13 Nisan 2013 Cumartesi

Yazara dahi demek büyük bir hata!

Ye, Sev Dua Et kitabının yazarı Elizabeth Gilbert, tek bir insancığa, kendi başına bütün kutsal, bilinmez, ebedi sırların hepsinin yayıldığı bir pınar, bir kaynak ve bir cevher olduğunu söylemek, bütün bu sorumluluğu üstüne yüklemek, kırılgan insan ruhu üzerinde biraz fazla bir yük olduğunu belirterek “Bu yaklaşım insan benliğini tümüyle bozup eğreltiyor ve karşılanamayacak yüksek beklentilerin oluşmasına yol açıyor. Sanıyorum bu baskı sanatçılarımızı beş yüz yıldır öldürüyor” dedi.

TED Konuşması - Deha Üzerine
TED konuşmaları serisinde yazarların kendi yazma sürecindeki tecrübelerini, hissedişlerini ve çıkmazlarını anlattıkları konuşmaları çok seviyorum. Bu konuşmalarda bazen kendimizden bir parça, bazen de deneyimlemediğimiz durumların perde arkasını öğrenme fırsatı buluyoruz. Ye, Sev Dua Et kitabının yazarı Elizabeth Gilbert’ın TED Konuşması da bunlardan biri. Elizabeth Gilbert, kendi yazım sürecini anlatırken yazar olma aşamasında karşılaştığı klişe durumları ve bunları nasıl aştığını, yazarlık ile ilgili kalıplaşmış düşüncelerin - yazarların eser meydana getirebilmesi için ızdırap çekme zorunluluğu - yersiz olduğunu kendisine nasıl ispatladığın anlatıyor. Bu keyifli konuşmadan bazı alıntıları aşağıda okuyabilir, konuşmanın tamamını yazının sonundaki videodan izleyebilirsiniz.

Çok satan bir yazar olmanın sancıları
Ben bir yazarım. Kitap yazmak benim mesleğim, ama tabii benim için meslekten öte. Aynı zamanda hayatımın aşkı ve tutkusu. Ve bunun değişeceğini hiç sanmıyorum. Öte yandan, son zamanlarda, hayatımı ve kariyerimi etkileyen tuhaf bir şey başıma geldi. Bu tuhaf şey, bu meslekle olan ilişkimi yeniden düzenlememe yol açtı. Tuhaf şey şuydu: Kısa zaman önce "Yaz, Dua Et, Sev" isimli anı kitabımı yazdım; ama bu kitap, öncekilerin tam aksine, dünyada duyuldu, ve bir sebeple, büyük, mega-sansasyonel, uluslararası "bestseller" dedikleri bir şey oluverdi. Bunun bir sonucu olarak da, şimdi nereye gitsem, bana bahtsız muamelesi yapıyorlar. Cidden - bahtsız, bahtsız! Gelip, "Korkmuyor musun?" diyorlar, "Bundan daha iyisini yapamamaktan korkmuyor musun? Hayatın boyunca yazmaya devam etsen de, kimsenin bundan sonra yazacaklarının suratına bakmayacağından korkmuyor musun?" "Ha? Suratına bile bakmayacaklarından?"

Yaratıcı meslekler neden bu kadar korkunç?
Yirmi sene öncesinde, daha gençken, etrafımdakilere yazar olacağımı söylediğimde de aynı, böyle korku dolu tepkileri aldığımı hatırlamasam, kendimi şimdi daha da kötü hissederdim. Daha neler diyorlardı: "Asla başarılı olamamaktan korkmuyor musun? Reddedilmenin utancından ölmez misin? Hayatını bu zanaate adayıp da uğraşıp didindikten sonra hiç bir sonucun çıkmamasından, kayıp hayallerinin çöplüğünde, ağzında başarısızlığın acı külleriyle ölmekten korkmaz mısın?" İşte böyle diyorlardı.
Bütün bu soruların kısa cevabı: "Evet." Evet, bunların hepsinden korkuyorum. Hayatım boyunca da korktum. Hatta, tahmin bile edemedikleri bir sürü başka şeyden de korkuyorum. Mesela yosundan korkuyorum, diğer dehşet şeylerden de. Ama iş yazarlığa gelince, son zamanlarda düşünüp merak etmeye başladığım bir şey var: Neden, yani neden? Bu dünyaya yapmaya geldiğimiz işi yapmaktan korkmamız mı gerekiyor? Demek istediğim, yaratıcı mesleklerin nesi bu kadar korkunç ki, diğer kariyerleri kimse dert etmiyor da, bu mesleklere gelince karşımızdakinin ruh sağlığı için endişe ediyoruz? Mesela babam kimya mühendisiydi. Kırk yıl boyunca kimya mühendisliği yaptı ama kimse kimya mühendisliği yapmaktan korkup korkmadığını sormadı. Yani “Şu bahtsız kimya mühendisi John'un hali nasıl, iyi mi acaba?” Yani hiç karşılaşmadım. Kimya mühendislerinin hakkını vermek gerek tabii, yüzyıllar boyunca adlarını "alkolik manik-depresife" çıkarmadılar.

