12 Ağustos 2013 Pazartesi

Dilek Balonu (Öykü)

Dilek Balonu adını taşıyan bir öykü.
Sıkıntıdan patlıyordu. Günlerden cumartesiydi ve onu kimse aramamıştı. Yalnızdı. Öğle üzeri evden istemeyerek çıktı. Nereye gideceğini bilmeden yine düştü yollara.
Bakırköy’e gitmeye karar verdi sonra. Otobüse bindi. Umutsuzdu. Günün ne getireceğini bilmiyordu, belirsizlik tüm zihnini kaplamıştı. İşsizdi. Mevsimlerden yazdı. Şehir boşalmış, insanlar gönlüne göre bir tatil beldesi seçmiş ve çok sevdikleri, bir o kadar da nefret ettikleri İstanbul’u terk etmişlerdi.

Bakırköy eskisi kadar olmasa da yine de kalabalıktı. Meydandan aşağıya indi. Pusuya yatmış İngilizce kursu simsarlarının arasından geçerek İstanbul Caddesi’ne vardı. Caddenin en havalı alışveriş merkezine doğru yoluna devam etti. Müdavimi olduğu, filtre kahvesine bayıldığı, ikonu denizkızı olan meşhur kahve dükkânları zincirinin en üst kattaki kitapçıya komşu, teras katında oturmaya niyetlendi. Ama önce bunaltan Ağustos sıcağından kaçmak, birkaç kitap karıştırıp içinden pasajlar okumak için kitapçıyı dolaşmaya karar verdi.

Kitapçının geniş kapısından içeri girdi. Müzik market bölümüne ilgi göstermeden çiçek bahçesini çağrıştıran kitap raflarının arasında dolaşmaya başladı. İlgi alanlarına göre ayrılmış rafların birinden gözüne kestirdiği bir kitabı seçiyor, önce kapağını inceliyor, arka kapak yazısına üstünkörü bakıyor, sonra rasgele bir sayfa açıp içinden pasajlar okuyordu.

Ara sıra kırmızı kalp logosuyla tanınan Türkiye’nin en köklü yayınevlerinden birinin kundaktaki bebek gibi plastikle kaplanmış kitaplarına rastlıyor, kitabı açamadığından sadece arka kapak yazısını okuyabiliyordu. İçinden yayınevine kallavi bir küfür salladıktan sonra “Okuyucuyu neden reklâm kokan arka kapak yazısına mahkûm ederler ki? Yazık. Oysa kitabın içinden bir cümle okuru kolayca tavlar.” diye söyleniyordu.

Ne aradığını bilmeyen çocuklar gibi dolaşmaya devam etti. Dünya klasikleri bölümüne geldiğinde ilk olarak Karamazof Kardeşler gözüne çarptı. Okuma alışkanlığının başlangıcı olan kitabı özenle eline aldı. Eski bir sevgilinin fotoğrafına bakan aşık gibi hissetti kendini. Yüzünde anılarının canlandığını belli eden bir tebessüm belirdi. Kitabın yazarı Dostoyevski’nin psikolojik tahlilleri sayesinde genç yaşında insanları, hayatı daha iyi kavradığını unutmamıştı. Bilge yazar kitabıyla ona, insan ruhunun karanlık, gizemlerle dolu yanlarını armağan etmişti. Romanın kahramanı Alyoşa da hala zihninin bir köşesinde saklı duruyordu. Bu kitap sayesinde Rus edebiyatına yelken açmıştı. Tolstoy, Turgenyev, Gorki gibi dönemin üstatlarının kaleminden, Çarlık Rusyası’nın arka planda olduğu hikâyeler okumuş, bilmediği bir dünyayı keşfe çıkmıştı. İçlerinden onu etkileyen en çok Puşkin’in Yüzbaşının Kızı adlı romanı olmuştu.

