11 Nisan 2013 Perşembe

Yazar kendi yazılarının kaynağıdır!

Öykünün Ev Hali video serisinde bu hafta Füsun Çetinel ev dekorasyonu ve öykü yazarının yazdığı metin ile olan ilişkisini anlatıyor. 

Füsun Çetinel öykünün ev hali yazarın kişikiği
Ev dekorasyonunun insanın kişiliğini yansıttığını vurgulayan Füsun Çetinel, “Yazdığımız metinler de böyledir. Nasıl ki evimizin dekorasyonu bizim kişiliğimizi yansıtıyorsa yazılarımız da kişiliğimiz yansıtır. Metinlerimizi yazarken veya tamamladıktan sonra bunun farkına varmayabiliriz. Ancak metinlerimizi yabancı biri okuduğunda bunu kolaylıkla fark edebilir” dedi.

Yazarın hayatı metne yansır!
Yazarın kişiliği ne ise ona uygun metinler ortaya çıkardığını söyleyen Füsun Çetinel, “Borges’e baktığımızda arka avlusunu, yaşadığı ülkenin karmaşasını, evindeki sıkıntıları, annesinin ve babasını sefilliğini yazdığını görürüz” dedi.
Daha fazlası için Füsun Çetinel’in keyifli videosunu mutlaka izleyin.

Devamını Oku

4 Nisan 2013 Perşembe

Edebiyat kurallardan koparak düşünmekten doğar!

Boğaziçi Üniversitesi Aşiyan Güz Atölyesi'nde "Yazarlardan Yaratıcı Yazarlık Dersleri" başlığı altında düzenlenen Ayfer Tunç'un "Bir Anlatı Olarak Kısa Hikaye" konulu söyleşisine katılan Füsun Çetinel'in, Ayfer Tunç'un yaratıcı yazarlık, edebiyat anlayışı ve öyküye bakışını yansıttığı yazısını sizinle paylaşıyorum.  

Yaratıcı yazarlık ve yazma sanatı üzerine
Yaratıcı yazarlık ve kısa hikaye konusunda söyleşide düşüncelerini dile getiren Ayfer Tunç şunları söyledi:
Yaratıcı yazarlık tanımı beni hep tedirgin etmiştir. Sırlarını anlatmaya yetkin olduğumu düşünmüyorum. Burada kendi anlayışımdan, deneyimlerimden bahsetmek istiyorum sadece. Kurguya dair temel unsurlar üzerinden geçme, toparlama, bir araya getirme diyelim. Kurmaca ne demek? Ben teorisyen değilim. Ben yazarım. Başkalarının değerlendirdiği temel unsurlara dayanarak yazmıyorum ben. Böyle bir derdim yok. Aksine bu unsurlardan kurtulmaya çalışarak yazma arzum var. Bir formülü yok. Edebiyatta ancak doğruların yıkılması ile ilerleme olur.

Ben önceden kurmuyorum!
Kurmaca nedir? Şöyle diyebiliriz, olmayan şeyden bir şeyin inşası. Gerçekliğin tekrarı bile kurmaca olur. Yaşadığımız olay bile bir kurmacadır. Olayı aktarma anında zihinde hazırlık, nerede başlıyor, nerede bitiyor dikkat etmek, bunlar hep kurmacaya hizmet eder. Başkalarına aktardığımız her olay bir kurmacadır.
Kendi tecrübelerimden, edebiyat anlayışımdan bahsedeyim. Ben önceden kurmuyorum. Bir şey akmıyorsa, bir şey oturmadı demektir zaten. Hemen değiştirmek gerekir. Bu başka yazarlar için doğru olmayabilir.
Örnek vermek gerekirse Sait Faik ve Yusuf Atılgan ikilisini ele alalım. Yazma anlayışları farklıdır. Sait Faik savruk bir anlatı kullanıyor denir. Onu Sait Faik yapan savruk olmasıdır. Bir nedeni vardır. ‘Haritada Bir Nokta’ öyküsü ümitli gibi başlar ve bir ada fikrine varır. Sonra kahırlı yanılgı, hayıflanma ile devam eder. Kurduğu hayal boşadır. Ada edebiyatta çok önemli bir imgedir. Bu öyküde de anakara kötüdür, oradan uzak durmaktır niyeti. Şöhrete kapılmıştım, geldim buraya, der. Yazmak bir hırstı, burada kurtulacaktım ondan. Anakara onu yormuştur. Bu yüzden terk etmiştir orayı. Sonra adada balık paylaşımına tanık olur. İsteyenler ığrıpa katılırlar ve günün sonunda hakları verilir. Paylaşma esnasında en sondaki kişiye hakkını vermediklerini görür. Adadaki güzel adetler bile bitmiştir artık. Hemen bir bakkala girer kalem alır. Yazmasam deli olacaktım, der.  Delirmekten kurtaran şey yazmak. Bu ruh halinde tabi ki savruk yazılır. Uzun yıllar Sait Faik öykülerine, kimi deneme demiştir, kimi hikâye. Kimin umurundaki? Hele Sait Faik’in hiç umurunda değil. Ağlatısının temel unsuru savrukluktur.

Kurallardan koparak düşünmekten edebiyat doğar
Yusuf Atılgan’ın ancak üç buçuk eseri var. Anayurt Oteli ve Aylak Adam edebiyatımızın kurucusu evrensel romanlardır. Bir cümle içime sinmedikçe ikincisini yazamam, der Yusuf Atılgan. Her bir cümlesi, bir öncekini kopmaz şekilde zincirleyendir.
İkisi de birbirine zıt yazarlar. İkisi de Türk edebiyatının çok değerli yazarları. O zaman kurmacanın temel unsurlarından bahsetmek ne kadar doğru olabilir ki?  Kurallardan koparak düşünmekten edebiyat doğar.  Duygu çarpmasından doğan bir enerjidir edebiyat.

