Yeşim Cimcoz Yazı Evi Öykü Atölyesi eğitmeni Özlem Kiper, yazmaya niyet eden kişinin öncelikle anlatıcı olmaya niyet etmesi gerektiğini belirterek “Anlatıcı varsa yazar yoktur. Hal böyle olunca da ortada kafa karıştıracak bir yazar egosu da olmayacaktır. Hikâye her zaman yazarının önüne geçecek ve anlatıcısıyla (yani kendi öğeleriyle) var olacaktır.” dedi.
Kadıköy’de bulunan Yazı Evi’nin üç ayda bir yine aynı adla yayımlanan derginin son sayısında yer alan Öykü Atölyesi eğitmeni Özlem Kiper’in röportajını sizlerle paylaşmak istiyorum. Öznur Yılmaz Berk tarafından kaleme alınan röportajda Özlem Kiper, kurmaca, öykü ve yazma eylemi üzerine sizlere ışık tutacağına inandığım açıklamalarda bulundu. Bu keyifli söyleşiyi ve derginin diğer röportajlarını buradan okuyabilirsiniz.Öykü yazma serüveniniz nasıl başladı ve bu türü seçme nedenleriniz nelerdir? Size göre öykü nedir?
Aslında yazma serüvenim bir roman taslağı ile başladı. Sonrasında da ne zaman öykü yazsam, bir roman başlangıcı gibi algılandı ve böylelikle ben kendimi öyküye dair, bir öğrenme ve anlama disiplini içinde buldum. Öykünün, o yoğunlaştırılmış tadını duymak çok heyecan verici. Yazar o yoğunluğu, elindeki öğeleri ekonomik kullanarak oluşturuyor. Okuyucu ise, belleğindeki bilgilerle boşlukları tamamlama yoluna giderek o yoğunluğu kendi içinde hafifletiyor. Bu çok büyülü bir süreç hem yazan, hem okuyan için. Bir aydınlatma, bir aydınlanma hali. Aydınlık bir kere temas etti mi vazgeçmek istemiyor insan. Hep o ışığa, sıcaklığa yöneliyorsunuz, ister istemez.
“Bir insanın hikâyesini bilmiyorsanız, onu tam anlamıyla tanıyorum diyemezsiniz” diye bir söz var. Size göre her yaşam bir öykü mü saklar içinde?
Biz öyküde kurmaca karakter yaratırken, kahramanı geçmişinden başlayarak hayal ederiz. Bunu yaparken de, hayat hikâyesi giydiririz ona, onlar için bir geçmiş yaratırız. Yarattığımız geçmişin tamamını hikâyemizde anlatmasak bile bu, kahramanımızın baş edemediği bir durum karşısındaki tutumunda, kararlarında, duygularında, çözüme gitmesinde, diğer insanlarla ilişkilerinde bir yansıma olarak vuracaktır metne. Eğer kurmaca düzlemde böyle bir yol, bizi gerçek bilgiye biraz daha yaklaştırıyorsa, gerçek hayat için de aynı izleği sürmek bize tanımak istediğimiz kişi hakkında doğru bilgiye götürebilir.
Öykülerde yaşamdan, yaşanmışlıklardan mı yoksa kurmacadan mı daha çok yararlanılıyor?
Öyküyü yazarken aslında yazdıklarımızın yaşamı ne kadar içerip içermediğinin yanıtını arıyoruz. Tek bir kelimenin, bir durumun, bir düşüncenin peşi sıra bir yola çıkıyor ve bu oluşumun ayrıntılarına yöneliyoruz. O sürece kadar aklımızda beslediklerimiz, pencerenin dışında-içinde ve sokağın tam ortasında gördüklerimiz, aslında bugünün tanıklığını içeriyor gibi görünse de başlangıç noktamız genellikle geçmiştir. Yazar şimdi ile birikimleri arasındaki köprüyü kurgu düzleminde kurar. Dolayısıyla, kurgunun başladığı noktanın öncesinde beliren yaşanmışlık sonrasında da devam eder. Kurmaca edebiyatın amacı, iyi hikâyeyi oluşturmaktır. Bunu da gerçekçi sağlam karakterler ve hatasız bir olay örgüsüyle oluşturabiliriz. Gerçekçi karakterleri hayatın içinde aramak, hatta bazen gerçek karakterleri ortaya koyarak yazmak bir yol olabilir. Fakat burada yazarın dikkat etmesi gereken şey, kahramanıyla özdeşleşeceği ortamın sınırlarını çok iyi ayırmaktır. Karakter ne hissediyorsa, okur da onu hissetmelidir. Yazarın yapmaya çalıştığı empati boyutunu, kendi karakterine taşımaması çok önemlidir. Dikkat ederseniz kurmaca ve gerçek hayat birbiriyle hep içi içe. Biri olmadan diğerinin var olması mümkün değil.
Yazı Evi’nde çok keyifli bir çalışmanız var: Öykü Atölyesi. Biraz da ondan bahsedersek, nasıl bir fikirle ortaya koyuldu, kimler katılıyor? Çalışmanın sonunda katılımcıları ne bekliyor?