Eser meydana getirmek için yazarın ruhsal bozukluğu olmalı mı?
Öte yandan, biz yazarların böyle kötü bir ünü var. Üstelik sadece yazarlar da değil, her türden yaratıcı işle uğraşanların hepsinin ciddi ruhsal bozukluğa sahip olmaları bekleniyor. Sadece 20. yüzyılda genç yaşta canına kıyan, gerçekten çok görkemli yaratıcı zihinlerin sayısına baksanız bile bu kötü üne hak verirsiniz. Kendini öldürmeyenler bile, aslında kendi yetenekleri yüzünden ecellerine ulaşmışlar. Norman Mailer, ölmeden hemen önce yapılan son röportajında "Kitaplarımın her biri beni biraz daha öldürdü." demiş. İnsanın hayatının işi için bunu demesi olağandışı. Ama bunu duyunca gözümüzü bile kırpmıyoruz, çünkü bu tür cümleleri çok işittik, ve bir şekilde yaratıcılık ve çile çekmenin, tabiatları gereği birbirleriyle bağlantılı olduğunu, dolayısıyla sanatsal faaliyetin, nihayetinde, hep ızdıraba dönüşmesi gerektiğini içselleştirdik ve kabul ettik.
Şimdi hepinize sormak istediğim soru şu: Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Bunu böyle kabullenebilir misiniz? Çünkü bir adım bile geri çekilip bakınca, nasıl desem - ben bunu kabullenemiyorum. Tiksindirici buluyorum. Ayrıca tehlikeli olduğunu düşünüyorum ve sonraki yüzyıla aktarılmasını istemiyorum. Yaratıcı beyinleri hayatta tutmanın daha iyi olduğunu düşünüyorum.

Başarıyla başedebilme
Kendi hesabıma şunu diyebilirim: böyle karanlık düşüncelere kapılıp aşağılara çekilmemin - hele hele kariyerim içinde bulunduğu bu özel durumda - benim için çok tehlikeli olduğunu biliyorum. Bakın şöyle ifade edeyim, Oldukça genç sayılırım; daha kırk yaşındayım. Önümde belki de kırk yıllık daha çalışma hayatı var. Bugünden sonra ne yazarsam yazayım, çok büyük ihtimalle bütün bir dünya "son büyük başarısının ardından gelen çalışma" deyip geçecek. Hepimiz burada arkadaş sayılırız; onun için söyleyip geçeceğim: öyle sanıyorum ki benim en büyük başarım arkamda kaldı. Aman Yarabbi, ne korkunç! Bu tür düşünceler insanı sabah saat dokuzda cin tonik içmeye başlatabilir; ben de o yöne doğru gitmek istemiyorum. Çok sevdiğim işimi yapmayı tercih ederim.

