!” der gibi bakış fırlattı.

Kısa bir tren yolculuğunun ardından Yeşilköy’e ulaştılar. Sahilin hemen girişindeki çay bahçesini geçtikten sonra deniz kıyısında, kumların üzerine oturdular. Dalga sesleri, gökteki ay ve yakamozlu denizdeki birkaç gemiden başka kimsecikler yoktu. Yeşilköy sahili Murat’a yitik aşkını gömdüğü Bodrum’u anımsatıyordu.

“Ben şiir de yazıyorum biliyor musun?”

“Beni etkilemeye mi çalışıyorsun yoksa?”

Gülüştüler. Murat’ın yanakları kızardı. Kabahati yüzüne vurulan masum bir çocuk gibi küçük yalanla savuşturmak istedi bu sözü.

“Yoo. Sadece seversin diye düşündüm. Bir de buraya gelince yazdığım bir şiir geldi aklıma.”

“Ezberinde var mı?”

“Var.”

“Okur musun?”

“Peki.”

Ses tonunu ayarladı ve okumaya başladı.

Deniz geceleri simsiyahtır,
Karanlık, ürkütücü bir dehliz gibi
Oysa denizin asıl rengi mavidir
Mavi umuttur, gelecektir
Ben, şimdilerde
Gecenin orta yerinde
Yapayalnız, kapkaranlık bir deniz gibiyim
Bana benliğimi ve ruhumu verecek olan
Güneşi bekliyorum.


“Güzel bir şiir. Kederin, özlemin, umudun sözcüklere işlemiş, ses olmuş. Sana da öyle gelmiyor mu, doğadaki her şey başka bir şeyle anlamlı. O olmadan sen var olamıyorsun. Tıpkı yaprak ve güneş gibi, toprak ve çiçek, gece ve gündüz…”

“Kadın ve erkek gibi…”

“Evet, kadın ve erkek gibi”

Can sıkıcı suskunluktan biri daha girdi araya. Sanki sözcükler onları bir sınıra getiriyor, ötesine adım atmaya cesaret edemiyorlar ya da vakitsizce olduğunu düşünüyorlardı.

Bu sırada, sahilin sol tarafında, turuncu bir ışık huzmesi göğe doğru yükselmeye başladı. Çok geçmeden bir tane daha, bir tane daha. Sanki kandiller havalanmış, balon olmuş uçuyorlardı. Gökyüzünde adeta ateş böcekleri gibi dans ediyorlardı. “Bunlar ne?” diye sordu Aline. “Dilek Balonu” diye yanıtladı. “Kağıttan bir balonun içinde yanan bir kandil var. Sıcak hava sayesinde uçuyor. Balonu havaya bırakmadan önce bir dilek tutuyorsun. O yüzden adını Dilek Balonu koymuşlar.” Manzara harikaydı, denizin üzerinde onlarca balon karanlık gökyüzüne umut taşıyordu.

“Hadi biz de bir dilek tutalım” dedi. Önde Aline arkada Murat koşa koşa baloncunun yanına gittiler. İçlerinden birini seçtiler, gözlerini kapattılar el ele tutuştular. Birbirlerinden habersizce, ruhlarının bir köşesinde, kimsenin bilmediği bir yerde tuttukları en gizli dileklerinden birini seçerek dilek balonu ile gökyüzüne yolladılar. Balonun yükselişini izlerken öylece birkaç dakika durdular. Yan yana duran elleri istemsizce kavuştu. Bir yabancı elin sıcaklığını hissetmek hoşlarına gitmişti. Balon yükseldikçe yükseliyor diğer dilek taşıyan balonların arasında yerini alıyordu. Dalga seslerinin eşliğinde sahilde yürüyerek eski yerlerine dönerken Aline “Söyle bakalım ne diledin?” diye atıldı merakla, heyecanla. Murat hiç sektirmeden, araya boşluk almadan “Seni yaşamayı diledim” dedi.

Aline afalladı. Ne demek istediğini çok iyi anlamasına rağmen bir an inanamadı bu söze. Daha önce duyduğu diğer sözler gibi yapmacık geldi bir an, aniden ortaya atılmış anlık bir istek gibi. Ama sonra düşündü, onu sadece yaşamayı dileyen birine önceden hiç rastlamıştı. Etrafındaki insanların tek derdi ona verilen görevi yerine getirmesiydi. Annesi, babası, öğretmeni, arkadaşları ve eski sevgilileri. Hayatındakiler onun belli kalıplar içinde davranmasını, yaşamasını istiyordu. İlk defa tanımasa da onu sadece yaşamak isteyen birine rastlamıştı. Murat Aline’nin çatal karası gözlerine baktı, sözlerini sürdürdü.