Klasikler rafının ikinci katında Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi adlı romanı “Ben de buradayım!” der gibi ona bakıyordu. Paris ve Londra’da geçen hikâyeden aklında kalan en ilginç ayrıntı on yedinci yüzyılın sonlarında Paris’te kanalizasyon şebekesi olmadığı için insan dışkılarının sokaklardan oluk oluk akmasıydı. Bu nedenle kadınlar elbiseleri boka batmasın diye yüksek topuklu ayakkabılar giyiyordu. Şimdilerde kadınların tutkunu olduğu bacaklarını biçimlendiren topuklu ayakkabıların ortaya çıkış öyküsü böyle ilginç bir nedene dayanıyordu. Elbette o dönemde temizlikten nasibini alamamış Fransız toplumunun kötü kokuları bastırmak için ürettiği parfümlerin dünyanın en güzel ürünleri olması da daha sonraları çok sevdiği Koku romanını okumasına vesile olacaktı.

Romandan aklında kalan sadece bu küçük ayrıntı değildi. Yazar hakkında bilgi veren bölümü okuduğunda sıra dışı bir anekdotla karşılaşmıştı. Yazar, turistik bir gezi için New York’a ziyarete gittiğinde onu tüm şehir halkı karşılamış, sokaklarda uzun kutlama kortejleri oluşturmuş. Kalabalıkların arasında halkı selamlayarak gezen Charles Dickens’ın başından aşağıya gül yaprakları ve konfetiler dökülmüş. Amerika’daki hayranları tarafından zamanımızın pop yıldızları gibi karşılanan yazar, New York limanından sandık sandık kitabın Amerika’ya taşındığına da şahit olmuş. Bu olay on sekizinci yüzyılda çok okuyan bir topluma sahip olan Amerika’nın neden icatlar çağının anavatanı olduğunun ispatıydı.

Vakit öldürmek için plansızca başladığı gezisine devam etti. Elindeki kitaptan bir şeyler okuyan genç okurların arasından geçti. Türk edebiyatı bölümüne geldiğinde uğramadan yapamadığı bir yazar onu yeni kitabıyla selamladı: Murathan Mungan imzalı Tuğla. Son dönem Türk edebiyatın dili en iyi kullanan yazarlardan biri olan Mungan’ın şiirleri sayesinde pek çok güzel dilberin gönlünü çalmıştı. Kapak fotoğrafını biçimsiz bulduğu kitaptan birkaç satır okudu. Onu tavlayacak cümleyi bulamadı. Kitabı yerine yerleştirdi ve oradan ayrıldı.

Gözleriyle rafları takip ediyor, küçük adımlarla oradan oraya dolanıyordu. İnsanın ruhunu dinginleştiren kitapçının serin havasına arka fondaki duygusal şarkının melodisi eşlik ediyordu. Sayıca kadınların fazla olduğu kitap gezginleri bal arısı gibi raflarda çiçek açan rengârenk kitapları tek tek ziyaret ediyordu.

Her çiçekten bal almalı sözünün hatırına kişisel gelişim kitaplarına da göz gezdirdi. İnsanı gaza getiren cümlelerle, uygulamalarla dolu kitaplar meleklerden yardım istemekten tutun da kaderinizi yönetmeye kadar evrenin tüm sırlarını size ifşa ediyordu. Kuantum kelimesi kitap isimlerinin en popüler sözcüğüydü. Fizikçiler tarafından gizemi halen çözülememiş kuantum teorisinin hayata olan etkisini anlatan kişisel gelişim kitapları, okuyanına mucizelerle dolu bir yaşamın kapılarını açtığını iddia ediyordu. Zenginlere mutluluk, bekârlara kısmet, yoksullara para, yalnızlara sevgili, eziklere cesaret vaat eden kişisel gelişim kitapları falcılar gibi sizi avucunuza alıyor, inanmasanız da zihninizi fethetmeyi başarıyordu. Kitaplardan birinde okuduğu birkaç cümleden sonra Murat’ın yüzünde alaycı bir ifade belirdi. “Saçmalık!” diyerek kitabı aldığı rafa koydu. O bölümden ayrılırken John Lennon’un bir sözünü tekrarladı: “Hayat gelecek için planlar yaparken başımıza gelenlerdir.”