Eserlerimle aramda ruhsal bir mesafe var!
Peki bu nasıl mümkün? Bunun üzerine çok düşündüm ve şu kanıya vardım: bundan sonra çalışabilmek, yazmaya devam edebilmek için, ruh sağlığımı koruyacak bir tür düzenek geliştirmeliyim. Bundan böyle, yazarlığa devam edebilmek için, kendimle, kitaplarıma halkın vereceği tepkiye dair endişem arasına güvenli bir mesafe koymalıyım. Geçen sene boyunca, böyle bir bakış açısı ararken, biraz değişik çağlara ve değişik toplumlara bakıp, yaratıcı insanlara yardımcı olacak, yaratıcılığın doğasındaki duygusal riskleri idare etmelerini sağlayacak, bizimkilerden daha iyi ve daha aklıselim görüşler aradım.
Aradıkça, kendimi antik Yunan ve antik Roma'da buldum. Beni izlemeye devam edin, çünkü dönüp dolaşıp başa döneceğim. Antik Yunan ve antik Roma'ya dönersek, o zamanlarda insanlar yaratıcılığın insanın kendinden kaynaklandığına inanmıyorlardı. Yaratıcılığın, insana refakat eden kutsal bir ruh olup, insanlara, meçhul ve uzak bir kaynaktan, anlaşılmaz sebeplerle geldiğine inanıyorlardı. Yunanlılar, yaratıcılığı sağlayan bu refakatçi kutsal ruhlara "demon" diyorlardı. Sokrat, kendine gaipten bilgelik anlatan bir demonu olduğuna inanmasıyla ünlüdür. Romalılar da aynı düşüncedeydiler, ama onlar bu vücutsuz yaratıcı ruhlara "genius" ("deha") adını vermişlerdi. Bunu öğrenince çok hoşuma gitti; çünkü Romalılar, "dehanın" zeki bir birey anlamına geldiğini düşünmüyorlardı. "Dehanın," böyle büyülü bir varlık olduğuna, sanatçıların stüdyolarının duvarlarında yaşadığına - şu ev cini Dobby gibi - bazen de ortaya çıkıp böyle gizlice sanatçıya eserinde yardımcı olduğuna, esere biçim verdiğine inanıyorlardı.
İşte budur! Aradığım o "ruhsal mesafeyi" bulmuştum, eserimin sonuçlarından kendimi koruyacak düzenek buydu. Üstelik herkes de bu işin böyle işlediğini biliyordu. Böylece antik çağdaki sanatçı, çeşitli sorunlardan korunuyordu: Mesela, kendini beğenmişlik. Eserin görkemli de olsa, itibarı tümüyle sana ait değildi, herkes bu vücutsuz "dehanın" sana yardımcı olduğunu bilirdi. Berbat bir eser çıkarsan da, bu sefer bütün hata sende değildi, senin "dehan" tembellik yapmış, Hay Allah. Batı'da insanlar yaratıcılığa gerçekten çok uzun bir süre böyle baktılar.

Yazara dahi demek onu öldürüyor!
Sonra Rönesans geldi ve her şey değişti, yeni bir fikir ortaya atıldı, dendi ki: bireyi, evrenin ortasına, bütün tanrıların ve bilinmezliklerin üstüne yerleştirelim. Artık, kutsal emirler alan mitolojik yaratıklara yer yok. Bu, akılcı hümanizmi başlattı ve insanlar yaratıcılığın kişinin tümüyle kendisinden geldiğine inanmaya başladılar. Tarih boyunca ilk defa, şu veya bu sanatçıya "dehanın gelmiş olması" yerine, doğrudan kendisinin "dahi" olduğunu duymaya başladık.
Fikrimi sorarsanız, bunun büyük bir hata olduğunu düşünüyorum. Yani tutup da, bir kişiye, tek bir insancığa, kendi başına bütün kutsal, bilinmez, ebedi sırların hepsinin yayıldığı bir pınar, bir kaynak ve bir cevher olduğunu söylemek, bütün bu sorumluluğu üstüne yüklemek, zaten kırılgan insan ruhu üzerinde biraz fazla bir yük. Gidip de birine "sen güneşi yut" demek gibi. İnsan benliğini tümüyle bozup eğreltiyor ve karşılanamayacak yüksek beklentilerin oluşmasına yol açıyor. Sanıyorum, bunun baskısı, sanatçılarımızı beş yüz yıldır öldürüyor.

3 yorum:

  1. blogunuzu yeni keşfettim, bu keşif nasıl oldu bilmiyorum. yunan mitolojisini yeniden ele almak istedim sonra bir bakmışım burdayım, aradaki bağlantıyı ben de kuramadım. sayfa tasarımınız oldukça hoşuma gitti, konuyu özetler nitelikte.
    sıkı takipçinizim, şu an gecenin 04:20'si olduğu için bir iki yazınızı okuduktan sonra yatışa geçeceğim, sabah kaldığım yerden devam etmek için sabırsızlanıyorum.

    bu arada www.recepcetiner.blogspot.com > sizleri de beklerimm...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Güzel sözleriniz için teşekkürler Recep Bey, sizin blogunuzu da takip edeceğim :)

      Sil
  2. hoşuma gitti bu konuşma :)N.narda

    YanıtlaSil

BlogOkulu Gadgets