2 Nisan 2013 Salı

Roman yazarı okuru ne kadar dikkate alır?

Roman Yazarı ve Okur başlığıyla Derin Düşünce adlı sitede yayımlanan, roman yazarını ve okurunu derinlemesine irdelediğine inandığım Suzan Nur Başarslan makalesini sizinle paylaşmak istedim.

Roman Yazma Sanatı Yazarlık Teknikleri
Bir roman yazarı, kurmaca bir eser meydana getirirken sorumsuz davranabilir mi? Ne kadar özgürdür ya da? Elbette yarattığı karaktere en akla gelmedik şeyler yapabilir, onu aç-susuz bırakabilir, aşktan karakterinin aklını başından aldırabilir, en olmadık trajedileri kahramanına yaşatabilir hatta onu öldürebilir… Yazara sınırı hatırlatan nokta neresidir/kimdir? Bu noktada devreye okuyucu girer. Her yazar okunmak amacıyla yazar. İster belirli bir kesim için, isterse kendisinden sonra gelecek kuşaklar için yazsın. Amacı okunmak ve etkilemektir. Bu amaç, eserini yaratırken yazarın sınırlarını belirler. Heinrich Mann, “yazarlar olarak başkalarına etki etmemizin şartı, tabii ki edebiyat yetimizdir. Çoğu yazarın sorunlara yanıt aramak için iyi niyetli bir biçimde hazırladığı bildirgeleri ya başarısız kalmış, ya da tersine yazar konuyu bizzat kendisi duyarak yaşamış, bu meseleyi kendi içerisinde yeniden yaratmış, kendine özgü sanatın aracılığıyla gözlerinizin önüne sermiştir. Bununla birlikte yazar, yalnızca günümüz okuyucu kitlesini değil, daha sonra gelecek okuyucuları da hesaba katmak isterse, işte o zaman eseri olağanüstü ve güçlü olmak zorundadır.”der. Çünkü yazar, “hayâlinde arzularını ve bunların gerçekleşmesini kurar ve bu hayâlleri edebi araçlarla öylesine işler ki okuyucuyu da burada kendi arzularını bulur ve tatmin olur, hem de utanmayacağı bir tarzda. Yazar gerçekliği, küçültülmüş bir model biçiminde kopyalar ve gerçekliği bize fark ettirir. Başka bir dünya icat eder. Davranış provası yapar ve bizim bununla daha iyi davranmamızı sağlar. Yazar dille oynar ve bu oyundan tat alır, … o, bilinçli olarak rüya görür, çok katlı anlam taşıyan eserin, aynı bilinçsiz rüya sürecinin rüyayı oluşturması gibi biçimler. Potansiyel okuyucuyla içinden konuşur.”

Suzan Nur Başarslan'nın Roman Yazarı ve Okur makalesinin tamamı!



Devamını Oku

1 Nisan 2013 Pazartesi

2013 Erdal Öz Edebiyat Ödülü Cemil Kavukçu’ya verildi!

Edebiyatımızın başarılı yazarlarından Cemil Kavukçu'ya Erdal Öz adına düzenlenen 2013 Edebiyat Ödülü verildi. 

2013 Erdal Öz Edebiyat Ödülü Cemil Kavukçu
Öykü denince akla ilk gelen isimlerden olan Cemil Kavukçu, başarılı yazarlık kariyerine bir ödül daha ekledi. Can Yayınları’nın kurucusu Erdal Öz anısına her yıl düzenlenen Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi olan Cemil Kavukçu, öykü türünde gösterdiği ısrarlı çalışma, öykücülüğümüze kazandırdığı yeni tipler ve anlatım yöntemleri, üretkenliği ve öykünün edebiyatın gündeminde kalması için gösterdiği kişisel ve yaratıcı çaba nedeniyle ödüle layık görüldü.
Bu yıl altıncısı düzenlenen Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün seçici kurulunda Enis Batur, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Handan İnci, Feride Çiçekoğlu, Kaya Genç, ve Can Yayınları adına Zeynep Çağlıyor yer almıştı.
Devamını Oku

Roman nedir ve özellikleri nelerdir?

Sokak Kitapları Yayınları yazarlarından Uğur Ziya Şimşek’e ait Öykü ve Roman Yazma Sanatı adlı makalenin ikinci bölümünde romanın iç dünyasını ve teknik özelliklerini keyifli bir yolculuk yapacağız. 

Uğur Ziya Şimşek öykü ve roman yazma sanatı
Romanın birincil özelliğinin uzunluğu olduğunu söyleyebiliriz. Dengeli bir sıralama ve bağ bulunan olayları anlatan ve estetik kaygısı olan bir metindir roman. Roman okuyucusunu gerçekliğin dışında bir dünyaya alır. Okur o dünyaya girdiği andan itibaren duygusal tepkilerini romanın yönlendirmesiyle verir. Karakterlerle birlikte sevinir, üzülür, heyecanlanır, duygulanır. Roman, okuruna bu hisleri yaşatma derecesiyle kalitelidir. Romandaki olaylar bir plana uygun olarak anlatılır. Bu plan en temel yapısıyla üçlü bir saç ayağına dayanır.


  • Giriş (Serim)
  • Gelişme (Düğüm)
  • Sonuç (Çözüm)

Romanın Türk edebiyatındaki ilk izleri!
Türk edebiyatına roman Fransızcadan yapılan çevirilerle girmiştir. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa'nın Fenelon'dan yaptığı Tercüme-i Telemak'tır. İlk Türk romanı olarak Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseri gösterilir. Avrupaî tarzda ilk roman, Tanzimat döneminde yazılmıştır. Namık Kemal'in "İntibah", ilk Türk romanıdır.

Romanın konusu nedir?
Tüm romanlar insan ilişkileri ele alır. Bazı romanlar bitkiler, hayali varlıklar veya hayvanlar üzerinden yine insan ilişkileri anlatır. George Orwell’ın Hayvan Çiftliği isimli dünyaca ünlü eseri bir çiftlikteki yönetimi ele geçiren domuzların eşitlik ilkesiyle başlayıp zamanla diğer hayvanları nasıl ezdiklerini ve kendilerini ayrıcalıklı bir konuma yükselttiklerini anlatırken Rusya’daki Ekim Devrimi’nden bahseder ve devrimin eşitlik söylemleriyle gelip zamanla nasıl bir seçkinler sınıfı oluşturduğunu anlatır. Richard Bach Martı isimli eserinde yine hayvanlar üzerinden insan ilişkileri incelemiştir.

Roman ve gerçeklik ilişkisi
Roman bilimsel bir yapıt değildir. Romancının bilimsel bir eser oluşturma kaygısı ve açıklama çabası olmamalıdır. 2008 yılında yayınlanan ve Türkiye’deki azınlıkta kalmış, toplumun dışladığı cinsel kimlikleri romanlaştırdığım Kıyıdakiler isimli eserimi okuyan bir sosyoloji doktora öğrencisi kitabı çok beğendiğini söylemekle birlikte sosyoloji teknikleri açısından bazı eksikliklerin olduğunu bilimsel anlamda derinleşmenin sağlanmadığını, çok daha geniş sosyolojik analizlerin olabileceğini ileri sürerek beni eleştirmişti. Ben de kendisine sosyolog olmadığımı, bir romancının eserinin herhangi bir bölümünde bilimsel bir alanda derinleşme zorunluluğu bulunmadığını zaten bunun teknik olarak pek mümkün olamayacağını çünkü bir insanın ancak bir bilim dalında uzmanlaşabileceğini hayatın birçok alanından bahseden romancının bu alanların tümünü doktora veya profesörlük seviyesinde bilmesinin olanak dışı olduğunu anlattım. Gerçekten de bir romancı sosyoloji bazlı bir kurgunun olduğu romanında doktora seviyesindeki bir sosyoloğu tatmin etmek zorunda mıdır? Veya soruyu şöyle çevirelim doktora seviyesindeki bir sosyoloğun sosyolojik bazlı bir tatmin yaşaması için okuması gereken şey bir roman mıdır?

Roman - gerçeklik ilişkisine bir örnek
Bir örnek kurgulayalım. Ahmet Bulut isimi romancımız başkarakteri bir tıp doktoru olan roman kurgulasın. Bu doktor hastalarını bazen bilinçli bir şekilde yanlış ameliyat etsin ve onların uzun vadede ölümüne sebep olsun. Bir dedektif karakter de onu bulmak ve alt etmek istesin. Dedektif tesadüfen sevgilisini bu doktora götürsün vs. Ahmet Bulut bu romanı yazarken acaba doktor bir karakter kullanıyor diye doktorluğun her yönünü eksiksiz bir şekilde bilmek zorunda mıdır? Bence hata yapmayacak ve işine yarayacak kadarını bilmesi yeterlidir. Konuyu biraz daha zorlayalım. Ahmet Bulut’un doktor karakteri bir hastasına açık kalp ameliyatı yapsın ve bu hastanın ölmesine sebep olsun. Ahmet Bulut bu kısmı anlatırken, ameliyathaneden, oradaki gereçlerden, doktor hemşire vb. kişilerden bahsetsin ve bu sahneyi geçsin. Yani normal olanı, olması gerekeni yapsın. Bir tıp öğrencisi veya kalp uzmanı bir cerrah bu kısmı şöyle eleştirsin:
“Ahmet Bey kitabınızı zevkle okudum, ancak kalp ameliyatı sahnesini çok sığ geçmişsiniz, halbuki bu ameliyat 4-5 saat süren ve birçok detayı olan oldukça zorlu bir işlemdir. Bunları daha gerçekçi ve derinlemesine anlatmanızı beklerdim.”
Bu eleştiriyi değerlendirdiğimizde eleştiriyi yapan okurun (cerrah) haksız olduğunu söyleyebiliriz. Bir romancının açık kalp ameliyatını bilmesine imkan yoktur. Bilse de bunu romanda anlatması son derece mantıksızdır. Açık kalp ameliyatının nasıl yapıldığını öğrenmek isteyen bir öğrenci bunu romandan değil hocalarının bilimsel kitaplarından okuyarak öğrenir. Böyle bir çabası olmayan okur içinde dört saatlik bir ameliyatı sayfalarca anlatmak gereksiz ve sıkıcıdır.

Roman ve bilimsellik kaygısı
Hem kendi kitabımdan hem de kurgusal bir örnekten yola çıkarak açıkladığımız üzere romanlar bilimsel kitaplar değildir ve romancılar da bilim adamı değildir. Romanlarda gereksiz yere derinleştirilen bilimsel açıklamalar romanı sıkıcı bir hale getirmenin ötesinde hiçbir işe yaramaz. Bunu yapmadığınız için sizi eleştiren kişiler ise bilmediği için eleştirmektedir. Taraftar mantığıyla hareket etmeyenler kendilerine yapılan açıklamalarla tatmin olmakta ve eleştirilerinin haksızlığını anlamaktadır.

Roman yazma sanatına dair ipuçları
Roman insanı anlatır ve romancı anlattığı insanın veya insanların hayatından kesitler yapar. Bütününü anlatmak romanı boğabilir. Sadece kurgu açısından işimize yarayanı anlatmamız da fayda vardır. Anlattığımız karakterin hikâyesi bizim için gerekli olan detayları barındırmalıdır. Gereksiz olanları dışlamalıyız. Birçok genç yazar detaylarla okuru boğma çabasına girer ve elbette okur boğulmamak için kendini biran önce suyun dışına atar yani kitabı bir daha açmamak üzere kapatır. Anlatacaklarımızın dozunu bir aşçı titizliğiyle ayarlamalıyız. Tuzsuz yemek güzel olmaz ancak fazla tuzlu da yenmez. Her yemeğin de birbirinden ayrı tuz oranları vardır. Birinde geçerli olan ötekinde geçerli olmayabilir.
Gereksiz derecedeki uzun anlatımlar ve fazla detay anlatmak romandaki dinamizmi düşürür. Bu tip romanları üç beş sayfa atlayarak okusanız da hiçbir şey değişmediğini kurgudan konudan kopmadığınızı görürsünüz. Türk edebiyatının çok satan yazarlarından Canan Tan’ın kitapları böyledir. Kurgu çok sığdır ve kitap baştan sona inanılmaz derecede fazla ve gereksiz ayrıntılarla doludur. Kitaplarını beşer altışar sayfa atlayarak okusanız dahi kurgudan hiçbir şey yitirmezsiniz çünkü sürekli birbirini tekrar etmektedir.

