“Hiç kimse, öldüğünde arkasında bir şey bırakmayacak kadar yoksul değildir.”
Bu söz, yazıya konu olabilecek hayat hikâyelerinin sınırsızlığını hatırlatır bana. Diğer taraftan Pascal gibi bir bilim adamının, bunu hangi yaşanmışlığın sonunda, ne sebeple söylediğini de düşünmeden duramam. Az önce elimden bıraktığım kalemin bile, bana ait olma süreciyle beliren bir hikâyesinin olması tüylerimi diken diken eder.
Hikâyeleri var edenler anlatıcılardır. Yazarlar, anlatıcılarına teslim ettikleri hikâyeleri öyküleştirirler. Eski zamanların hikâye anlatıcısı, halkın gözünde uzaklardan gelen biridir. Yerleşik düzende insanlar, uzaktan gelen yörenin hikâye ve geleneklerine hâkim bu kişiyi dinlemek için, keyif aldıkları törenler tertip edermiş. Uzakların bilgisiyle, geçmişin bilgisi, çok gezen insanın evine dönerken beraberinde getirdiği bilgiyle birleşip kendini bir yerin sakinine teslim ettiği hayat bilgisiyle kaynaşırmış. Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk isimli kitabında, Leskov’un anlatıcı kimliğinden bahsederken yer veriyor bu anlatıma. “Gezgin Leskov, hem uzak yerlerde, hem de uzak zamanlarda, hikâyelerinin içinde yaşayarak kendini evinde hissedebiliyordu,” diyor Benjamin.Yazmak gitmektir!
Yazarların yazma hallerinin yolculuğa benzetilmesi, belki de geçmişte yaşamış gezgin anlatıcıların genlerini sürdürme gerçeğinin ta kendisidir. Yazmak gitmektir. Hayatın anlamına cevap ararken bir yön, yol arama halidir. Hiç varılamayan yolların devamıdır yazmak. Zamanda yolculuktur, hayallerin kurmacasında var olmaktır. Akşam olunca beliren uzak lambaların aydınlattığı evlere gitme ve onlardan biri olma halidir. Yazmak, çıkılan yollarda kaybolmak ve nihayetinde iz sürmektir. Anılara yol almak halidir yazmak ki çoğu zaman bir romancının hüzünle devraldığı sadece budur. Yola çıkmak bir karar verme anıyla başlar. Süreci yaşamak ve devam ettirmek ise, bu kararı vermekten daha büyük bir çabayı gerektiren inanç ve bir azmi gerektirir.
Yazar görünmeyeni anlatmak için yazar
Yol hali bir serüvendir. Yolcuların görünen yüzlerinin gerisinde olanı görme, sakladıklarını bulma çabası, yazarı iz süren bir avcı maharetiyle hikâyelere götürür. İnsanlar sadece gördüklerine inanmadıklarından, yazar görünmeyeni anlatmak için yazar. Gerçeği görünmeyende arar, bulur, bulamaz ama düşündürür. Bu öylesine büyüleyici bir yoldur ki onların, hangisi hayal hangisi gerçek ayırt edememeye başlayıp deliliğin sınırını zorladıkları noktada en iyi eserlerini yazdıklarını düşünürüm. Deliliğin ve yaratımın başlangıcını aynı çizgide birleşiyor olması dâhiyane bir güç gibi görünür bana. Keşke ben de bir gün delirebilsem diye hayıflanırım sessizce. Kıskançlıkla okuyup bitirdiğim kitabın yazarına bakarak “ çıldırmış olmalı” dediğim zamanları sayarım. Tarih delirmek için çok çalışmış yazarlarla dolu. Onları bu noktaya getiren istek, hayal kurma ve uydurma gücünün sınırsız özgürlüğünde gizli olmalı. Böyle düşününce, Ahmet Altan’ın hafta sonu okuduğum son romanı Son Oyun’da, hafızama attığı çengele ilişik cümleyi yazmadan geçemeyeceğim. Şimdi dudağımda muzır bir gülümseme kıvrılmış olmalı, biliyorum.
Gerçeği nerede aramak lazım?
“Bir kadının bacağına dokunduğunu düşünmek, bir kadının bacağına dokunmaktan daha zevkli olabilir mi?”Gerçek gerçekten de görünmeyende gizli olabilir mi? Çoğu zaman okuduğumuz kitapların film uyarlamaları, üzerimizde beklediğimiz etkiyi bırakmaz. Neden? Çünkü okur algısının yarattığı düş gücü, yönetmenin sahne yaratmadaki sınırlarını her zaman zorlar. Beynimizin yarattığı yanılsamanın sıcak etkisini, pek az görsellik ve gerçeklik karşılık verebilir.
O halde, bundan böyle bu köşede konuşalım lütfen. Bir kadına dokunmadan haz duyulabiliyorsa, gerçeği nerede aramak lazım?
Özlem Kiper
0 yorum:
Yorum Gönder