"Bilmiyorum bu ne kadar sürer, birkaç saat mi, bir gün mü, hafta mı ay mı yoksa yıllarca mı ama seni gördüğümde ilk hissettiğim şey seni yaşamaktı."

Aklı kaybolup gitmişti. Sanki bu sözler, çoktandır kilitli tuttuğu, içinde ruhunun özünü sakladığını ve herkesten gizlediği karanlık kuytu odasının anahtarı gibiydi ve kapı hiç beklemediği bir anda açılmıştı. Cennet bahçesinden iki gül gamze olup konuverdi yanaklarına, peşi sıra iki damlayla. Ne yaptığını düşünmeden, kollarını Murat’ın boynuna doladı, dolgun dudakları ile sonrasında hayatında en çok sevdiği insan olacak adamı usulca öpmeye başladı.
Devamını Oku

6 Ağustos 2013 Salı

Yazarlardan yazma üzerine özdeyişler!

Yazma sanatı üzerine yazarların sözlerini aktarmak istedim sizlere, yazarların yazıya ve yazma eylemine bakışını bir de özlü sözlerle onlardan dinleyelim.

Yazarlardan özdeyişler yazma eylemi üzerine, mutlaka okuyun.
Yazarların "yazmak üzerine" söyledikleri sözler yazma eylemine gönül vermiş insanlar için bir kıvılcım niteliği taşır. Tek satırlık bir söz daha önce anlamlandıramadığımız, manasını çözemediğimiz durumları çözmemize yarar ya da "Nereden başlamalı?" "Nasıl yazmalı?" "Ne yazmalı?" gibi aklımızı kemiren soruların ne kadar kof olduklarını bize hatırlatır. Bu yüzden önem veririm ustaların ne söylediğine. Bir çırpıda koyuverir önünüze yazma eyleminin ne olduğunu. Belki tamamını anlatmaz, belki de yanlı, öznel bir bakış açısıdır ama olsun, yine de umut olur genç yazarın çabasına. Bu sözleri Ege Edebiyat adlı bir siteden aldım, ziyaret etmenizi öneririm yazarlık adına çok derin çalışmalar, araştırmalar var. Bakalım neler söylemiş üstatlar yazma eylemi üzerine. Siz de en sevdiğiniz sözü seçin, nedenini yazın, lütfen yorumlayın.

Yazma eylemi üzerine özdeyişler!
  • İnsan her şeyden önce kendisi için yazmalıdır, iyi yazmanın biricik yolu budur. (Gustave Flaubert)
  • Yazmaya başlamadan önce düşünmeyi öğreniniz. (Nicolas Boileau)
  • İyi yazmak; iyi düşünmek, iyi hissetmek ve iyi ifade etmektir. Bu hem zeka, hem ruh, hem zevk sahibi olmayı gerektirir. (Buffon)
  • Sınırlandırmayı bilmeyen asla yazı yazamaz. (Nicolas Boileau)
  • Yirmi yaşında şiirler yazıyorsanız, bu yirmi yaşında olduğunuzu gösterir, kırkında şiir yazıyorsanız, bu şair olduğunuzu gösterir. (Francis Carco)
  • Yazmak, aynı zamanda susmak, söylememek, sesini kesmek demektir, gürültüsüz haykırmaktır. (Marguerite Duras)
  • Kim ki konuşur gibi yazıyor, kim ki çok güzel yazıyor, onun yazıları kötüdür. (Georges Louis leclerc)
  • Yazmak yaşamak demek değildir, yaşamanın dışına çıkmaktır. (Blaise Cendrars)
  • İyi yazmak için tabii bir kolaylığa ve tecrübeyle öğrenilmiş zorluğa sahip olmak gerekir. (Joseph Joubert)
  • Sağduyu, iyi yazmanın kaynağı ve prensibidir. (Horace)
  • Bir satırsız bir günüm yok. (Pline l’Ancien)
  • Coşkunluk, vecde gelmek bir yazarın ruh hali değildir. (Paul Valéry)
  • Yazmak, konu bütünlüğünü bölmeyen bir tarz konuşmadır. (Jules Renard)
  • Yazmak, topluma sırtını dönme mutluluğudur. (Jacques-Pierre Amette) 
  • Herkesin kullandığı kelimelerle ama herkesten farklı yazmalı. (Colette)
  • Düşünme yazma sanatının ilk adımıdır. (Emile Chartier)
  • Kötü bir şiir yazmak, iyi bir şiiri anlamaktan daha kolaydır. (Michel Eyquem de Montaigne)
  • Düşünmenin en iyi yolu, yazmaktır. (Pascal Quignard™)
  • Yazmanın ilk şartı, canlı ve kuvvetli bir hissetme tarzına sahip olmaktır. (Madame de Stael)
  • Kendiniz için yazın, böylelikle sizi başkaları da anlar. (Eugene Ionesco)
  • Yazmak için yaşamalı, yaşamak için yazmamalı. (Jules Renard)
  • Yazma yeteneğim olmadığını anlamam için on beş yılın geçmesi gerekti. Ne yazık ki kendimi yazmaktan alıkoyamadım: Çünkü geçen bu zaman içinde çok meşhur olmuştum. (Robert Benchley) 
  • İyi yazılar, anlaşılması kolay, yazılması zor olan yazılardır. (Wang Chung)
  • Yazmayı bilmek için okumayı bilmeli, okumayı bilmek için yaşamayı bilmeli. (Guy Debord)
  • Bütün yazarlar anlaşılmak için, kendilerini okuyucunun yerine koymak zorundadır. (Jean de la Bruyere)
Devamını Oku