Romanda detayların önemi
Dozajında detay kullanan başarılı çalışmalarda birkaç sayfa atlayarak okursanız bağlantının koptuğunu hissedersiniz. Büyük romancıların romanlarında kullandıkları her ayrıntının her kelimenin bir anlamı vardır ve bu çıkarıldığında bir şeyler eksik kalır. Çok dikkatli okurlar gereksiz yere kullandığınız tek bir cümleyi dahi algılar ve bu sebeple sizi eleştirir.

Sıradan bir durumu romanlaştırabilir miyiz?
Bir örnek oluşturalım:
Bir adam sevgilisiyle birlikte bir iç mimarlık ofisine gider ve yeni aldıkları evin dizayn edilmesini ister.
Bu oldukça sıradan bir olaydır. Peki, bu sıradan olayı romanlaştırabilir miyiz? Bir deneyelim bakalım neler çıkacak:
Karakterlerin isimlerini belirleyelim.
Sevgililerden erkek olanın ismi Furkan, kızınki ise Simge olsun. Mimarımız ise Cem olsun. Mimarın bir sekreteri olduğunu düşünürsek onunda ismi Aycan olsun.
Furkan ve Simge mimarlık ofisine geldiklerinde Cem onları yıllardır tanışıyormuşçasına büyük bir sevecenlikle karşıladı ve neye gereksinim duyduklarını dinledi. Çözüm önerileri sunarken Furkan bir ara tuvalete gitmek için odadan ayrıldı. Sekreter bu fırsatı kaçırmadı ve ‘sevgilinin seni terk etmesini istemiyorsan hemen buradan ayrıl’ dedi.
Evet, bu haliyle anlatılanlara baktığımızda sıradanlığı bozan bir şey var. O da sekreterin söyledikleri. Hiçbir iş yerinde bir sekreter müşteriye böyle bir şey söylemez. Bizim hikâyemizde söylüyorsa (ki söylemeli, sıradan bir müşteri ilişkisini anlatmanın okur için ne cazibesi olabilir) bunun bir sebebi olmalı. Öyleyse o sebepleri yaratacak bir yapıyla karakterleri oluşturalım.
Cem: Orta yaşlı, karizmatik beyaz saçları olan şık giyimli yakışıklı bir mimar.
Aycan: Fazlasıyla güzel ama serçe parmağını çocukluğundaki bir kazada kaybetmiş olan genç sekreter. Cem’in kadınlara bakış açısındaki acımasızlığı ve kullanma duygusunu bilse de ona karşı saplantılı bir aşkı var.
Furkan: 45 yaşında bir gazeteci. Güçlü siyasi bağlantıları olan önemli bir adam.
Simge: Bir bankanın finans müdürü. İşinin durağanlığından sıkılmış ve hayatında yenilikler arayan bir kadın. 38 yaşında. Sevgilisi Furkan ile birlikte yaşama kararı almasında onu çok sevmesinin ötesinde hayatında bir değişiklik yapma isteğinin baskısı daha ön planda.
Evet, karakterleri belirledikten sonra bu saçma durumu anlamlandırabiliriz. Hatta fazlasıyla saçma olan bu durum bize saçmalığının yüksekliği oranında da bir güç katacaktır çünkü hiç olmayan ve rastlanılmayan bir olayla romanı başlatarak bir anda merak duygusunu yükselteceğiz ve okurların aklında birçok soru belirmesini sağlayarak okuma eylemini sabırsızlıkla sürdürmelerine yol açacağız. Bu hikâyenin devamı nasıl olur? Şuandan kestirmek güç ancak düşündükçe birçok şey çıkar.
Furkan sekreteri ciddiye almaz, ama içine de bir kurt düşer, mimar evlerini harika biçimde yapar fakat bu süreçte Simge ile çok fazla yakınlaşır. Furkan bu yakınlaşmadan normalde rahatsız olmayacakken sekreterin söylemleri sürekli aklına gelir ve aradaki yakınlaşmayı kurcalamaya başlar. Aslında mimar ile ilgili hiçbir hoşlanma duygusu olmayan Simge bu baskılardan sıkılır ve Mimar ile durumu paylaşır, zamanla aralarındaki sohbet evle ilgili dekorasyon konularının dışına çıkar. Bu sohbetler Mimar ile Simge’yi yaklaştırır.
Bunun dışında da çok farklı bir süreç öngörülebilir. Düşündükçe binbir çeşit yeni kapı açılır.
Devamını Oku

Yazarın esin kaynagı nedir?

Edebiyatta üzerinden en çok düşünülen durumlardan biri olan yazarın esin kaynağı meselesine Yeşim Cimcoz Yazıevi eğitmenlerinden ve Füsun Çetinel kendi yaşamından verdiği örneklerle sizlere aktarıyor. 

Öykünün Ev Hali Füsun Çetinel
Öykünün Ev Hali video serisinde bu hafta Füsun Çetinel yazarın esin kaynağı konusunu işledi. Yazarlığın gerçekliği kurgu vasıtasıyla başka öğelerle harmanlayıp ortaya bir hikaye çıkarma sanatı olduğunu belirten Füsun Çetinel, “Yazar, hayal dünyası ve yaratıcılığıyla hayatın can yakan, sıkıcı tatsız gerçekliğini birleştirir. Kurgu yardımıyla ortaya bambaşka bir gerçeklik çıkarır” dedi.

Hayat yazarın esin malzemesidir!
Füsun Çetinel 8 yaşındaki bir çocuğun yazarları yalancı kafa ve uydurukçu olarak tanımladığını aktararak “Gerçekten de yazarlar böyledir. Ama sonuçta ortaya keyifli eserler koyan insanlardır. Yazarlar, hayatın gerçekliğini alır bambaşka öyküler ortaya çıkarırlar. Kurmaca gerçekten beslenir. Yaratıcılık, birbirinden alakasız görünen unsurları bir araya getirmek ve anlam çıkarmaktır. Anlamsız yaşanmışlıklar yazıda bir öyküye malzeme olunca anlam bulurlar. Hayat yazarın esin malzemenizdir, onu mutlaka kullanın” dedi.
Keyifli aktarımı ve anekdotlarla bezenmiş Füsun Çetinel’in “Öykünün Ev Hali” videosunu mutlaka izleyin. Videoyu buradan izleyebilirsiniz.
Devamını Oku

29 Mart 2013 Cuma

Ümit Kaftancıoglu 2013 öykü yarısması sonuçlandı!

Gazeteci-Yazar Ümit Kaftancıoğlu anısına düzenlenen öykü yarışması sonuçları açıklandı.

Öykü Ödülleri 2013 sonuçları açıklandı
Ümit Kaftancıoğlu anısına düzenlenen öykü yarışması sonuçlandı. Öykü yarışmasının seçici kurulanda yer alan Adnan Özyalçıner, Öner Yağcı, Mehmet Güler, Zeynep Aliye, Dr. Ali Naki Kaftancıoğlu, Dr. Canan Kaftancıoğlu ve Öztürk Tatar 2 aylık değerlendirme sonucunda yarışma sonuçlarına ulaştı. Sonuçlara göre yarışmanın birinciliğini Nuri Lef Lef adlı öyküsüyle Hakan Cucunel kazandı.
Öykü yarışmasının ikinciliğini Dolapderenin Cadıları adlı öyküsüyle Ekin Can Göksoy,  Deli Babam Ölmüş adlı öyküsüyle Fuat Sevimay üçüncülüğü kazandı.

Ümit Kaftancıoğlu mansiyon ödülleri

  • Öykü yarışmasında mansiyon ödüllerini alan öykü ve yazarları ise şöyle: 
  • Serdar Şen: Sokak Kedileri Gittiğimde
  • Belgin Önal: Fotoğraf 
  • Görkem Giray: Hademe
  • Ayçe Çeliker: Sevgili Zamanlar
  • İzzet Celiloğlu: Bir Yaz Gecesi
  • Zekiye Yüksel: Babaannem ve Sardunyaların Gizi
  • Salim Nizam: Gelincik İlaçlayıcısı


Ödüller anma gecesinde verilecek
2013 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri yazarın anısına düzenlenen anma gecesinde verilecek. 13 Nisan günü Bakırköy Yunus Emre Kültür Merkezi’nde düzenlenecek ödül töreni ve anma gecesine Altan Öymen, Zeynep Aliye ve Naki Kaftancıoğlu konuşmacı olarak katılacak.
Devamını Oku

Yazarlardan Yaratıcı Yazarlık Dersleri!

Aşiyan Dergisi ve Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübü tarafından ortaklaşa düzenlenen Yazarlardan Yaratıcı Yazarlık Dersleri 2 Nisan’da başlıyor.

Ali Ural, Feridun Andaç, Haydar Ergülen, Aslı Tohumcu
Yazarların kendi yöntem ve görüşlerini genç yazarlara aktardığı önemli etkinliklerden biri olan Yazarlardan Yaratıcı Yazarlık Dersleri yazar adaylarına benzersiz bir fırsat sunuyor. Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübü ve Aşiyan dergisinin ortak çalışmasıyla ikinci kez düzenlenen derslere Haydar Ergülen, Ali Ural, Feridun Andaç, Mario Levi ve Aslı Tohumcu katılıyor.
6 hafta sürece yaratıcı yazarlık derslerine katılacak yazar adayların yazma serüvenlerine önemli bir katıkı sunacağını düşünüyorum. Derslerin programı ve yazarların ele alacağı konular şöyle:

  • Haydar Ergülen: Yazma Halleri-Şiir (2 Nisan)
  • Ali Ural: Yazmak: Gerçekle Hayal Arasındaki Tünel (19 Nisan)
  • Feridun Andaç: Yazılan Roman/Okunan Roman (3 Mayıs)
  • Mario Levi: Yaratıcı Yazarlık (17 Mayıs)
  • Aslı Tohumcu: Hayattan Öyküye (22 Mayıs)

Başlama saati: 18:00

Hatice Türkoğlu: 0543 767 22 64
Ozan Şenol: 0535 853 10 49
iletisim@asiyandergisi.com
Boğaziçi Üniversitesi ve Aşiyan Dergisi

Devamını Oku

28 Mart 2013 Perşembe

insan neden yazmak ister? – Öykü ve Roman Yazma Sanatı (1)

Sokak Kitapları Yayınları yazarlarından Uğur Ziya Şimşek’e ait Öykü ve Roman Yazma Sanatı adlı uzun makaleyi sizlerle paylaşmak istedim. Makaleden her gün bir bölüm yayınlayacağım. Hem daha iyi anlamak adın hem de öykü ve roman yazma sanatının inceliklerini özümseyerek öğrenmek adına. Makalenin ilk bölümü aşağıda yer alıyor.

İnsan neden yazmak ister? Uğur Ziya Şimşek
İnsan yazmak ister. Sümerler yazıyı bulmadan önce sözlü hikâyelerle düşünce aktarımını gerçekleştiren insanoğlu yazı ile tanıştıktan sonra bu aktarım biçimini çok sevmiş ve sıklıkla kullanmıştır. Çevrenize bir bakın, sadece romancılar veya şairler mi yazıyor? Elbette hayır. Ağaçlara kazınan isimler, duvarlara yazılan sloganlar, kamyon çamurluklarına veya kasalarına yazılan bin bir çeşit maniler; bileklere, sırta, bacaklara yazılmış dövmeler, küçük çocukların tükenmez kalemle vücutlarına sevdiklerinin isimlerini yazması, mahalle bitirimlerinin cam kırıklarıyla vücutlarına ulaşılmaz aşklarının isimlerini yazması, bin bir riski göze alarak üniversitede bildiri dağıtan öğrencilerin izbe odalarda gizlice yazdıkları siyasi metinler ve daha neler neler…
Peki neden? Neden yazmak isteriz? Kalıcı olmak için mi? Zamanı öldürmek, sonsuz olmak için mi? Yoksa sadece düşüncelerimizi aktarmak için mi? Okuyanların beğenisini sağlamak, takdir edilmek için mi? Birkaçı veya hepsi mi?