Kitapçıdaki yolculuğu neredeyse bir saatti bulmuştu. Günün başlangıcındaki can sıkıntısı gitmiş, yerine her biri farklı bir dünyanın kapısını aralayan kitapların insana huzur veren dinginliği gelmişti. Arada sırada kafasını kaldırıyor, neler olup bittiğine bakıyordu. Kırmızı tişörtlü mağaza görevlileri rafların arasında geziniyor, kimisi dağılmış kitapları düzene sokuyor, kimisi de aradığı kitabı bulamayan kitap kurtlarına yardım ediyordu. Müşterilerden bazıları da DVD bölümünde sevdiği filmlere bakınıyordu. Müzik CD’lerinin olduğu kısım ise oldukça ıssızdı. İnternetten bedava indirilen şarkılar yüzünden müzik bölümü öksüz kalmış, eski şaşalı günlerini geride bırakmıştı.

Tekrar kitaplara döndü. Dünya edebiyatı bölümüne geldiğinde onu bu rafın kralı olan Jean Paul Sartre selamladı. Üniversite yıllarında tanışmıştı onunla. İlk olarak İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç, oluş ve bitiş dönemlerini ele aldığı üçlemesi olan Bekleyiş, Tükeniş ve Uyanış adlı kitaplarını okumuştu. Zamanın ruhunu bu kadar iyi yansıtan başka bir yazarla tanışmamıştı henüz. Sözcüklere gösterdiği özen, kahramanlarının iç dünyasına yaptığı yolculuk, ortaya koyduğu felsefe onu çok etkilemişti. Varoluşçu akımın kurucu babası sayılan Jean Paul Sartre’ın en çok takdir ettiği davranışı ise birçok romancının almak için takla attığı Nobel edebiyat ödülünü reddetmesiydi.

Yazarın Bulantı adlı kitabının sayfalarını karıştırırken, omuz hizasındaki kitap rafının karşı tarafında siyah kalın çerçeveli gözlükleri burunun üzerine düşmüş esmer kızı gördü. Bakışları kızın üzerine düşer düşmez soğuk bir ürpertinin teninde gezindiğini hissetti. Şaşkınlığını atlatınca kızın görünümünü incelemeye başladı. Koyu kırmızı kalın dudakları, pürüzsüz boynunun vücuduyla birleştiği yere kadar kesilmiş kömür karası saçları, düşünceli bakışlara sahip zeytin gözleriyle uyum içindeydi. Göğüs kısmı hafiften açılmıştı. Esmer teninin üzerindeki siyah renkli parlak taştan yapılmış irice haç göze çarpıyordu.

Kızın elindeki kitabı göremese de sayfalarını dikkatlice incelediğini bakışlarından anlıyordu. Kitabı bıraktıktan sonra gözleri özenle raflardaki kitaplarda geziniyor, içlerinden birini kuğu gibi zarif bir hareketle ele geçirip incelemeye başlıyordu.

Murat, kızı takip etmeye başladı. Hangi bölümde durursa onu karşıdan gören bir yer seçiyor, elindeki kitabı yalancıktan karıştırıyormuş gibi yapıyor, gözlerini ondan alamıyordu. Bir ara yan yana geldiklerinde belli etmeden ara sıra yan gözlerle kıza kaçamak bakışlar atıyordu. Siyah daracık bir şort giymişti. Yaz güneşinin izlerini taşıyan kalın fakat biçimli bacakları pervasızca ortadaydı. Üzerindeki gri tişörtte bir takım iç içe geçmiş harflerden oluşan bir güruh bulunuyordu. Bol tişörtüne rağmen büyük göğüsleri varlığını belli ediyordu. Tahminen yirmili yaşların ortasında olan genç kızın ayağında Converse ayakkabıları vardı. Çorap giymemişti.