1 Ağustos 2013 Perşembe

Yazı Evi Blog Yazarlığı ve Sosyal Medya Atölyesi Tanıtım Semineri

İyi bir blog yazarı olmak, mevcut bloğunuzu tasarım ve işlev bakımından geliştirmek, bloğunuzun ve kişisel markanızın sosyal medyada inşasını yapmak için Yeşim Cimcoz Yazı Evi'nde düzenlenecek Blog Yazarlığı ve Sosyal Medya Atölyesi tanıtım seminerine mutlaka katılın.

Blog yazarlığı, blog eğitimi ve sosyal medya atölyesi
Son yılların artan eğilimlerinden biri olan blog yazarlığı, ilgi alanlarını geliştirmek, yazma yetisini güçlendirmek ve üretilen metinleri insanlarla paylaşmak isteyenlere benzersiz fırsatlar sunuyor. Blog yazarı olmak veya etkileyici içerikler üretip sahip olduğu bloğu görünüm ve işlev bakımından geliştirmek isteyenlere yönelik kurgulanan ve Yeşim Cimcoz Yazı Evi tarafından düzenlenen Blog Yazarlığı ve Sosyal Medya Atölyesi tanıtım semineri uzmanlar tarafından keşfedilmemiş sekizinci kıta olarak adlandırılan sosyal medya dünyasının kapılarını size açıyor.

Seminer programında şu konulara yer verilecek

  • Blog nedir?
  • Neden blog yazmalı?
  • Bireysel yayıncı kimliği nedir?
  • Hedef kitle analizi
  • Blogu etkileyici ve işlevsel yapma
  • Blog yayın stratejisi
  • Blog yazarlığı
  • Blogdan kariyer elde etme
  • Neden sosyal mecralarda olmalıyız?
  • Sosyal medyanın kişisel/kurumsal kariyere katkısı
  • Sosyal medya mecralarının tanıtımı
  • Sosyal mecralarda kişisel markalaşma
  • Sosyal medya hesap yönetimi
  • Sosyal medya mecralarında içerik kurgulama
  • Sosyal medya mecralarında markalaşma
  • Sosyal medya ölçüm ve analizi
Kadıköy'de bulunan Yeşim Cimcoz Yazı Evi'nde sosyal medya uzmanı Okay Karaçay tarafından verilecek ve 20 Eylül Cuma akşamı 19:00 - 21:00 saatleri arasında yapılacak seminere katılmak için yazievi@yesimcimcoz.com veya 0533 715 09 33'e mesaj atarak kayıt yaptırabilirsiniz. Seminere katılım ücreti 50 TL dir. Atölyeye kayıt yaptıranların seminer katılım ücreti ders ücretine dahil edilecektir.
Atölye hakkında ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Atölyenin facebook etkinlik sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.
Devamını Oku

Elif Şafak: Depresyondan korkma!

Yazar Elif Şafak, The Telegraph'ın internet sitesinde yer alan metninde yazarlara 11 öneride bulunuyor. Önerilerden en dikkat çekici olanı ise “depresyondan korkma, o senin yolculuğunun ayrılmaz parçasıdır.”