Ölümsüzlük duygusu ve yazmak!
İnsanın en temel duygularından birinin geleceğe el uzatma çabası olduğunu anlayabilmek için psikoloji eğitimi almamıza lüzum yok. Mimarlar binalarıyla, sporcular rekorlarıyla, romancılar kitaplarıyla, şairler şiirleriyle, krallar fetihleriyle, ressamlar resimleriyle, en temelde de insan üreme duygusuyla kalıcı olmak ve ölümsüzleşmek ister. Duygularımızı aktarmak, yaşadığımız toplumu değiştirmek, güzellikler katmak yine güçlü dürtülerimizdir.
Yazmak isteriz! Ama nasıl? Eğer bir ağaca sevgilimizin ismini kazıyacaksak çok önemli tekniklere ve altyapıya sahip olmamız gerekmez. Bir çakı, kolay yontulabilecek güzel bir ağaç ve o ağaca zarar veriyor olmamızın umursamazlığı yeterli argümanlar olacaktır. Çakıya, ağaca ve mevzubahis duyguya sahip olan kişi sevgilisinin ismini rahatlıkla yazıp herhangi bir tekniğe veya öğretiye ihtiyaç duymayacakken acaba Türkiye’deki ağır işlerde çalışmaya zorlanan çocuk işçilerin umutlarını, mutsuzluklarını, yaşamlarını uzun bir romanda anlatmak isteyen kişinin işi aynı derecede kolay mıdır? Olmadığını düşündüğümüz için bu yazıyı derliyoruz.

Herkes roman yazabilir mi?
Sıklıkla ‘Roman yazmak öğretilebilir mi? Roman yazmanın tekniği olur mu? Herkes roman yazabilir mi?’ biçiminde sorulara muhatap oluyorum. Sondan başlarsak ‘herkes roman yazabilir mi?’ beni çok düşündürmüş bir sorudur. Sanırım evet. Kâğıt ve kalem alacak maddi yeterliliği olan ve okuma yazma bilen herkes roman yazabilir. Peki, herkes piyano çalabilir mi? Evet. Aynı mantıkla hareket edersek yeterli maddi imkâna sahip olup bir piyano alan ve karşına oturup tuşlara dokunabilecek fiziksel yeterliliğe sahip olan herkes piyano çalabilir. O halde şu soruyu yöneltelim: Herkes Dostoyevski gibi roman yazabilir mi? Nazım gibi şiir yazabilir mi? Fazıl Say gibi piyano çalabilir mi?

Yazma tekniklerini öğrenmek sizi Tolstoy yapmaz
Roman yazmak öğretilebilir ve teknikleri vardır. Ancak hedefiniz çok büyük bir romancı olmaksa unutmayın ki tüm bunları bilmek sizi Tolstoy yapmaz. Tüm teknik öğretileri harfiyen öğrenseniz ve uykusuz gecelerle yoğun bir emek sarf etseniz de Tanrı gülümsemeden Dostoyevski olamazsınız. Nasıl ki salt futbol oynamayı öğrenmekle Maradona gibi oynamak aynı şey değilse…

İyi yazar olmanın koşulları
İyi bir yazar olmanın birçok koşulu var. Bunlar arasında önem sıralaması yapmak gerekirse ilk koşulun iyi bir okur olmak olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ardından merak, sabır, bilgi birikimi, yetenek gibi öğeler gelmektedir.
İyi bir yazar olmak çok roman yazmak demek değildir. Harper Lee sadece tek bir kitap yazmıştır. Bülbülü Öldürmek isimli eseri dünya edebiyatının klasikleri arasındadır. Yine Margaret Mitchell Rüzgâr Gibi Geçti isimli romanı dışında bir eser vermemiştir ve bu eseri dünya edebiyatının en saygın çalışmalarından biridir. Her iki kitabında filmi yapılmıştır ve yine her iki film de sinema klasikleri arasında sayılmaktadır.

Yazmaktan uzaklaşmak ve bahaneler
Yazmak çok zorlu bir eylem olduğu gibi bir yönüyle de çok sancılıdır. Bir kadının doğum yapması gibi yazar da her kelime de her cümlede sancılanır, ıkınır ve içindeki o adlandıramadığı şeyi ortaya çıkarmaya çalışır. Bu zorlu süreç psikolojik olarak insanı yazma eyleminden uzaklaştırır ve erteleyecek bahaneler bulamaya iter. Kelemi açayım öyle yazarım! Etrafı toparlayayım öyle yazarım! Mehmet’le konuşayım öyle yazarım! Biraz televizyon izleyeyim öyle yazarım! Facebook’da kim var bir bakayım öyle yazarım! diyerek aslında yazmanın sancısını ertelemeye çalışırız. Hâlbuki bu sancı kaçınılmaz bir süreçtir ve mutlaka yaşayacağımız bu acıyı ertelemenin bir anlamı yoktur. Hatta Stockholm Sendromu gibi bu acıya bağımlı olmakta fayda vardır.

Yazmanın zorlu süreci
Büyük yazarlar da dâhil olmak üzere tüm yazarlar nitelikli eserlerini sancılarla doğururlar. Edebiyatın devlerinden Gustave Flaubert yazdığı bir mektubunda, tek bir sözcüğü bulmak için dahi tüm gün çabaladığını ve büyük zorluklar yaşadığını anlatmaktadır. Yazmanın zorlu süreci hep vardır ve var olacaktır. Bazen popüler yazarlar yazma eylemleriyle ilgili okurların hoşlarına gidecek karizmatik yanıtlar verseler de gerçekte cümleyi doğurmanın sancısını hepsi yaşamaktadır. Elbette doğuracağınız çocuğun bir gözünün kör, kollarının kırık, bacaklarının çıkık olmasını önemsemiyorsanız doğum kurallarına uymaz biran önce işinizi görebilirsiniz. Edebiyatta da böyledir. Hiçbir sancı çekmeden de yazabilirsiniz ancak cümleler ne kadar sağlıklı olur bilemeyiz.

Ya hayat ya da yazmak, seçim senin
Yazmak kuma kabul etmez. Eğer yazmak istiyorsak, önceliğimiz bu olmalı. Yazmak çok zor bir eylemdir ve hobi olarak yapılabilecek bir şey değildir. Birinci önceliğimiz ve motivasyonumuzu verdiğimiz en temel öğe yazmak olmalı. Tüm benliğimizle, ruhumuzla yazmaya odaklanmalıyız. Olması gereken bu olmakla birlikte hayatın meşgalesi, geçim derdi, zorunlu hedefler bu odaklanmayı azaltmaktadır. Geçinmek için 10 -12 saat çalışmak zorunda olan bir kişi ne derece yazmaya odaklana bilecektir? Bir tarafta hayat bir tarafta ise tüm vaktimizi yutmak isteyen bir ejderha. Yazarlık dünyanın en çok vakit alan ve en zor işlerinden biridir.

Yazarlık her şeye egemen olmaktır
Yazmak büyük bir keşif sürecidir. Zihnimizde oluşturduğumuz bir gemiye binerek çıktığımız seferlerde gerçek ve gerçek üstü birçok bilinmeyeni keşfetmektir yazarlık. Önce kendi iç dünyamızı keşfe çıkarız ve gizli kalmış birçok duygumuz ortaya çıkar. İnsanları tanırız, onların acılarına, sırlarına dokunuruz. Bambaşka hayatlar yaratırız ve sonlandırırız. Yazarlık bir yönüyle de ruhani bir yapıyla her şeye egemen olmaktır. Her şeyi baştan yaratmak bir dünya kurmaktır. Çok sıkıntılı olan bu sürece belki de bu nedenle katlanırız. O süreci yaşayabilmek o zorlu yolları yürüyebilmek için. Dağcılar, dalgıçlar, paraşütçüler ve daha birçok sporcu acaba gerçekten sonuca ulaşmak için mi o sporu yapar. Yani bir dağcı için sadece o dağın tepesine ulaşmak mıdır önemli olan yoksa o süreç midir? Süreci önemsemezsek dağın tepesine bir helikopterle de çıkabiliriz.

1. bölümün sonu - Uğur Ziya Şimşek
Devamını Oku

27 Mart 2013 Çarşamba

Eco ve Pamuk Bogaziçi’nde bulusuyor!

Dünya edebiyatının kilometre taşlarından biri olan Umberto Eco, Orhan Pamuk ile Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. kuruluş yılı etkinlikleri çerçevesinde ortak bir söyleşi düzenleyecek. 

Umberto Eco ve Orhan Pamuk Boğaziçi Üniversitesi'nde söyleşide buluşuyor.
Edebiyat ve düşünce dünyasına sıra dışı eserler armağan eden İtalyan düşünür, yazar ve eleştirmen Umberto Eco, Gerçekler, Kurgu ve Tarih Üzerine Bir Diyalog konulu söyleşide Orhan Pamuk ile bir araya gelecek. 9 Nisan Salı günü saat 17:00'de Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Hall'da düzenlenecek etkinlik son yılların en önemli birlikteliği olarak anılıyor.

Ayrıca Umberto Eco, ikinci olarak 10 Nisan günü İtalyan Kültür Merkezi’nde Cemal Kafadar ve Patrizia Violi yönetiminde bir söyleşiye daha katılacak. Umberto Eco hayranlarına duyurulur.
Orhan Pamuk ve Umberto Eco Boğaziçi Üniversitesi'nde söyleşi yapıyor.


Devamını Oku

Roman yazarı yalnızların en yalnızıdır!

Walter Benjamin’in “Roman okuru okurların en yalnızıdır” sözüne atıfta bulunan Elif Şafak, yalnız roman okuruyla roman yazarı arasında bir bağ olduğunu söyleyerek “Roman yazarı yalnızların en yalnızıdır” diyor.

Elif Şafak roman yazarı yalnızların en yalnızıdır.
Günümüz yazarlarının yazmaya ilişkin sözlerini araştırırken Elif Şafak’ın “Bir Roman Yazmak” adlı makalesine ulaştım. Elif Şafak makalesinde roman okuyan “yalnız okur” ile “yalnız yazar” arasında bağ kuruyor. Roman okuyanların birkaç saatliğine de olsa kendilerini bulundukları çevreden soyutlayıp kendi kozalarına çekildiklerini anımsatan Elif Şafak, yazarın da benzer bir deneyim yaşadığının altını çiziyor.
Roman yazarının ve okuru arasında yarı sürreal, yarı realiteyi sorgulamayan yönelten bir bağ olduğunu vurgulayan Elif Şafak, okur ve yazarın tek kelime konuşmadan, paylaşarak ama yalnızlıkları azaltmadan, yüreklerini açarak ama birbirlerini zerre kadar tanımadan geliştirdikleri özel bir sohbet olduğunu söylüyor.

Yazar ve okur arasındaki özel sohbet!
Bu özel sohbeti deneyimlemeyenlerin yani roman okumayanların, edebiyata ve hayal gücüne kapalı olanların, roman okumak bir yana cehaletleriyle övünenlerin, kitapları okumadan yargılayanların, yazar ile okur arasındaki bu “sohbet”in tadını ya da kıvamını anlamaların mümkün olmadığını belirten Elif Şafak hem kendisinin hem de diğer yazarların yazdıklarını değerlendirecek olan kurumun halis, önyargısız roman okuru olduğunu dile getiriyor.
Bundan yaklaşık 7 yıl önce Elif Şafak tarafından kaleme alınan yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz.
Devamını Oku

25 Mart 2013 Pazartesi

Yazarlık mayası olmadan iyi bir öykü yazılamaz!

Füsun Çetinel, öykü yazarı Tomris Uyar’ın yazarlık mayası ile öykü yazma ve edebi eser oluşturma arasında kurduğu paralelliği anlattığı bu haftaki Öykünün Ev Hali videosunda yazarın şu sözlerine yer verdi: Yazarlık mayası olmadan iyi bir öykü ve iyi bir edebiyatta ortaya çıkmaz.