Murat ne olacağını umursamadan efsunlanmış gibi kızın peşinde dolanıyordu. Avını pusuda yatmış bekleyen, az sonra saldıracak olan aslan gibi tanışma planları kurguluyordu. Bir ara yanına gidip sıradan bir kitapçıda tanışma tiyatrosu oynamaya karar verdi. Tiradları belirledi, konuşmanın akışını tasarladı. Sonra vazgeçti. Sıkıcı bulmuştu bu fikri. Bu sırada kız sevinçle gülümsedi. Yavrusunu okşayan bir anne gibi ellerini bulduğu kitabın üzerinde gezdirdi.

Murat kızın raftan aldığı kitabı aklına nakşetti. Kasaya doğru gittiğini görünce telaşlandı. Kızı kaçıracaktı. Kaygılı gözlerle her hareketini izliyordu. Esmer kız kitabın parasını ödedi. Kasiyerin poşete koyduğu kitabı aldı. Kitapçıyla iç içe geçmiş kahve satış bölümüne yöneldi. Kasadaki satış görevlisine küçük bir gülümseme ile siparişini verdi. Birkaç dakika sonra genç kızların yaz mevsimindeki favori içeceği buzlu sütlü kahvesini aldı. Terasa açılan kapıdan içeri girdi.

Murat derin bir oh çekti. “Şimdi biraz beklemeli, beş dakika sonra terasa çıkmalı.” diye içinden geçirdi. Kitapçıda bir aşağı bir yukarı yürüyor, nezarete düşmüş sabırsız zanlı gibi volta atıyordu. Vakit geçmek bilmiyor, raflardaki kitaplar da artık onu avutamıyordu. Daha fazla dayanamayacağını anlayınca filtre kahve almak için sıraya girdi. Uzun saatler çalışmaktan yorulmuş yüzü, kızarmış gözleri, memnuniyetsizliğini belirten sarkık dudakları olan kasiyer kıza siparişini verdi. Çok geçmeden kâğıttan yapılmış kahve bardağını kaptığı gibi kendini terasa attı.

Teras kapısının önünde duraksadı. Kalabalık arasında az önce kitapçıda takip ettiği kızı arıyordu. Ortadaki masalardan birinde onu elindeki günlüğü okurken buldu. Bacaklarını dizlerinden kırmış, yanındaki boş sandalyeye koymuştu. Murat dikkat çekmemek için etrafına aldırmayan bir tavırla kızın karşısında bulunan boş masaya oturdu. Çantasından çıkardığı bir kitabı okuyormuş gibi yaparak alımlı esmer kızı izlemeye başladı. Birkaç dakika sonra ortamdaki garip havayı sezinledi. Mekândaki avcı erkekler beleş et bulmuş çakal gibi bir noktaya gözlerini dikmiş, kızın bacaklarını dikizliyorlardı.

İstanbul’un kızlarında olmayan bir hali, buralardan olmadığını belli eden bir tavrı vardı. Etraftaki erkeklerin bakışlarına aldırmadan kendi keyfine göre takılıyordu. Kafedeki diğer kızlar da sinir olmuşlardı bu rahat tavırlı kıza. Kara melek gibi cazibesiyle bütün erkeklerin bakışlarını kendinde toplamıştı. Diğer kızlar ilgi fakiri kalmıştı.

Murat ilk bakışta kızı güzel bulmamıştı ama alımlı, çekici olduğu su götürmezdi. Zaten güzellik kavramı göreceli bir şeydi. Tornadan çıkmış gibi standart ölçülerde, gözlerindeki ışığı sönmüş, etrafa yalancı gülücükler saçan, mal mülk bakımından zengin, ancak ruh fakiri kızlar güzel olabilirdi. Ancak kadının gerçek güzelliği içten gelen ışığın bir kristal elmas gibi yüzünden, gözlerinden yansımasında saklıydı. Kadını farklı kılan o ışığın rengi, tonuydu. Kozmetik tutkunu kadınların fark edemediği de işte buydu. Bu yüzden uyuşturucu müptelası gibi kullandıkları kozmetik ürünler yüzünden ruhları doz aşımından zamanla ölüyordu. Oysaki kitap okumak, hayatı dilediğince yaşamak insanın ruhunu besliyor, farklılığını ortaya çıkarıyor, ışığını güçlendiriyor ve kadınları çekici kılıyordu.