Uzun zaman boyunca, konusu öykü olan bu tür atölyelerin hem katılımcısı, hem yöneteni oldum. Bir süre Yeşim Cimcoz’un hazırladığı ‘Dalgaları Aşmak ‘ isimli çalışmayı sundum. Yazıdaki yaratıcılığı destekleyen, tıkanıklığı açan teknikleri kapsayan bu programın, hem kalemime hem birikimime çok şey kattığını söyleyebilirim. Aynı zamanda katılımcı olarak devam ettiğim diğer programlar, Yazı Evi’ndeki yazmaya yönelik çalışmalar ve buralarda üretilen metinler, kafamda başka meselelerin oluşmasına neden oldu. Şöyle ki, yazmaya ilk başlayan insanların iç dökme hallerinden bir türlü kurtulamayışları, hikâyesi olmayan öykülerin ortada gezinmeleri eskisinden daha fazla dikkatimi çekmeye başladı. Yazarın nasıl bir meselesi olması gerekiyorsa, bir atölye yöneticisinin de meselesi olması gerektiğini düşündüm ve bundan dolayı muazzam bir heyecana kapıldım. Bu düşünceden başlangıçla da, atölyenin konularını ve işleyiş şeklini belirledim. Sonuçta, bugün, kendim nasıl bir atölyeye gitmek istiyorsam onu şekillendiriyor ve yönetiyorum.
Bu noktada, meselenizi biraz daha açarsak, atölyenin içeriğine de değinmiş olacağız sanırım.
Bence de soruya bu açıdan yaklaşmak çok doğru olur. Lütfen şöyle düşünün: Okur, kitabın içindeki konu ve karakterlerin içinde kaybolmak, onlardan biri olmak için yazarını unutmak ister. Yazar metnin içinde kendini unutturabilmişse bir şeyleri başarmıştır. Yazar, yarattığı karakterle kendi arasındaki çizgiyi koruyamadığında, hikâyenin içine sızıverir. Profesyoneller bunu okuyucuya maharetleri sayesinde çoğu zaman hissettirmezler ama yeni yazmaya başlayanlarda bu bir tehlikedir. Konuyu teknik açıdan iyi oturtmazsak, kendi düşüncelerimizi söyletmeye çalıştığımız karakterler üretmeye başlar, daha da kötüsü birbirine benzer karakterler üretmeye devam ederiz. Öykü Atölyesi içimizde biriktirdiğimiz hikâyelerin ortaya çıkması için anlatıcıların yolunu açıyor.
Niye yazanların yolunu açıyor değil de anlatıcıların yolunu açıyor?
Evet, özellikle ‘anlatıcılar’ kelimesinin altını çiziyorum. Yazamaya niyet eden kişinin öncelikle anlatıcı olmaya niyet etmesi gerektiğini düşünüyorum. Anlatıcı varsa yazar yoktur. Hal böyle olunca da ortada kafa karıştıracak bir yazar egosu da olmayacaktır. Hikâye her zaman yazarının önüne geçecek ve anlatıcısıyla (yani kendi öğeleriyle) var olacaktır.
Daha önce hiç yazmamış bir kişi de öykü atölyesine katılabilir mi?
Hiç yazmamış kişiler de katılabilir, yazmaya niyeti olmayanlar da katılabilir. Atölye aynı zamanda nitelikli edebiyatı da desteklediği için, sadece okumaktan ve okuduklarıyla ilgili konuşmaktan keyif almak isteyenlerin buluşma noktası.
Öykü atölyesine katılmış bir kişinin kendi yaşamına nasıl bir katkısı oluyor?
Öncelikle yazmak en güzel tedavi yöntemlerinden biridir. Yazmaya başlayınca insan, algıları açık olduğu için yaşama dair ayrıntıları daha iyi görebiliyor. Bu da onun hayatla baş edebilmesine yardımcı oluyor. Karakterlerine kan-can verdikçe anlattığı hikâyeler teker teker ortaya çıkmaya başlıyor. Hangimizin, ne zaman, çağlar boyunca okunacak hikâyeyi yazabileceğini kim bilebilir? Bunu anlayabilmek için okumaya ve yazmaya niyet etmek lazım.
Özlem Kiper: Hüznü de, coşkuyu da seven, her şeyin tadını çıkararak yaşamayı sevenlerdenim. Yaşarken ısırırım hayatı.
Okuyucularımıza sizin söylemek istediğiniz bir tavsiyeniz var mı?
Okuduklarıyla her yere gidebilir insan. Zamanda yolculuk yapar, olmak istediğini olur, hem bugünü yaşar hem sonsuzu… Yazan için ise bu durum daha farklıdır. Yazan kişi anlatabilmek için zamanı da, mekânı da, insanları da elbise gibi giyer üzerine. Okuru anlattığı dünyaya taşıyabilmek için, bir süreliğine kendi olmaktan vazgeçer. Bu bir sihirdir. Yaşadığımız gezegenle, düşlerin kurgulandığı yer arasında oluşan huzurlu bir diyardır. En azından okumaya biraz daha zaman ayırarak bu mutlu diyarda yaşayanların sayısını artıralım.
Sizinle tanışmak ve çalışmalarınıza katılmak isteyenler size nasıl ulaşabilirler?
Tüm paylaşım sitelerinden Facebook, Twitter, Pinterest ve tabii ki Yazı Evi Dergisi, Ajandası, internet arama motorları, her yerden ulaşabilirler. Yazı Evi haftanın altı günü (bazen Pazar günü de dâhil) açık bir mekân. Bize ulaşamama gibi bir sıkıntı söz konusu değil. Buyursunlar gelsinler, tanışalım. Kendimiz için güzel bir başlangıç yapalım.
0 yorum:
Yorum Gönder