Füsun Çetinel bu hafta yazarlık mayası ve ekmek mayası arasındaki benzerliği anlatıyor.
Tomris Uyar’ın öykü yazım sürecine ilişkin verdiği bilgileri aktaran Füsun Çetinel, yazarın şu sözlerini aktardı: Ben öykümü çamaşır, bulaşık yıkarken düşünürüm, geliştiririm. Öyküyle birlikte yaşarım, o insanları düşünürüm. Arkadaşlarımla beraberken kendimi öyle bir kaptırırım ki sorulan bir soruya öykümün bir bölümü ile cevap veririm. Öyküye başlamadan önce ilk cümle yerine son cümleyi bulurum. Sonra geri sarma yöntemi ile tüm öyküyü kurgularım. Ayrıca yazarlık mayası da çok önemli Yazarlık mayası olmadan iyi bir öykü ve iyi bir edebiyatta ortaya çıkmaz.

Ekmek mayası ve yazarlık
Tomris Uyar’ın yazarlık mayası hakkındaki sözleri ile ekmek mayası arasında bir paralellik kuran Füsun Çetinel, “Yazarlık mayası denince aklıma arkadaşımın açtığı bir ekmek kursu geldi. O kursa katıldığımda kullandığımız ekmek mayasına odaklandım ve tıpkı Tomris Uyar gibi geri sarma yöntemini denedim. Ekmekte kullandığımız maya bakkaldan aldığımız bir maya değil fabrika mayasıydı. Ayrıca maya çok özen gerektiriyordu, gerekli şartları yerine getirmediğimiz zaman hemen bozuluyordu. Yazarlık mayası da tıpkı ekmek mayası gibi çok dikkat isteyen, üzerine çok titrenmesi gereken, büyük çabalarla ortaya çıkan bir şey. Yazarlık mayasını oluşturmak veya korumak için çalışmak, okumak, araştırmak gerekiyor Bir tane değil bin tane hikâye yazmayı, gerektiğinde hepsini çöpe atmayı göze almayı zorunlu kılıyor. Öykü yazdık diye yazdığımız metne tutunmamalıyız. Gerekirse başını sonun atmalı, yeniden yazmalıyız” dedi.
Videonun tamamını buradan mutlaka izleyin.
Devamını Oku

24 Mart 2013 Pazar

Harikalar diyarı seni bekliyor!

İyi bir blog yazarı olmak, mevcut bloğunuzu tasarım ve işlev bakımından geliştirmek, bloğunuzun ve kişisel markanızın sosyal medyada inşasını yapmak için düzenlenen Blog Yazarlığı ve Kişisel Markanızı Geliştirme Atölyesi tanıtım semineri size harikalar diyarının kapılarını açıyor.

Son yılların artan eğilimlerinden biri olan blog yazarlığı, ilgi alanlarını geliştirmek, yazma yetisini güçlendirmek ve üretilen metinleri insanlarla paylaşmak isteyenlere benzersiz fırsatlar sunuyor. Blog yazarı olmak veya etkileyici içerikler üretip sahip olduğu bloğu görünüm ve işlev bakımından geliştirmek isteyenlere yönelik kurgulanan ve Yeşim Cimcoz Yazıevi tarafından düzenlenen Blog Yazarlığı ve Kişisel Markanızı Geliştirme Atölyesi tanıtım semineri uzmanlar tarafından keşfedilmemiş sekizinci kıta olarak adlandırılan sosyal medya dünyasının kapılarını size açıyor.

Seminer programında şu konulara yer verilecek

  • Blog oluşturma ve yönetimi
  • 15 dakikada etkileyici içerik yazma
  • Blogu etkileyici ve işlevsel yapma
  • Blogdan para kazanma
  • Blogdan kariyer elde etme
  • Neden sosyal mecralarda olmalıyız?
  • Sosyal medyanın kişisel kariyere katkısı
  • Sosyal medya mecralarının tanıtımı
  • Sosyal mecralarda kişisel markalaşma
  • Sosyal medya hesap yönetimi
  • Sosyal medya mecralarında içerik kurgulama
  • Sosyal medya mecralarında markalaşma
  • Sosyal medya ölçüm ve analiz

Sosyal Medya Uzmanı Okay Karaçay tarafından verilecek ve 2 Nisan Salı akşamı 19:00 - 21:00 saatleri arasında yapılacak seminere katılmak için yesimcimcoz@gmail.com veya 0533 715 09 33'e mesaj atarak kayıt yaptırabilirsiniz. Seminere katılım ücreti 50 TL dir.
Ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Devamını Oku

23 Mart 2013 Cumartesi

Romanın açılıs paragrafında okuru büyülemek!

Yaşadığımız görüntü çağında günümüzün sabırsız okurlarını romanın ilk paragraflarında etkilemek çok önemli. Yeşim Cimcoz usta yazarların romanlarından verdiği örneklerle yazar adaylarına okuru romanın başlangıcında büyülemenin yöntemlerini anlatıyor.

Yeşim Cimcoz roman yazma teknikleri - açılış sayfası
Yazarken her zaman önce kendimiz için yazmalıyız. Zevk aldığımız için yazmalıyız. Yazarken o dünyanın içinde kaybolup gittiğimiz için yazmalıyız. Kafamızı kağıdımızdan kaldırdığımızda akşamın geldiğine şaşırdığımız için yazmalıyız. Ancak öğle yemeğinde yazabiliyorsak, göz açıp kapanana kadar geçmeli o vakit. Zaman akıp gitmeli yazarken. Ancak o zaman çıkar romanlar, öyküler. Yazarken editörümüz tatilde olmalı demiştim. Onu göndermeyi başarınca bir de bakarız başkaları oturuyor odamızda. Bir değil bir sürü insan gelmiş dikkatle bize bakıyor, bizi bekliyor, okurlarımız! Onlarla aynı odada asla yazamayız. Asabımızı fena bozarlar. Aslında editörden bile daha korkunçtur onların beklemeleri. Bir de sabırsızdırlar. Şansımız varsa bir kaç sayfa, ama genelde ilk bir kaç satırı okuyup değer mi değmez mi bakmaya gelmişler. O bir kaç satır güzel değilse başka bir yazarı rahatsız etmeye gidecekler. Çok vakit harcamak istemiyorlar. Bakın odanıza oradalar mı? Değillerse çok şanslısınız ama oradaysalar artık onlarla yüzleşmek zamanı geldi. Ne istediklerini öğrenelim, onlarla anlaşalım. Biraz zaman alacak, dikilmeyin tepemde diyelim ve istediklerini öğrendikten sonra onları gönderelim. Yazılarımız bittiğinde, içinde yaşadığımız büyüsünün tadına vardıktan sonra yazılarımızı bu insanlara sunacağız. O zaman onların istediklerine kulak verelim mi? Ne dersiniz?

Romanda açılış paragrafı nasıl yazılmalı?
Bugün insanlar sabırsız, filmin görselliği, müziği, efektleri ile beslenmeye alışmışlar ve uzun girişler onları çok sıkıyor. Bir yazar olarak size en fazla 10 dakika ayırabilirler, o da şansınız açıksa. Yapılan bir araştırma insanların bir kitabı alma veya bırakma kararını ilk 3 sayfa içinde verdiğini göstermiş. Yani bize 3 sayfa verecekler. Peki o zaman açılış paragrafının amacı ne olmalı?
  • Okurda bir kişi veya bir ilişki hakkında heyecan ve merak uyandırmak
  • Bir mekanın içine okuru almak
  • Anlatacağımız hikayeye bir derinlik katmak
Demek ki biz bunu başarmalıyız. Peki aşağıdaki örneğe bir bakalım.
Kahvenin kabaca yontulmuş kapısı sert bir tekmeyle ardına kadar açıldı. İçeriye, elinde bir toplu tabanca tutan Zeynel'den önce, tozla toprakla birlikte, dışarıda denizi kudurtan lodos girdi. Zeynel önce kapıda bir an ikirciklendi, sonra ağır, temkinli, eşikte durup yolu kesti, tabancasını İhsan'a doğru çevirdi. Üst üste ateş etmeye başladı. Kahvedekiler bir an öylece dondular kaldılar. İhsan:
- Yandım anam, diye keskin bağırdı. İkinci ‘yandım’ sesi çok usul çıktı, duyulur duyulmaz. Sandalyeden yere sağılıverdi, boynundan oluk gibi kan fışkırdı, sona da hemen kesildi. Donmuş kalmış kahve kalabalığının arasından Selim balıkçının bir yay gibi gerilip, İhsanın ‘yandım anam’ demesiyle birlikte Zeynel'in üstüne atılması, tabanca tutan elinin bileğine sarılması bir oldu. Selim tabancayı almış şaşkınlıkla bir elindeki ağzından duman çıkan tabancaya, bir orada durmuş kalmış Zeynel'e bakıyordu. Birden bütün kahve şaklayan bir tokadın sesiyle irkildi, ama gene de hiç kimse yerinden kıpırdamıyordu.
Yaşar Kemal – Deniz Küstü

Yaşar Kemal bu girişinde hem merak uyandırıyor, (Zeynel İhsan’ı neden vurdu, Selim kim ve neden o karıştı sadece, bu kasabada böyle şeyler çok mu oluyor) hem mekanın içine bizi alıyor (kabaca yontulmuş kapı, kapıdan giren lodos, ve kalabalık) hem de hikayeye derinlik katıyor çünkü dokular, kokular, sesler ve bakışlarla dolu bir sahne.

Bir de Halikarnas Balıkçısı’nın Aganta Burina Burinata’sına bakalım:
Rahmetli babamı anarlarken, ‘Nur içinde yatsın,’ ya da, ‘Toprağı bol olsun,’ demezlerdi. Çünkü babam denizde boğulmuştu. Ama, boğulan yalnız o muydu? Soyumuzdaki erkeklerin çoğu, denizde kalmıştı. Anam, kaptan kızıydı. Babama varınca kaptan karısı oldu. ‘Babamı doyasıya göremedim. Evlendim, kocamla iki aycağız sürekli yaşayamadım’ der, beni gösterir, ‘Buncağız da denizci olursa ne yaparım? Kaptan kızı, kaptan karısı olduğum yetmezmiş gibi bir de kaptan anası olmasam bari’ diye eklerdi. Mezarlık servilerinin altında ninelerim, teyzelerim yatarlardı. Oysa, erkek akrabamın mezar taşları yoktu. Neredeydiler? İnsan çeşitli yerlerde ölür – ne bileyim, dağda, taşta, savaş alanlarında – ama, denizden başka her yerde bir izi, bir kemiği, dikili bir mezar taşı kalır. Denizde boğulan denizcinin ise, tıpkı bir hulya, bir rüya gibi, tam bir kayboluşu, bir silinişi vardır. Anam, ‘Ne olacak, toprak insanı topraktan, deniz insanı da sudan yaratılır. Topraktan olanlar toprağa dönerler, sudan olanlar akıp denize karışırlar’ derdi.
Halikarnas Balıkçısı – Aganta Burina Burinata

Daha ilk satırlarda  babasının öldüğünü, denizci olduğunu, denizde öldüğünü ve bu kasabada kadınların bu durumdan muzdarip olduğunu ve onunda denizci olmasından dolayı endişe edildiğini öğreniyoruz. Ve burada biliyoruz ki o da denizci olacak.  Artık bunu tüm engellere rağmen nasıl yapacağını okumak için can atıyoruz.  Bu girişte ayrıca bir yaşamın kapıları açılıyor bize, kadınların yalnız yaşadığı, erkeklerin ve kadınların ayrı dünyalarının olduğu, erkeklerin çoğunun erken öldüğü, insanların ağır iş yaptıkları, çocukların çok varlık içinde büyümediği ve kaderin önemsendiği bir yaşamın içine atılıyoruz. Yazının kalitesi ve şiirsel bir yazı ile yazılmış olması bunu bir masal havasına da sokarak derinlik katıyor.