Murat’ın aklından bu düşünceler geçerken kara kız bezle kaplanmış, arka kapağında küçük bir kilidi olan ve üzerindeki kalp kabartmasında Love yazan pembe renkli günlüğünü okumaya devam ediyordu. Masasındaki poşette de az önce kitapçıdan satın aldığı kitap duruyordu. Günlüğünü okurken kara kızın yüzünde ara sıra bir çocuğun saf gülüşüne benzer sıcak, samimi bir tebessüm beliriyordu. Bazen de vişneçürüğü dudaklarını ısırıyor, gözleri şaşa kalıyor, heyecanla nefesini tutuyordu.

İki yabancı bir ara göz göze geldiler. Bu ilk temastan sonra birkaç kaçamak bakış daha yaşandı. Kız onu fark etmişti ama aldırış etmedi. Bir şeyler okurken sıklıkla yaptığı gibi parmaklarını sırayla masaya vurmaya başladı. Murat kızın parmaklarını odaklandı. Önce serçe, sonra yüzük, sonra orta ve en sonunda da işaret parmağı masaya vuruyordu. Hipnoza girmek üzere olan birinin köstekli saati takip etmesi gibi parmakların büyüsüne kapıldı. İnce uzun tırnakların çıkardığı “çıt” sesinden başka bir şey duyamaz olmuştu.

Bu arada kız, günlüğünü okumayı bitirdi. Geçmişinde yaşadığı güzel anları hatırlamanın verdiği mutlukla etrafına neşe dolu bir gülücük fırlattı. Murat harekete geçme vaktinin geldiğini anladı. Daha fazla bekleyemezdi. Cesaretini topladı. Ayağa kalktı. Usulca kızın yanına seğirtti. Kafedekiler tiyatroya gelmiş seyirciler gibi meraklı gözlerle olacakları beklemeye koyuldular. Konuşmalar kesilmiş ses namına çıt çıkmıyordu. Masalardaki boş kağıt bardakları toplayan yeşil önlüklü garson bile durmuş onlara bakıyordu. Nefesini tutmuş herkes onları izliyordu. Rezil olursa büyük fiyasko yaşayacak, tanımadığı insanlara alay konusu olacaktı. Yüzüne güven veren bir ifade kondurdu ve kızla tok bir sesle konuşmaya başladı.

“Merhaba. Ben Murat. Günlüğünüzü okurken sizi izledim. Tatlı tatlı gülümseyişiniz çok hoşuma gitti. Sizin için de uygunsa sohbet etmek isterim?” Nerden çıktı şimdi bu sözler diye içinden geçirdi Murat, Türk filmlerindeki çapkın jönler gibi konuşmasını yadırgadı.

Kızın gülümseyen yüzü düştü, ciddi bir hal aldı.

“Ben ortada sohbet edecek bir neden göremiyorum.”

Kötü bir başlangıçtı. Teklifi reddedilmiş, asık bir suratla terslenmişti. Kafedekiler meraklı bakışlarla Murat’ın ne yapacağını bekliyorlardı. Pes etmeye niyeti yoktu.

“Eğer teklifimi kabul ederseniz pek çok ortak noktamızın olduğunu göreceksiniz. İnancım odur ki bu iyi bir neden olacak sizin için?”

Kız bir ara duraksadı. Alıcı gözüyle Murat’ı süzdü. Kafasını ikiye yana sallayarak “Sanmıyorum” dedi ve gitmesini ister gibi kafasını öne eğdi.

Murat ikinci kez bozguna uğramıştı. Son numarasını yapmak için atıldı.

“Peki. Bana bir şans verin size sohbet etmemiz için bir neden bulayım.

“Nasıl bir şans istiyorsunuz?”

“Eğer poşetiniz içindeki kitabın adını ve yazarını bilirsem benimle sohbet etmeyi kabul edeceksiniz? Anlaştık mı?”