Zaman zaman yazarların yazma ya da yaratıcı yazarlık ile ilgili önerilerini maddeler halinde karşımıza çıktığını görüyoruz. Elif Şafak da The Telegraph için yazarlar için ışık tutacak önerilerin yer aldığı bir metin kaleme almış. Kendi yazarlık yolculuğunda keşfettiği bu önerilerden beni en çok etkileyen depresyonla ilgili olan kısım oldu. Depresif bir hal her yazarın başına gelen, bazen onu engelleyen bir şey olmasına karşın derdi olan her yazarın kaçamadığı, belki de zorunlu bir hal. Bilmiyorum sizler yazarken böyle bir hal içine ne sıklıkla düşüyorsunuz ama depresyon bizim yoldaşımız sanırım. 
Elif Şafak'ın kaleme aldığı yazara önerileri şöyle:

Elif Şafak'tan yazara 11 öneri
  1. Yalnızlığa övgüdür yazmak. Dışa dönüklüğe karşı içe dönüklüğü, eğlenceye ve sosyalleşmeye karşı yalnız geçirilecek saatleri/günleri/haftaları/yılları seçmektir. Yazarlar iyi bir dedikodu ya da çılgın bir partinin tadını çıkarabilirler ara sıra ama yazma eylemi ve yaşamlarımızın merkezi saf yalnızlıktır.
  2. Yazmak ancak yazarak öğrenilebilir. Kulağa pek cazip gelen yetenek, sürecin yüzde 12'sinden fazlası değildir. Çalışmak işin yüzde 80'idir. Kalan yüzde 8, “şans” ve “zamanın ruhu”dur—kısaca, elimizde olmayan şeyler.
  3. Okuyun. Bolca okuyun. Ama hep aynı yazarları okumayın. Mümkünse geniş çaplı, ne bulursanız okuyun. Kurmaca, bir işleve indirgenemez.
  4. Okumayı seveceğiniz kitabı yazın. Eğer yazdığınız şeyden zevk alıyorsanız (bu onu yazarken sıkıntı çekmediğiniz anlamına gelmez) muhtemelen insanlar da kitabı okurken aynı şekilde hissedecektir. Yazar ve hikâyesi arasında bir aşk ilişkisi yoksa okurla o hikâye arasında da bir aşk yok demektir.
  5. Depresyondan korkmayın. Yolculuğun ayrılmaz parçasıdır o. Ama depresyonu romantikleştirmemeye de dikkat edin. İstediği zaman gelip giden özgür ruhlu, güvenilmez bir dost olarak görün onu.
  6. Kendinize karşı acımasız olun. Kesin. Yıkın. Değiştirin. Sayfaları bütün olarak çıkartın. Kötü yazı kötü ilişki gibidir. Sırf içli dışlı olduğunuz için müptelası olmayın onun. Atın gitsin.
  7. Karakterlerinize karşı acımasız olmayın ama. Hor görmeyin onları. İşimiz karakterlerimizi yargılamak değil onları anlamak ve diğer insanların anlamasını sağlamaktır. Empati, anahtar sözcüktür.
  8. Her ne yaparsanız yapın, yazdığınız romanın konusu üzerine konuşmayın. Ajanınız ya da yayıncınızla yiyeceğiniz yemeğin keyfini kaçırmaktan başka işe yaramayacaktır bu. Ne üzerinde çalıştığınızı soruşturduklarında şarabınızdan bir yudum alın ve herhangi bir ipucu vermeyecek ama evrenin gizli güçlerini harekete geçirmeksizin meraklarını uyandırmaya yetecek kadar örtülü birkaç sözcük çıksın ağzınızdan. Bol şans!
  9. Okurları unutun. Eleştirmenleri unutun. Herkesi unutun. Aslına bakarsanız dışarıda bir dünyanın var olduğunu unutun.
  10. Tıkanma diye bir şey yoktur. Yine de eğer esininiz tükendiyse İstanbul'a gidin, şehrin kaosu içinde birkaç gün geçirin: gözleyin, dinleyin, martıları besleyin ve aynı anda küçüldüğünüzü ve büyüdüğünüzü hissedin.
  11. Nihayet, sözünü ettiğim kuralların her birini görmezden gelin. Yazmanın kuralı yoktur. Onun güzelliğidir bu. Kimsenin bizden almasına izin vermememiz gereken özgürlüğün ta kendisidir.
Devamını Oku
BlogOkulu Gadgets