Burada unutmamamız gereken çok önemli bir noktayı tekrar vurgulamak istiyorum. Bu bilgileri hafızanızın raflarından birine bir dosyanın içinde yerleştirin. Bunlara şimdi hiç ihtiyacınız yok. O ilk girişler, o muhteşem satırlar ve nefis ilk 3 sayfalar bir oturuşta yazılmamalıdır. Siz de ilk oturuşta yazamayacaksınız. Her zaman taslaklar olacak, bir değil, iki değil belki 12 taslak olacak. Taslakların yazının son halinden daha da önemli olduğunu unutmayın. Taslaklar olmasa biz hep yazmak isteyip hiçbir şey yazmamış oluruz. Bir gün romanı bitmiş bir yazar olmayı hayal eder dururuz. Taslaklar varsa çalışıyoruz demektir. Taslaklar varsa düzeltecek, yontacak, şekil verecek bir malzeme var elimizde demektir. O yüzden şu anda sadece yazın, kendinizi, duygularınızı, hayalinizdeki o insanları, o yaşamları doğru veya yanlış akıtın kağıda, salın gitsin. Arada bir gün gelir ve hiç bir şey yazamaz olursunuz. Hiç bir şekilde kendinizi ‘yaratıcı’ hissedemezsiniz.  Ne yaparsanız yapın sizi tetiklemeye yaramaz. İşte o gün daha önceden yazdığınız bir taslağı, mesela bu girişi alıp onun üzerinde oynamaya başlayabilirsiniz. Böyle bir çalışma ayrıca hoş bir şekilde ilham perisini de uyandırır. Bir de bakarsınız çalışırken birden aklınızdan bir fikir geçer ve her şeyi bırakıp onun büyülü dünyasına dalarsınız.

Şimdi hazır olduğunuzda aşağıdaki alıştırmaları yapabilirsiniz:
  • Diğer roman başlarına şimdi siz bakın ve her girişin nasıl okurdaki bu ihtiyacı karşıladığını düşünün.
  • Bir kitapçıya gidip romanları inceleyin. Önce kapaklarına bakın, romanın adına bakın. Sizin ilk olarak ilginizi çeken nedir? Sonra açın ilk sayfayı ve bakın bakalım oradan bir el uzanıp sizi çekiyor mu içine.  Bunu birkaç kitap ile yapın ve hatta bazılarının neden çekmediğine de dikkat edin. Konu mu sizin ilginizi çekmiyor yoksa yazıda bir sıkıcılık mı var? 
  • Kendi kitaplarınızın arasında çok sevdiğiniz bir romanı alın ve ilk 3 sayfasına tekrar gözatın. Neden ilginizi çekiyor, sizi romanın içine nasıl alıyor? Yukarıda belirtilen amaçları karşılıyor mu? Nasıl?
  • Kendi yazdığınız girişi bu sefer inceleyin. Okuru içine çeken unsurlar nedir? Yukarıda belirtilen 3 amacı nasıl karşılıyor?
Roman girişlerinden örnekler
Sabah gazeteyi elime alıp kahvemle birlikte pencere önündeki koltuğuma yerleştim. Bu benim sabah keyfimdir. Günde sadece iki kahve içerim. Biri mutlaka sabahları olur. Benim sabah dediğim, sıradan insanların öğlen diye adlandırdıkları zamandır. Ben geç yatarım. Ne de olsa gece hayatındayım. Üçüncü sayfaya geçince moralimi bozan haberi gördüm: ‘Travesti yanarak öldü’
Tadım kaçtı. Haliyle kahvenin de tadı kaçtı, son aldığım yudum fazla acı geldi. Fincanı yanımdaki sehpaya bırakıp haberi dikkatle okudum. Bizim kızların başına gelenler her zaman keyfimi kaçırır. Hepsi benim gibi refah içinde yaşayamaz. Kimi de ekmeğini sokakta çıkartır. Yaşadıkları zorlu hayat onları hırçın yapar.
Mehmet Murat Somer – Peygamber Cinayetleri

Altı gün önce, Wisconsin eyaletinin kuzeyinde adamın biri yolun kenarında kendini havaya uçurdu. Hiçbir şahit yokmuş ama anlaşılan yol kenarına park ettiği arabasının yanında çimlerde oturan adamın yaptığı bomba yanlışlıkla patlamış. Polislere göre adam anında ölmüş. Binbir parçaya dağılan bedeninin parçaları patlama yerinden 5 kilometre bile öteden toplanmış. Bugün itibariyle (Temmuz 4, 1990) adamın kimliği halen belirlenememiş.
Leviathan – Paul Auster

En eski anılarımdan birinde annem ve ben Carter Caddesinde ki kiralık evimizin bahçesinde duruyoruz ve iki adam basamaklardan çıkarak evimize yepyeni bir televizyon taşıyor. Heyecanlıyım çünkü televizyonu duymuştum ama hiç görmemiştim. Adamların üzerinde aralarında taşıdıkları ağır kutunun rengi iş kıyafetleri var. Balıkçı lokantasındaki yengeçler gibi onlarda merdivenleri yan yan yürüyerek çıkıyorlar. Bu anıda güvenilir olmayan işte bu kısım: Görsel hafızam bu adamların Başkan Eisenhower ve yardımcısı Nixon olduğunda ısrarlı. 
Wally Lamb – She’s Come Undone

Lolita, yaşamımın ışığı, kasıklarımdaki ateş. Benim cezam, benim ruhum. Lo - liii - ta: dilin ucu üç basamak çıkıyor damaktan ve üçte dişlere vuruyor. Lo. Liii. Ta.
O Lo’ydu, sadece Lo, sabahları 120 santim boyunda tek çorabı giyinik Lo. Pantolon giydiğinde Lola idi.  Okulda Dolly.  İmza çizgisinde Dolores. Ama benim kollarımda her zaman Lolita’ydı.
Vladimir Nabokov – Lolita

YEŞİM CİMCOZ
Devamını Oku

22 Mart 2013 Cuma

Edebiyat, muhalefet ve Bogaziçi Üniversitesi

Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen etkinliklerden biri olan Edebiyat ve Muhalefet panelinde 1970’ten bu yana Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan ve mezun olan öğrencilerin edebiyata olan katkıları anlatıldı. Paneli yakından takip eden Füsun Çetinel bu keyifli söyleşiyi sizlerle paylaşıyor.

Boğaziçi Üniversitesi 150. yıl Edebiyat ve Muhalefet Semineri
Semih Sökmen, Müge Sökmen, Meltem Ahiska, Bülent Somay, Murat Gülsoy ve Nazlı Ökten’in konuşmacı olduğu panelde Boğaziçi Üniversitesi denince ilk akla gelen edebiyat çalışmaları ve dergileri,  bu çalışmaların felsefe, sosyoloji, politika gibi çeşitli konularda ürettiği yenilikler konu edildi. Son dönemde Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının ve kurumun edebiyatla olan yakın ilişkisi konuşmacıların anıları ve çalışmaları çerçevesinde değerlendirildi. Darbe sonrası yıllarında Boğaziçililer tarafından çıkarılan Defter Dergisi, Metis Çeviri, Hayalet Gemi gibi dergiler Türk Edebiyatında yazım alanında bıraktığı izler yeniden hatırlandı.

Semih Sökmen (BÜ Makine Mühendisliği ‘81 mezunu) 
Bu bina benim için özel. Öğrencilik yıllarımı bu binada, kütüphanede geçirdim. Dokusu çok güzel. Panelin burada olması benim için sürpriz oldu.
Hepimizin ortak yanı düşünce. Müge ve Meltem’i kastediyorum, onlarla beraberdik. Üniversitede olduğum yıllar, hem Türkiye hem üniversite için özel bir dönemdi. Sancılı, acılı, başkalarının üniversite yıllarına benzemeyen yıllardı. Sonunda askeri darbe oldu. İyi ve güzel hatırladığım şeyler de oldu tabi. Kuşak mücadelesi, baş kaldıran, protestocu, kafa dengi arkadaşlar. Arkadaşlık ilişkileri vurgulanırdı. Üniversitede yaşadığımız güzellikleri içindeyken anlayamadık.
Boğaziçi gerçekten özgür ve özgürlükçü bir yerdi. Üniversitenin bu özelliğini ileriye taşıması, koruması, geliştirmesi çok önemli.  Büyüyüp yetişkin dünyasına katılmak çok önemli. Hayata atılmak. Farklı ne yapabilirimi düşünmek, bulmak. Hayatta neye tutunabilirim?
Somut üzerine konuşursam, insiyatif anlarım nelerdi? Müge ile birlikte Metis’i kurduk. İki dergi çıkarttık. Nazlı Ökten ve Murat Gülsoy ile aramızda kuşak farkı var. Onlar bir dönem sonra Hayalet Gemi dergisini çıkardı. Bunlar bugün fiilen yayınlanan dergiler değil. Kendi adıma bu tercihleri yaptığım için çok mutluyum. Şu anda Metiste editörlük yapıyorum. Müge Sökmen bize Metis Çeviri dergisini anlatacak.
Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat ve Muhalefet Paneli
Panelin Konuşmacıları: Semih Sökmen, Müge Sökmen, Meltem Ahiska, Bülent Somay, Murat Gülsoy ve Nazlı Ökten 


Müge Sökmen (BÜ Makine Mühendisliği ‘80 mezunu)
1980 bizim miladımız. 1976’da üniversiteye girdim. 1983’de mastırdan mezun oldum. Sol taraftaydım. Şiddet ortamı vardı. Neler olmaktaydı? Sorular sorup, belli meseleler için solcu olmuştuk. Üniversitede Bertold Brecht tiyatrosu oynuyorduk. Mahalle aralarında tiyatro yapıyorduk. Zamanımın çoğunu şimdi içinde bulunduğumuz bu eski kütüphanenin bodrumunda geçirdim. Akreplerin arasında atılmış, unutulmuş Memet Fuat dergileri okurduk. Başımıza 12 Eylül darbesi indiğinde biz, dışarıda olan insanlar, bunu geçici sandık. Düşünemediğimiz, konuşamadığımız şeyleri hadi şimdi tartışalım, dedik. Metis Yayınevini bu dönemde kurduk.
Bu ülkede dil hep sorun oldu. Biz de sokak dili konuşan bir kuşaktan geliyoruz. Birinci sorun dilimiz jargonlaşmış, zayıflamıştı. Düşünce ilerlemez oluyor ister istemez. İkinci engel ise dublaj Türkçesiydi. Sonra kitapların suç aleti gösterilmesi. Saldırıyla karşılanması. İroni bile yapılamaz oldu, edebiyat daralmaya başladı. Yayınların yüzde ellisi çeviriydi ve biz dile çeviri yanlışlarını tartışırdık. Dil meselesi yüzünden çeviri atölyesi kurduk. Çeviri tartışmaları başlattık. Yurdanur Salman, Suat Karaltay vardı. Ben makine mühendisliğinde okuyordum. Aramızda hiyerarşi yoktu. Gelin şu işi beraberce öğrenelim, dedik. Toplanıp tartışıp karar veriyorduk. Gençlerin heyecanı, diğerlerinin tecrübesi vardı. Disiplinlerarası bir çalışmaydı. Burada çevirinin kararlar, seçimler, tercihler, ihanetler ile yapıldığını öğrendik. Çeviri süreçlerini gösteren işler yaptık. Kişisel tercihler neyi belirledi? İki kişi aynı çeviriyi yaptık.  Farkına baktık. Karşılaştırmalı çeviri yaptık. Geri çeviri yaptık. Ne gitti ne kaldı? Orijinal metinden ne kadar uzaklaştı. Bunlara baktık hep. Duayenlerle söyleşi yaptık. Gönüllü işiydi. Dönemin en iyi aydınları, kültür insanları bize katıldılar. Jale Parla, Tomris Uyar cömertçe işlerini bize verdiler. Beş yıl boyunca ne gazetede ne medyada hiç tanıtımımız çıkmadı. Yersiz ve gereksizdik. 1982-1992 yılları arası yorucu bir süreçti. Daha sonra akademiden beslenemez olduk. Dolaplar dolusu yazı alıyorduk. Meselesi olan yazılar değildi bunlar. Öğrenemez hale geldik. Buraya kadarmış, dedik. Yirmi birinci sayıda kendi kendimizi eleştirdik ve çekildik. Dergiciliğe bir daha dönmedik.