Garip bir teklifti bu. Karşısındaki adam iddiasını ortaya atarken kendinden emin gözüküyordu. Kitabın adını ve yazarını bilmesine imkân yoktu. Tutarlı bir tahminde bulunacak, cevabı bilemese de yine yüzsüzlüğe vurup “En azından denedim, çabamı takdir edip bunun için bile sohbet etmeliyiz” diye yine ısrar edecekti. Çabasını boşa çıkarmak, herkesin önünde onu rezil edip iyi bir ders vermek için teklifini kabul etti.

Murat gözlerini kapattı, kitabın içinde olduğu poşetin üzerinde elini gezdirmeye başladı. Bir sihirbaz edasıyla çenesini hafifçe yukarı kaldırıp eliyle kitabı sanki hissediyormuş gibi küçük hareketler yaptı. Kısa bir süre bekledikten sonra cevabını açıkladı.

“Poşetin içindeki kitabın adı… Buzdolabı Üzerindeki Kız. Ve yazarı… Etgar Keret.”

Kız şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacaktı. Birkaç saniye hareketsiz kaldı. Murat buna aldırış etmeden poşeti eline aldı ve içinden kitabı çıkartarak onları izleyen kalabalığa gösterir gibi havaya kaldırdı.

“Daha bitmedi. Madem ikna olmak istiyorsun sana bir sürprizim daha var.”

Elini çantasına attı. Kitaplarının içinden birini alarak kıza doğru uzattı. Poşetten çıkan kitabın aynısı onda da vardı.

“Sanırım bu sohbet etmemiz için iyi bir neden.”

Kızın şaşkınlığı iki kat arttı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Ava giderken avlanmıştı.

“Nerden bildin kitabın adını?” diye çıkıştı sonra.

“Bu da benim sırrım olsun. Ayrıca Etgar Keret okuyan kızlara buralarda pek rastlanmıyor.”

Aslında Murat Etgar Keret’i daha önce hiç okumamıştı. Kızı kitapçıda gizlice takip etmenin verdiği bir avantajdı sadece. Teklifi beklemeden masaya oturdu. Kafedekiler olup biteni dedikodusunu yapmak için sohbetlerine geri döndüler.

“Daha önce de söylemiştim ama tekrarlayayım, benim adım Murat.”

“Aline”

“Değişik bir isim, anlamı ne?”

“Işığın kaynağı anlamına geliyor.”

“Sıra dışı. Türk değilsin sanırım?”

“Hayır, Ermeniyim.”

“Buralardan değilsin galiba daha çok turiste benziyorsun.”

“Aslında ben de Amerika’dan yeni geldim. Bi bakıma turist sayılırım. Okul bitti, ne iş yapacağıma henüz karar veremedim. Kendimi dinliyorum bu aralar. Bir gün cevabını bulunca kolları sıvayacağım.”

“Ne okudun”

“Amerikan dili ve edebiyatı.”

“Ben de sosyoloji mezunuyum”

“Öyle mi ah ne kadar özenmiştim ama kısmet olmadı işte. Nerde çalışıyorsun?

“Üç aydır çalışmıyorum. Uzun yıllar gazetecilik yaptım. Günlük haber akışından sıkıldım. Başka bir mecrada şansımı denemeye karar verdim.”

“Sevindim senin adına. Ne işle uğraşıyorsun?

“Edebiyata meraklandım. Aslında daha önceleri bir yazarlık atölyesine de katılmıştım. Ama yolumu çizememiştim ve nasıl yazacağımı da bilmiyordum. Geçenlerde tesadüfen bir kitap buldum. O bana ışık oldu, yüreklendirdi. Yeniden yazmaya başladım.

“Ne güzel, roman mı, öykü mü yoksa deneme mi yazıyorsun?

“Kısa öyküler yazıyorum. Yayınlanması için değil, sadece alıştırma olsun diye. Yabancı dil öğrenmek gibi. Bilirsin konuşmak için dilin kemiği kırılmalı diye bir tabir vardır. Bu da öyle yaza yaza yazmayı öğreniyor insan. Kurmaca yazma alışkanlığı kazanmak için uğraşıyorum.”