Meltem Ahiskaya (BÜ Sosyoloji Bölümü ‘80 mezunu)
Defter dergisi yayın kurulundaydım. Yedi sekiz kişiden oluşan bir yayın kurulumuz vardı. Sunuş yazımız bile yoktu. Daha sonraları gündelik hayatın zorlaması ile bir sunuş yazımız oluşmaya başladı. Arka arkaya yazılar koyardık. 1987-2002 yılları arasında, dar bir yayın kuruluna rağmen sekiz yüz kişinin işine yer vermişiz. Türk literatüründe ciddi bir birikim.
İlk önce Akıntıya Karşı sonra Defter dergisini çıkarmaya başladık. Nasıl bir dönemdi? Akıntıya Karşı sadece iki sayı çıktı. Oluşturulması, dağıtılması çok zordu. 1985’de ilk sayı, 1986’da ikinci sayı. Son derece zahmetli bir işti. Tipo baskı vardı ve yanlışların düzeltilmesi günler alıyordu. O yıllarda dergi basmak yasaktı. Derginin çeşitli tanıtım cümleleri vardı. ‘Akıntıya Karşı, sınırları tanımak ama kabul etmemektir,’ bunlardan biriydi.
1980 sonrası büyük şok yaşadık. Korku, endişe hali, kitaplar, dergiler yakılmış. Ben kitaplarımı toprağa gömmüştüm. Açık kıyım vardı. İdeoloji kökleşmemiş. Alacakaranlık hali. Sol dili kullanarak çıkarırdık dergiyi.
Şenlikli muhalefet neydi? Defter dergisi yazıyı birebir gerçekliğe dönüştürdü. Bir gerçeklik ortaya çıktı. Söyleşiler önemliydi. Jest vardı. Öznel değildi. Geçmişle gelecek arasında bağ kurmayı amaçlıyordu. Yazılar tamamlanmaya başladığında heyecan yitti.
Roland Bartes  ‘Yazı kendini umut olarak sunar. Yazı hep eksiltir. Ben başlamadım, başlanmış bir şeyi bitirmeye çalışıyorum,’ der. Yorumlanmış olanı tekrar yorumlamak, tarihin içine katılmaktır yazı.
Piyasanın her şeyi yutması, şiddetin kanıksanması, yazı ve özgürlükle ilgili tehlikeler bunlar. Ürkekleşme. Yaratıklaşmış bir dil.

Murat Gülsoy (BÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği 89'mezunu)
Bizim hikâyemiz darmadağınık. Darbe bitmiş, bambaşka bir dünya var artık. 1984-1989 arası üniversite ortamında özgürlük vardı. Evet, vaha gibi. BÜ, 70li yıllarda Robert Kolej’den epeyce başka yerlere evirilmiş olmasına rağmen nefes almamızı sağlıyordu bize. Büyük şirketlerde kariyer yapmak isteyen bir gençlik, Amerikalılaşmış, tatsız, sevimsiz halleri, birbirinden not gizlemeler. Üniversite çok kabuk değiştirdi. Tek ayağım üniversitede, tek ayağım dışarıdaydı. Hayalet Gemi de, bir parçası dışarıda olan bir grup arkadaş tarafından çıkarılıyordu. Entelektüel hayata tutunmaya çalışıyorduk. Kopan şeye bağlanmaya çalışıyorduk. Herkes bir hesaplaşma içindeydi. Hayatımın bir kısmı okul dışında bir kısmı ise okul içindeydi. Kolektif ruh durumu bizde de vardı. Büyük bir misyon, vizyon kuramadık dergiye. Pratik düşünüyorduk. Ne kadar kurşun atsak kardı bizim için.
İlk amacımız, yazdıklarımızı birbirimize okutmaktı. Teknolojideki gelişmeler, masaüstü yayıncılık işimizi kolaylaştırdı. Macler neredeyse yayın işini kendi yapar hale geldi. Edebiyatla ilgili insanlar bir arada durabilmek için dergi çıkarırlar, bu her zaman böyledir.  Dergimiz hızla kendi okurunu buldu. Türkiye’de birçok yere ulaştı. Kolektif bir çalışmaydı. Üç kuralımız vardı. Bir, başından sonuna kadar on yıl boyunca bu kolektifliği sürdürecek eş güdümlü bir çalışmaydı yaptığımız. İki, kapalı bir çevre olmamalıydık. Üç, birçok yazının ilk acemi adımları burada atıldı. Çok hoş şeylerdi. Her şeyi ince hesaplarla yapmıyorduk. Bir taraftan yayıncılık öğreniyorduk. Sonra reklam almaya başladık. Dergiyi, fanzinin biraz ilerisine oturtmaya çalıştık.
Bizden önce yapılmış dergileri görmek çok önemli. ‘Vay be, demek böyle şeyler yapılabiliyor,’demek çok katkı sağlıyor insana. Hayalet Gemi bize öğretici bir ortam oluşturdu. Açık Radyoyu da anmak gerek. Orada da çeşitli programlar yaparak varlığımızı sürdürdük. On yıl hiç de kısa bir süre değil. Derginin utangaç bir dili vardı. Siyah beyaz baskı, gotik resimler, karanlıkta ıslık çalan çocuklar gibiydi bizim dergimiz.

Nazlı Ökten
Show TV haberlerde satanist ilan edilmemizle başladı her şey. Korkuyoruz ama militan değiliz. Dergi öncesi okuma grupları, tiyatro grupları kurmaya çalışıyoruz. Cezmi Ersözler dinliyoruz. Bir mağdur durumu vardı. Herkes söylenmeyeni biliyordu. Siyasi olana tavır vardı. Bir saklama ve saklanma hali. Kendi köşemizde bir şey büyütmek istiyorduk biz de. Yenilginin izleri, saklanma olarak çıktı bizde. Saklandığınız yerde tohum yetiştirmeye çalışıyor ve koruyorsunuz onu.
Bizim için Akıntıya Karşı ve Defter dergileri çok önemliydi. Biz deli değiliz. Bizim gibi başkaları da var, dedik.
Hayalet Gemi siyah beyaz baskı olduğu, gotik resimleri olduğu için Akmar pasajında satılan diğer dergilerle birlikte toplatıldı. Reha Muhtar haberlerde söyledi bunu. Ben salonun masasında ders çalışıyordum, duydum. Eş dost, bu gece evde kalmayın, dedi. O zamanlar korkudan kitapları katlayarak okurduk otobüslerde. Patlamalar vardı. Faili meçhuller vardı.
Biz yola çıkarken Hayalet Gemi, Leman ile Defter arasında bir şey olsun istedik. Şenlikli muhalefet olsun. Alternatif bir yer arıyorduk. Kahkaha olsun, gündelik olanla ilişkisi olsun. Ben kısa çeviriler yapmaya çalışıyordum. Hiç bilmediğimiz yerlerden mektuplar, telefonlar alıyorduk. Derginin adresi evimizdi.
Yazı kurulunun büyük bölümü Boğaziçi’ndendi. Karmakarışık yazılar, tartışmalar vardı. Üniversitede o dönemde çim saha yoktu daha, ortada toz toprak içinde bir futbol sahası vardı. Biz bütün gürültünün içinde sesimizi çıkarmaya uğraşıyorduk. Nefes aldığımız ortamdı burası. İçinde düşünce, özgürlük, şiir, gotik, içten içe olup bitenlere muhalefet, sorusu olan bir dergi istiyorduk.
Hayalet Gemiyi muhalif bir dergi olarak tanımlayamam ama sessizlik bile bir direniştir. Hüzünden neşeye doğru giderken tek tür bir siyasi hareketlilikten bahsedemiyoruz. Muhalefet, esnek birleşme ve ayrılma noktalarını getiriyor.

Bülent Somay (BÜ İngiliz Dili ve Edebiyatı, ’78 mezunu)
1790 yılında İngiltere’de iki önemli yazar Radcliff ve Louis, Gotik edebiyatını tartışıyor. İngilizcede üç kelime var, horror, fear ve terror. Türkçe’de çevirinin zorluğu şuradan anlaşılıyor, bizde bu kelimelere karşılık sadece iki kelime var, korku ve dehşet. Yazarlardan biri diyor ki, ben insanları korkuturum ama kitabın sonunda tüm korku öğelerini mantıklı bir sonuca bağlarım. Diğeri ise diyor ki, her şeyi oturup evcil hale getirmek hiç iyi bir şey değil. Korkuyu bile. Bu tartışma çok önemli olmayabilir, ama işin devamı var. Fransa devriminin terör aşaması. Kanallar dökülen kandan kırmızı akıyor. Kafalar yerlerde misket gibi yuvarlanıyor. Ve bir yazar diyor ki, sizin ‘terror’ dediğiniz bizim gündelik hayatımız. 1980’lerde ise bizim gündelik hayatımız terördü. Çeviri böyle zor bir şey işte.
Ben şanslıydım. Benim adımı verebilecek insanlar yurt dışına kaçmıştı. 1980 sonrası biz de iki yıl süreyle yurt dışına kaçtık. Peşimizde olmadıklarını anlayınca geri döndük. Filistin askısı, sigara söndürme, şiddet, işkenceler. 12 Eylül bize günümüzü gösterdi. ‘Yakaladığımız zaman canınıza okuruz.’ Gerçek edebiyat anlamsız geldi.
Terör edebiyatı başka şey söyler bana. 70’lerde keşfettim. Ütopya ve bilimkurgu üzerine mastır yaptım. Akademide aşağılık görüldüm. Zor bela Jale Parla’yı ikna ettim. Tezimi yazdım. Yenilerde tekrardan yayınladım. Fena da değil.
Üniversitenin müzik, tiyatro faaliyetlerine katıldım. Bilimkurgu, fantezi hobimdi, ancak mastır yaparken ciddiye aldım. İnsanların, başka dünyalar da olabilir hissine ihtiyaçları var. Hepimiz için geçerli bu esasında. Akıl dışı olanın dehşeti bizi dondurmaz, aksine düşünmeye sevk eder.
Bir yazar ‘devrimi alamazsınız, yapamazsınız ancak devrim olabilirsiniz’ demişti. Ben de yapmaktan vazgeçtim. Devrim kelimesini kullanmak bile ayıptı zaten. Benim en sevdiğim yanım inatçı olmam. Ütopyaya, bilimkurguya bakmak devrimci kalmanın ön şartıydı benim için.
Defter hüzünlü, ölçülü mırıldanan bir dergiydi.  Benim ise mırıldanmaya halim yoktu. Aradan çekildim. Defterin yolunu dışarıdan izlerken müthiş kıskandım. Hasetle izledim onları. Bensiz neler yapıyorlar bunlar, diye. Ben kendimi o güzel işin dışına atmıştım. Kıskançlıktan çatlamamayı başardım. Zaman zaman editörlük yaptım. 1990- 19997, yedi yıl her günümü Metis’te geçirdim. Bu arada Defter de kucağıma düştü. Fantezi ve bilimkurgu hakkında yazdığım en iyi şeyleri Defterde yazdım.
1980 darbesi bize şunu kabul ettirdi. Hepiniz yanlışsınız arkadaşlar. Bu duyguyu yaşamak çok zor. Yalnızsın arkadaş. İşkence odasında, her yerde. Yalnız başına hiçbir şey yapılmıyor. No man is an island. Biz seksenlerde ada olduğumuza çok inandık. Dehşet vericiydi.
Pil bitmişti artık. İnsanlardan yazı istemek yorucuydu. Mecburen yazmayanlar yazı yazmasın zaten.
Ortaçağda keşişler vardı, kendilerini kırbaçlayan. Biz bunu yaptık. Miladı doldu artık. Yapmasak iyi olur. Bir genç arkadaşımın benimle aynı sayıda bir yazısı vardı. Otuz yaşlarında, Özal gençliğinde yaşamış bir arkadaştı. Maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek değil, bağcıdan dayak yemek, sizin kuşağın amacı demişti. Çok güzel bir tespit bu. Bizim kuşak arasında hapse girmemek çok feci bir şeydi. İşkence hikâyelerini ikiye üçe katlamak çok yaygındı. Çektiğimiz acılardan başka hediye edecek bir şeyimiz yoktu.

Soru: İnternet yüzünden edebiyat dergileri ölüyor mu artık? Yani dergiler var da, içerikleri pek etkileyici değil.
Murat Gülsoy: Artık internet hızlı ve doğrudan yol sunuyor insanlara. Bloglarda kişisel tarihinizi tutmuş oluyorsunuz. Diğerlerinin yerini aldığını sanmıyorum. Birçok dergi var şimdi de. Kiminden haberimiz bile yok. Eskiden de böyleydi bu. Evet, çekim merkezi olacak dergiler yok piyasada. O konuda haklısınız. Bize özgü bir şey mi bu, evrensel mi yoksa? Tartışılır. Yazdığım yazılar, paylaştığım videolar, ben fiziksel arşivden vazgeçtim, hepsini elektronik ortamda tutuyorum artık. Hayalet Gemi’nin tüm sayılarını internete koyduk. Bence internet yazı ortamını canlı tutacak. Herkes kendi blogunu açacak,  bize verimli bir gelecek vaat ediyor internet. Şimdi zor olan, düşünmeyi üretmek. Her şeyde olduğu gibi, iyi ve kötü yönlerini beraberinde getirecek.

Semih Sökmen: Burada konuştuğumuz dergilerden ikisinin mutfağını çok iyi biliyorum. Elimizde bir ürün var. Yerli yersiz çabalamalar, yoğun bir çalışma, kaygılar. Dergi bir grup insanı bir arada tutuyor. Bu insanların birbirilerinin hayatında önemli bir yeri var. Kaybedilemeyecek bir birliktelik. Dergi, yazmaktan ibaret değil. Beraberlik hangi nedenlerle, hangi anlarda inşa edildi? Bu günden sonra bu nasıl yapılacak?
Boğaziçi Üniversitesi 150. yıl kutlamaları bu panelle sonlanmıyor. Sırada daha birçok faaliyet ve önemli isim var. Bunlardan bazıları, Orhan Pamuk, Umberto Eco, Azize Tan, Fırat Yücel, Yamaç Okur, Perihan Mağden, Aslı Erdoğan. Ayrıca Halide Edip Adıvar, Halikarnas Balıkçısı ve Tomris Uyar gibi şu an hayatta olmayan Boğaziçili yazarların eserleri de bu toplantılarda değerlendirilecek. Boğaziçi- Edebiyat ilişkisi önümüzdeki günlerde bütün yönleriyle irdelenmeye devam edecek. Kaçırmamanızı tavsiye ederim.
Füsun Çetinel
Devamını Oku

21 Mart 2013 Perşembe

Edebiyatta yeni konu yok! - Roni Margulies

Şair ve öykü yazarı Roni Margulies edebiyatta yeni konunun olmadığını vurgulayarak “Yazar edebiyatın temel konuları olan ölüm, aşk ve dünyayı iyi hale getirme konularında okuyanın bir şey hissetmesini, düşünmesini, yazılan şeyi yeni bir açıdan, başka bir yönden görmesini sağlamalıdır” dedi. Füsun Çetinel’in aktarımıyla Notos yaratıcı yazarlık derslerine konuk olan Roni Margulies’in edebiyata yönelik düşüncelerini sizinle paylaşıyoruz. 

Roni Margulies Notos yaratıcı yazarlık atölyesine konuk oldu
Öyküde, romanda ama özellikle şiirde, şairin gerçekten yazdıklarını vücudunda hissettiği için mi, yoksa fikir güzel diye mi yazdığı hemen anlaşılıyor. Önemli olan ele alınan konuya farklı gözle bakılmasını sağlamış mı, bir his uyandırmış mı? Bunun için de yazarın yaşamı hissetmesi gerekli, benim ölçüm budur.
1985 yılında Son Bahar adlı dergide Atilla İlhan’ın yazdığı Korku Krallığı adlı şiir kitabı ile ilgili bir yazım çıkmıştı. Atilla İlhan hepimizi çok etkilemişti, rıhtımlar, Fransa vs. O dönemde gündemde olan şiirlerin hepsi oyun oynamak için yazılıyordu, pırıl pırıl, cam gibi zekâ pırıltıları, kelime oyunları vardı. Ama ne anlatıyor diye bakınca sadece hoşluktan öteye gidemiyordu. Adeta dili ne kadar güzel kullandığını gösteren nitelikteydi hepsi. Yazımda Haydar Ergülen, Metin Cengiz ve Küçük İskender’den birer dörtlük aldım ve kelimeleri kestim, aslına bakmadan tekrar oluşturdum, hiçbir şey söylemiyorlardı. İşte Atilla İlhan’ın son kitabındaki yorgun, yaşlı, tekrar eden şiirleri bile bunlardan daha iyi.
80’ler sonrası özellikle şiirde içerik önemli değildir, biçimsellik esastır anlayışı hâkim olmaya başladı. İlhan Berk bu eğilimde olanların esinlendiği şairdir ki, Berk zaten anlam şiire düşmandır diyen birisidir. Kendisini, dil kuyumcusu olarak nitelendirir. Hâlbuki dil araçtır, amaç değil ki! Nasıl anlattığın ikinci derecede önemlidir.

Yazmasa ölürüm sözü abartılı!
Yazmak ihtiyaç olmalıdır, ama bunu derken “yazmazsam ölürüm” gibi uçuk bir noktayı kastetmiyorum. Dünya nüfusunun yüzde doksanı yazmak ister ama vakit bulamaz, ancak buradaki vakit bilinçsiz bir beyin çalışması için gerekli olan vakittir. Kuluçka süresidir, başka türlü bir vakittir bu. Örneğin ben bir dönem köpeğimi parklarda dolaştırmaya çıktığım zamanlarda daha çok şiir yazabildim, dolaşırken düşünmüyordum belki ama beyin sürekli çalışıyordu. Yazmak ihtiyaç olmalı derken, içimden yazı yazmak geliyor, on dört yaşından beri yazarım, alışveriş listesi bile olsa yazıyorum; hakiki ve sahici bir şey benim için bu. Dediğim gibi yazmazsam ölürüm söylemini abartılı buluyorum çünkü bu yazarları bir nevi ulvi bir mertebeye oturtuyor ki buna kesinlikle katılmıyorum.
Romancıları kıskanırım ama ben de “hadi oturayım şiir yazayım “deyince olmuyor. Ama mesela Orhan Pamuk, sabah 6.30’da kalkıyor, kahvaltı ediyor, oturuyor, sonra yürüyüş yapıyor ve belli bir saatte yazmayı kesiyor.

Roman tasarlanmış bir metindir
İnat önemli. İham mı başka şey mi, nereden geliyor, nasıl yazıyorum, bilmiyorum. İlk yazdıklarım tamamen Atilla İlhan taklitleri idi. Benim kuşağımda var bu. Sonra farklılaşıyor tabii ama inat ettim. İnat edince zanaat işini aşıyor insan. Öykü, şiir ve romanı Türkçe yazmış herkesi okumak gerekli. Zanaat neden önemli? Yine sahicilik ile ilgili ama – her ne kadar içerik önemli olsa da, birincil olsa da biçim önemli şiirde- ama edebiyat bir heykelcilik, obje yaratma sanatı aslında. Bazı şairler şiir kendini yazdırıyor diyorlar ama ben inanmıyorum buna. Romanda tamamen bir şey tasarlamak var; “roman bana geldi” olmaz. Roman ve şiir kafada tasarlanan bir şeydir. Bir romanda durup dururken arka kapıdan girip bir iki laf edip sonra arka kapıdan çıkan birinin bir daha görünmemesi olamaz; mutlaka romanın bütününde bir amacı olmalıdır bu kişinin, aksi halde zırva olur.

Roman hayatı anlamlıymış gibi gösteriyor
Hayat olağanüstü derecede karışık, romana sığmayacak kadar. Roman onu özümsüyor ve çok anlamlıymış gibi gösteriyor. O nedenle roman içinde yer alan her şeyin bir anlamı olmalı, tabii eğer sürreal değilse. Örneğin; babam hasta iken Girit’te arabada giderken, babamı tedavi eden doktorun adının bir köye verildiğini görmüştüm. Bu hayatta hiçbir anlam ifade etmiyor ama romanda böyle bir şey olacak olursa mutlaka bir anlamı olmalı, bir yere varmalı. Şiirde de bu aynen geçerlidir. Ses hoş diye şiire beğenilen bir dize konulur, şair bunu kesmeye kıyamaz çoğu zaman.

Şiir yazdığım zaman öykü anlatmayı severim
Ali Cengizhan’ın, Robert Lowry’nin çevirdiği bir şiiri vardı bir dergide. Bu şairin her dizesi anlamlıdır, roman gibidir, kendisi Hıristiyan’dır ve imgelerler doludur. Şiirin bir yerinde “kedi evinde soğuk hindi yiyorlardı” diye bir dize vardı. Çok anlamsızdı, hâlbuki “cathause”; randevu evi, cold turkey ise narkotiği kesmek demek. Ali yaptığı bu çeviride anlamı aramadığı için dikkat etmemiştir. Şiirde anlam önemli değildir savına ben katılmıyorum. Ben şiir yazdığım zaman bir öykü anlatmayı severim, öyle olması gerekli değil ama duygu/anlam/duygu durum bütünlüğü olmalıdır. Türkiye’de böyle değil bu. Benimki Anglo Sakson bir yaklaşım olabilir ama Türkiye’deki örneklere baktığımda çok kötü sonuçlar var. Roman ve şiirde yazmış olmak için yazılmış ve afakî çok ürün var.

Sanat için sanat anlamsızdır
Adam Sanat Dergisi’nde bir yazım çıkmıştı. Dört tane şiir dosyası göndermişlerdi. Üç tanesi de aşk temalı idi. Yazarın üçü de erkekti. Üç şiir dosyası da sahici olmayan bir kadına yazıldığı için, aynı kadına yazılmış gibiydi. Tamamen klişe. Toplumcu romanlarda Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye, Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’da her şey çok klişedir. Fatih ve Harbiye romanında Fatih iyi, Harbiye kötüdür. Fatih’de tüm kadınlar pamuk elli, çaylar tavşankanı, örtüler bembeyaz… Ama dünya böyle değildir ki! Kendilerine özel bir bakış açıları yoktur. Toplumcu şiir yazınca da böyle oluyor. Sanat veya toplum için olması önemli değil bence. Sanat için sanat anlamsızdır. Sanat insan içindir.
Eski şiirlerde anlam var; örneğin Makber. Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Edip Cansever anlam bütünlüğü olan şiirler yazmıştır. Edip Cansever çok narratif değildir ama aynı konumdadır. Örneğin Ben Ruhi Bey Nasılım. Cahit Külebi aslında tamamen iç göçle ilgili yazar. Kentte kayıp, kendini mutsuz hisseden kişileri anlatır. İstanbul’dan Anadolu’ya bakar. Yalnız Atatürk şiirleri çok kötüdür. Böyle bir normatif gelenek var Türkiye’de. Haydar Ergülen şiiri duyan bir İngiliz çok şaşırır mesela.

Öyküde son paragraf şaşırtıcı olmalı
 Öyküye gelirsek, şiirden farklı görmüyorum. Bir öykü kitabım var ve başında ben aslında şiir yazdım diye bir notum var. Behçet Çelik ile bir çalışma yaptık; ben şiir yazıyordum, o bunlardan öykü yaratıyordu. O öykü yazıyordu, ben şiir tasarlıyordum. Böyle üç ürün yayınladık da. Bana yolda giderken kurgu geliyor. Örneğin; bir gün vapurda Kız Kulesi’nin yanından geçerken hikâyesi aklıma geldi. Adamın her gün yüzüp geldiğini, sonra kış bastırıp deniz ve hava kötüleşince kızın gelme dediğini ama adamın yine devam edip sonunda boğulduğunu hikâyeledim. Sonra Kız Kulesi’nin içinde toz ve güvercinler olduğunu, birbirlerine bu hikâyeyi anlattıklarını ve geride sevgi kaldığını ifade ettim. Şiirde son dize çok vurucu olsun diye uğraşırım. Öyküde de öyle yaparım, son paragraf şaşırtıcı, vurucu olmalı. Roman daha uzun ve kapsamlı olduğu için, baloncuk yapma tehlikesi olduğu için (bisiklet lastiğinin iç lastiği erir ve dışarı bir çıkıntı oluşur) bana zor gelir. Üç yüz sayfa boyunca gereksiz çıkıntı olmamalı, bunu yapmak çok zor. Hakiki edebiyat roman bence.