Haklısın, nice yazar bu yoldan geçmiş. İlk yazdıkları ses getirmese bile sonrasında verdikleri eserler büyük olay olmuş.”

“Doğru yoldayım desene. Aslında yazdıklarımı yayınlanması düşüncesinden çok hoşuma giden hissettiğim hal. Yazarken kendimi tanrı gibi hissediyorum”

“Tanrı gibi hissetmek neden seni bu kadar keyiflendiriyor? Varolan dünyayı beğenmiyor musun?

“Kim beğeniyor ki bu gariban dünyayı? Çoğu insan halinden şikâyetçi. Mutlaka eksik bir yanı bizi mutsuz ediyor ve var olanı değiştirmeye çabalıyoruz. Hayat denilen şey de bu çabanın toplamı değil mi?”

“Öyle, ama insan yoruluyor yine de. Değiştirmeyi bırakıyor bir süre sonra. Kendi küçük cennetini kuruyor ve orada yaşamaya başlıyor. Gürül gürül akan bir nehrin kenarındaki küçük su birikintisinde yaşayan kurbağalar gibi.

“Edebiyat benim için bu sanırım kendi küçük su birikintim.”

“Yetmez! Başka uğraşlar, küçük cennetler tatmin etmiyor insanı. Tüm tehlikesine rağmen hayat nehrinde olmak istiyor.”

“Belki de hayata duyulan aşk budur, hayatın bilinmeyen olasılıklar dünyasına atılmak için ihtiyaç duyduğumuz cesaret.”

Suskunluk oldu. Güneş veda ederken dünyaya alacakaranlık ortalığı kaplamak üzereydi.

“Yeşilköy sahile gitmeye ne dersin, dolunay da çıkacak, deniz kenarında oturur izleriz.”

Aline bu ani teklif karşısında biraz düşündü. Ölçtü biçti. Olasılıkları hesapladı.

“Peki. Etgar Keret’in hatırına ama. Sana güveniyorum. Yüzümü kara çıkartmazsın umarım.”

Murat kafeden çıkarken adeta zafer kazanmış bir komutan edası ile etrafındaki çakallara sadece erkeklerin anlayabileceği “Kız artık benim!” der gibi bakış fırlattı.

Kısa bir tren yolculuğunun ardından Yeşilköy’e ulaştılar. Sahilin hemen girişindeki çay bahçesini geçtikten sonra deniz kıyısında, kumların üzerine oturdular. Dalga sesleri, gökteki ay ve yakamozlu denizdeki birkaç gemiden başka kimsecikler yoktu. Yeşilköy sahili Murat’a yitik aşkını gömdüğü Bodrum’u anımsatıyordu.

“Ben şiir de yazıyorum biliyor musun?”

“Beni etkilemeye mi çalışıyorsun yoksa?”

Gülüştüler. Murat’ın yanakları kızardı. Kabahati yüzüne vurulan masum bir çocuk gibi küçük yalanla savuşturmak istedi bu sözü.

“Yoo. Sadece seversin diye düşündüm. Bir de buraya gelince yazdığım bir şiir geldi aklıma.”

“Ezberinde var mı?”

“Var.”

“Okur musun?”

“Peki.”

Ses tonunu ayarladı ve okumaya başladı.

Deniz geceleri simsiyahtır,
Karanlık, ürkütücü bir dehliz gibi
Oysa denizin asıl rengi mavidir
Mavi umuttur, gelecektir
Ben, şimdilerde
Gecenin orta yerinde
Yapayalnız, kapkaranlık bir deniz gibiyim
Bana benliğimi ve ruhumu verecek olan
Güneşi bekliyorum.


“Güzel bir şiir. Kederin, özlemin, umudun sözcüklere işlemiş, ses olmuş. Sana da öyle gelmiyor mu, doğadaki her şey başka bir şeyle anlamlı. O olmadan sen var olamıyorsun. Tıpkı yaprak ve güneş gibi, toprak ve çiçek, gece ve gündüz…”

“Kadın ve erkek gibi…”

“Evet, kadın ve erkek gibi”

Can sıkıcı suskunluktan biri daha girdi araya. Sanki sözcükler onları bir sınıra getiriyor, ötesine adım atmaya cesaret edemiyorlar ya da vakitsizce olduğunu düşünüyorlardı.