İnsanın kafasında bir editör olmalı
Her insan her yazdığını biraz beğenir, uğraştıkça daha da beğenir. Bu çok tehlikelidir. En güzel sınav, yazdığınıza bir süre sonra bakmaktır. Kafadaki editör nasıl oluşur? Çok okumakla ilgili bir şey olsa gerek. Edip Cansever ile babamın bir arkadaşı sayesinde tanışmıştık. Şimdi göçüp giden Körfez Restoran’da içerdi. Bana söylediği iki şeyi hatırlarım. Türkçe yazılmış bütün şiirleri okumalısın, derdi. Şiir ihanet kabul etmez, tabii kendisinin antika dükkânı vardı ve başında da ortağı dururdu, zamanı boldu onun. Çalışmak zorunda değildi. Bana da böyle bir ortak bul da, ben de bol bol okuyayım, demek geldi içimden. Hemen hemen tüm kalburüstü şairleri okudum. İçinizdeki editörün gelişmesi ve onun sözünü dinlemek çok önemli. Bir iddiaya göre her şair yaşamı boyunca aynı şiiri yazar.
Bir gün gökyüzünde sığırcıkları gördüm, uçuşlarını. Dans ediyorlardı. Bundan bir şiir çıkar dedim, bu halleri ile ilgili bir benzetme olmalı. Gökte sanki birlikte bale yapıyorlar, dans ediyorlar, çok klişe idi. Sonra ayin yapıyorlar dedim, tamam dedim. Ama sonra sen ateistsin, ayin nedir bilmiyorsun, bunu şıklık için yazdın, sahici değil, dedi kafamdaki editör ve o şiir kaldı. Bence bu da bir aşama.

Zamanın azaldığını hissediyorum
Bir ara Türkiye’de roman yok diye bir tartışma başlamıştı, ben çıkarmamıştım bunu ama katılmıyorum. Yusuf Atılgan’dan başka romancı yok. Edebi nedenlerle Orhan Pamuk’u okumuyorum. Behçet Necatigil ve Turgut Uyar diğer sevdiklerim. Bir yaştan sonra bir şeyler oluyor. Bir arkadaşım var o altmış ben de elli yaşlarında iken görüştüğümüzde, nasılsın diye hatırımı sordu. Zamanın azaldığını hissediyorum, yapacak çok projem var ama biliyorum ki olmayacaklar, dedim. İnsanda huni efekti gelişiyor, dedi. O ne, dedim. Yirmisinde liseden biriyle karşılaştığında az da samimi olsan rakı içelim dese takılır peşine içmeye gidersin, biri bir roman verse, oturup okursun, dedi. Ama zamanım azaldı diye bunları yapmıyorum artık, dedi. Yani huniden geçiriyorum, süzüyorum her şeyi.

Düzgün şiir yok şimdi
Okumuyorum yenileri, düşünün eskiden Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergiyi alırdım ve her hafta Ece Ayhan, Cemal Süreyya, Edip Cansever’in bir şiiri olurdu. Şimdi bazen Sözcükler Dergisine bakıyorum; Selahattin Yolgiden fena değil. Sonra yine Yeni Dergiyi hatırlıyorum, şimdi o denli nitelikli şiir yok.
 80’ler kuşağı şiirde dünyadaki akımlardan çok etkilendi; postmodernizm. Bu akımda bireysellik önemlidir. Hegel, Marx gibi üst söylemler önemli değildir, der. Edebiyat genel şeyler söyler hâlbuki. Postmodernizm etkili oldu, parça parça, bireysel deneyimleri aktaran bireyse çok anlamlı değildir. Adam Sanat’ta Oğuz isimli birinin bir şiiri yayınlanmıştı. Anlamlı değildi. Hâlbuki rüyasını anlatmışmış. Postmodern bir şey yapıyor ama farkında değil. Ama o senin rüyansa anlamsız. Bana ne.

Orhan Pamuk doğu-batı meselesi ile cebelleşiyor
Murathan Mungan’ın romanlarını beğenmiyorum ama Sahtiyan adlı şiiri olağanüstüdür. Orhan Pamuk’u okumuyorum artık ama sahicidir. Hoşluk diye yazmıyor. Doğu Batı meselesi ile cebelleşiyor. Şu anda artık dille oyun oynuyor olması beni rahatsız ediyor ama bu oyunlar altında hakiki bir şeyle uğraşıyor. Artık normal roman kalıpları içinde bugünün dünyası anlatılamaz savına katılmıyorum. Kendisi postmodernist değil çünkü doğu- batı meselesi bu teori ile ele alınamaz. Buket Uzuner’i elimin tersi ile silerim, beğenmiyorum. Edebi dil diye bir şey yok. Burada mızmız adama mızmız adam denilmemeli, öyle anlatılmalı ki, okur anlamalı bunu üst başlığı ile ilgili olan bir konuşma için. Sorun adamı mızmız olarak tanımlamak değil. Ne çıkacak bundan, ne diyeceksin? Ayakkabının vurduğu yerden gelmeli söyleyeceklerin.

Edebiyatta yeni konu yok
Sümer Yaratılış Miti kısaca, Sümerlerde her şeyin bir Tanrısı var, der. Alttaki Tanrılar çalışıp üsttekilere bakıyorlar, bir gün alttakiler isyan edip bu işi bırakınca Tanrılar insanı yaratıyorlar ve artık onlar çalışıp Tanrılara bakmaya başlıyorlar. Ancak insanlar ölümlüler. İşte MÖ 4000 yılından beri aynı konu var. İnsanlar niye böyle çaresiz? Niye güdük hayatlar yaşıyor ve bir de ölüyoruz? diyorlar. İşte temel konu bu. Ölüm, aşk ve dünyayı daha iyi hale getirme. Yeni konu yok, yazar bu temel konularda okuyanın bir şey hissetmesini, düşünmesini, yazılan şeyi yeni bir açıdan, başka bir yönden görmesini sağlamalıdır. Herkes farklı olduğu, aynı konular ve olaylar karşısında farklı şeyler düşündüğü ve hissettiği için durmadan bunları yazıyoruz.
FÜSUN ÇETİNEL
Devamını Oku

20 Mart 2013 Çarşamba

Romanın yapısında çeliski vardır! - Orhan Pamuk

Orhan Pamuk Harvard’da Norton Dersleri adı altında verdiği edebiyat derslerini “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı kitapta topladı. NTV’ye verdiği röportajda Orhan Pamuk romanın yapısında hayattaki çelişkilerin olduğunu, romancının da bu çelişkileri anlamakla uğraşan kişi olduğunu söyledi. Orhan Pamuk ayrıca röportajında nasıl yazdığını ve nasıl yazılması gerektiğine dair de önemli ipuçları veriyor. 

Saf ve Düşünceli Romancı kitabı Orhan Pamuk NTV röportajı video
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk Harvard’da, dünyanın en önemli edebiyat konferansları dizilerinden olan ve daha önce Borges, Eliot, Eco gibi ünlü yazarların da eğitmen olduğu Norton Dersleri’nde geniş kitlelere edebiyat dersleri verdi. Orhan Pamuk bu ders notlarını “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı kitabında topladı. NTV’de yayımlanan özel röportajda Saf ve Düşünceli Romancı kitabı çerçevesinde romana ve romancıya bakışını, nasıl yazdığını ve romanın ne olduğuna dair değerlendirmelerde bulundu. Videodaki söyleşinden bazı alıntılar aşağıda yer almaktadır. Röportajın tamamını izlemek isteyenler için video yazının sonunda yer almaktadır.

Orhan Pamuk nasıl yazıyor?
Diğer yazarlara göre ben daha kuram sever bir yazarım. Hesaplayarak yazarım. Kitapta anlattığım gibi düşünceli bir yazarımdır. İçimden geldiği gibi yazamam, çoğu zaman düşünürüm. Nasıl yazacağımı, yazacağım kitabın ne gibi sorunlarını ele alacağımı, başlangıcını ve diğerlerini önceden düşünerek yazarım. Elbette her şeyi hesaplayarak yazamam. Bir romancının ara ara şair olduğu dönemler de vardır. Ona da saf ruh hali diyoruz. Sanki yazdığınız şeyler dışarıdaki bir gücün size söylediği şeyler, farkında bile değilsiniz bu anda. Karanlık bir güç ya da ışık her şeyi size söyletiyor. Siz sanki bir araçsınız, sanki bir kalemsiniz. Yazarlıkta bizim saf olduğunuz, kendiliğinden yazdığımız, içimizden gelir gibi yazdığımız, sanki bir sarhoşlukla söyleyiverdiğimiz, şairlerin yaptığı gibi, bir yan vardır. Hem de düşünceli, başını sonun planladığımız, her ayrıntısı düşünerek ele aldığımız bir yazarın içinde olması gereken düşünceli ruh halidir. Saf ve Düşünceli Romancı’nın okurlarına diyorum ki roman okumak da yazmak da hem düşünceli hem de saf olma halidir. Yazar olmak bu iki hali aynı anda aynı ruhta aynı kafada taşımaktır. Bunu yalnız biz yazarlar değil okurlar da aynı şekilde yapar. İyi bir romanda yazarın ruh hali ve düşünceleri okurun ruh hali, düşüncelerine dönüşür.

Roman okumak ve yazmak araba kullanmak gibidir!
Saf ve Düşünceli Romancı kitabında bir roman nasıl yazılır, bir romanın fikri nasıl aklımıza düşer, bir roman okurun kafasında nasıl resimler çizer gibi konulara da değiniyorum. Bir romanı okuduğumuzda aklımızda pek çok şey olur. Hikayeyi takip ederiz, kahramanlarla özdeşleşiriz, kendi kendimize sorarız bunun ne kadarı hayal ne kadarı gerçek diye. Yazar ne demek istiyor deriz. Tıpkı araba sürmek gibi roman okumaya o kadar alışmışızdır ki, yaptığımız şeyleri kendimize sormayız bile. Onları farkında olmadan yaparız. Arabayı kullanan şoför bu esnada aynaya bakar, trafik ışıklarına, levhalara bakar, vites değiştir, bir yandan da bizimle konuşur. Roman yazmak da okumak da böyledir. Okur da sorar Orhan Pamuk bunların hepsini yaşamış mı diye? Tabii ki bir kısmını yaşadım, çünkü yaşamadan anlayamazsın. Bir kısmını da hayal etmişim. Onu romanda en ideal en uygun en anlaşılır şekline koymuşum.

Romancı hayattaki çelişkileri anlamaya çalışmalıdır!
İnsan beyni öyle bir yapıdadır ki aynı anda çelişen iki şeye inanabiliriz. Bu nedenle okuyucu romanın kurmaca olmasını bilmesine rağmen yazarına romanda geçen olayları yaşayıp yaşamadığını sorar. Hatta bu çelişki romanın yapısında vardır.
Bir siyasal roman yazarsınız, sizinle aynı fikirde olmayan insanı anlarsınız. Romancı fikrini biraz saklamalı ve geriye çekmeli. Karşısındaki (romandaki kahraman) insanla özdeşleşmeli, onu anlamalı, dünyayı onun gözünden görmeli. Roman okumada da böyledir. Roman okumak bizim gibi düşünmeyen insanların gözünden dünyaya bakmaktır benim için.
Erkek bir yazarın bir kadını yazması zordur, hatta kadın okurlarım beni çok eleştirmiştir. Ancak bu bir anlama çabasıdır, çelişkileri, karşıtları anlama çalışmasıdır. Romancının işi farklı düşüncede, cinsiyette, ırkta olanları anlamaya çalışmaktır.

Romanla siyaset çelişir
Romanda siyaset mümkün değildir çünkü romancı kendisine benzemeyen insanları anlamak ister. Romancını işi benim gibi düşünmüyor acaba dünyayı nasıl görüyor sorusuna verilen cevabı anlamaktır. Çünkü romancının bakış açısı insandır. Siyasetçinin görevi ise anlamamaktır, insanlarla özdeşleşmemektir, görevi sadece bir grubu temsil etmektir. Kişisel siyasi fikirlerimi roman dışında çok söyledim, hatta başım da derde girdi, ama bir romancı ahlakına sahip biri olarak romanlarında siyasi görüşleri farklı olan insanları da anlamaya çalışır. Romana acele, ucuz siyaset girmez. Ama siz bir şey söylemek istiyorsanız onu romana yedirirsiniz.

Orhan Pamuk röportajının tamamı burada.
Devamını Oku
BlogOkulu Gadgets