Bu sırada, sahilin sol tarafında, turuncu bir ışık huzmesi göğe doğru yükselmeye başladı. Çok geçmeden bir tane daha, bir tane daha. Sanki kandiller havalanmış, balon olmuş uçuyorlardı. Gökyüzünde adeta ateş böcekleri gibi dans ediyorlardı. “Bunlar ne?” diye sordu Aline. “Dilek Balonu” diye yanıtladı. “Kağıttan bir balonun içinde yanan bir kandil var. Sıcak hava sayesinde uçuyor. Balonu havaya bırakmadan önce bir dilek tutuyorsun. O yüzden adını Dilek Balonu koymuşlar.” Manzara harikaydı, denizin üzerinde onlarca balon karanlık gökyüzüne umut taşıyordu.

“Hadi biz de bir dilek tutalım” dedi. Önde Aline arkada Murat koşa koşa baloncunun yanına gittiler. İçlerinden birini seçtiler, gözlerini kapattılar el ele tutuştular. Birbirlerinden habersizce, ruhlarının bir köşesinde, kimsenin bilmediği bir yerde tuttukları en gizli dileklerinden birini seçerek dilek balonu ile gökyüzüne yolladılar. Balonun yükselişini izlerken öylece birkaç dakika durdular. Yan yana duran elleri istemsizce kavuştu. Bir yabancı elin sıcaklığını hissetmek hoşlarına gitmişti. Balon yükseldikçe yükseliyor diğer dilek taşıyan balonların arasında yerini alıyordu. Dalga seslerinin eşliğinde sahilde yürüyerek eski yerlerine dönerken Aline “Söyle bakalım ne diledin?” diye atıldı merakla, heyecanla. Murat hiç sektirmeden, araya boşluk almadan “Seni yaşamayı diledim” dedi.

Aline afalladı. Ne demek istediğini çok iyi anlamasına rağmen bir an inanamadı bu söze. Daha önce duyduğu diğer sözler gibi yapmacık geldi bir an, aniden ortaya atılmış anlık bir istek gibi. Ama sonra düşündü, onu sadece yaşamayı dileyen birine önceden hiç rastlamıştı. Etrafındaki insanların tek derdi ona verilen görevi yerine getirmesiydi. Annesi, babası, öğretmeni, arkadaşları ve eski sevgilileri. Hayatındakiler onun belli kalıplar içinde davranmasını, yaşamasını istiyordu. İlk defa tanımasa da onu sadece yaşamak isteyen birine rastlamıştı. Murat Aline’nin çatal karası gözlerine baktı, sözlerini sürdürdü.

"Bilmiyorum bu ne kadar sürer, birkaç saat mi, bir gün mü, hafta mı ay mı yoksa yıllarca mı ama seni gördüğümde ilk hissettiğim şey seni yaşamaktı."

Aklı kaybolup gitmişti. Sanki bu sözler, çoktandır kilitli tuttuğu, içinde ruhunun özünü sakladığını ve herkesten gizlediği karanlık kuytu odasının anahtarı gibiydi ve kapı hiç beklemediği bir anda açılmıştı. Cennet bahçesinden iki gül gamze olup konuverdi yanaklarına, peşi sıra iki damlayla. Ne yaptığını düşünmeden, kollarını Murat’ın boynuna doladı, dolgun dudakları ile sonrasında hayatında en çok sevdiği insan olacak adamı usulca öpmeye başladı.

2 yorum:

  1. Hocam merhaba bu bloggerın hangi teması gerçekten çok güzel.Paylaşırmısınız lütfen...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Blogger'ın klasik temalarından değil, başka bir yerden buldum adı Western. Tabi kendime göre kişiselleştirdim.

      Sil

BlogOkulu Gadgets