Atmosfer metne doku veren şeydir
Benim için hava durumu çok önemlidir. Nasıl olduğunu bilmem gerekir ama öyküde kullanmam gerekmez. Havanın psikoloji üzerinde etkisi vardır. Melankoli edebiyatını çok severim, orta Avrupa edebiyatı.
Murat Gülsoy ise yazdığı karakterlerin ilk önce mesleğini bilmek ister mesela. Yaşını bilmek ister. Ben mesleğini bilmek istemem. Meslekten bana ne. Benim için yaştan çok çağ önemli. Atmosfer, zemin, yer neresi? Şehir mi? Kır mı? Yoksa kasaba mı?  Köy mü? Bir yeri nasıl tarif edebiliriz? Atmosfer metne doku veren şeydir. Kumaşıdır. Sait Faik’te atmosfer her şeydir. Ama bunun için yazmaz. Kendi içinde yaşadığı atmosferi kullanır. Ruhundaki atmosferi yansıtır. İki ana mekan vardır onun öykülerinde.

  1. Ada
  2. İstanbul; Beyoğlu ve civarı

Sait Faik hakkında bir yazım var, Bir Flanör olarak Sait Faik. O açık alanların yazarıdır. Atmosfer kullanır. Kaç unsur kullanır? Bu yazarın marifetidir.
Nedir atmosfer? Kurguyu veren şeydir. Metne bağlı olarak değişir. Korku atmosfer olabilir. Sevdiğini kaybetme mesela, geniş bir alan. Bazen öykünün mekânı olmayabilir ama kafamda vardır. Okuduğunuzda etkiyi alabilirsiniz.
Mevsim, hava durumu, sıcak havanın yarattığı etki unutulmazdır. Anlatı zamanının hissi olur. Formülü yoktur bunun.
Karakter ise biraz farklı. İnandırması için kanlı canlı olması gerekir. Karakterde olay örgüsü vücut bulur. Zemin iyi oturtulmuşsa karakter de oturur.
Ahmet Hamdi Tanpınar öykülerine bakalım. Onun gerçek ruhu, röntgeni öykülerinde saklıdır. "Acıbademdeki Köşk", "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" nün kasnağıdır. ‘Yaz Yağmuru’ ise "Huzur"un. Bir metinden başka metinler üreten bir yazardır kendisi. ‘Huzur’da yazdığı karakterler kanlı canlıdır. ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde yazdığı karakterler ise gerçek değiller, çünkü tasvir edilen ironik dünya ama karakterler karton da değiller, çünkü amaç, dert belli. Metnin derdi belli ise karakterler kolay ilerler. Derdinizi tarif edemiyorsunuz, bir şey yazıyorsunuz. Olmaz.


Edebiyatta okur ne kadar önemsemelidir?
Edebiyat iki türdür.

  1. Okura odaklı edebiyat. Popüler edebiyat da diyebiliriz. Polisiye, aşk, gizem kitapları. 
  2. Nitelikli edebiyat. Mesele edebiyatı.  

Okur kim diyen edebiyat var, bir de Yusuf Atılgan, Sait Faik gibi okunması umurunda olmayan yazarlar var. Sait Faik’in övgülere hiç tahammülü yoktu.  Utangaçtı, dolaylı duymak istiyordu övgüleri. Yusuf Atılgan ise obsesif, okurla kurduğu ilişkiden kaynaklanan kendi meselesi vardı.  Okur odaklı yazarsan metin sipariş metin olur. Okurun önerdiği, onun meselesi olan şeyler yazılır.
Diğerinde ise ruhunuzu yoran şeyi, içinizdeki sızıyı aramak için yazarsınız. Sıradan okur, bana ne, diyebilir. Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’ i varoluşsal bir korkudur.

Ayrıksı karakterler yaratmamız gerekir
Karaktere geri dönelim tekrar, karakter yaratma kurmacanın temel unsurlarından biridir. Karakterin temel noktaları çok sınırlı, bunun için karakterimizi olaylar ve durumlar karşısında sınayabiliriz. Kendimizde yaptığımız gibi. Ben çok cesurum. Sınayalım bakalım, görelim gerçekten cesur mu. Dürüstlük, cesaret, acı noktalar. Böyle anlar yaratarak belki kendi kişiliğimizi de sınarız. Acıyı, metni taşıyabilen karakterler olurlar. Karakteri bir şekilde davrandırıp haklı kılmaktır önemli olan.
Aşk temel ve önemli bir mevzu. Ayrılık hikâyeleri üzerinde düşünelim. Onu anlatmaya değer, farklı kılan şey, diğerlerinden farklı yapan, işte budur edebiyat.
Sait Faik’in yazdıklarına anı diyebiliriz bir yerde. ‘Yüzüklü Adam’ öyküsünde Sait Faik bir meyhaneye girer. Bir masada parmağında kadın yüzüğü olan bir adam vardır. Bunun üzerine bir sürü hikâye kurar. Sonunda adama sorar. Adamın basit bir gerekçesi vardır. O kadar basit ki ama Sait Faik öyle şeyler kurar ki o adamı hikâyesinin kahramanı yapmaya değer kılar.
Ayrıksı karakterler yaratmamız gerekir. Ve elimdeki ayrıksı karakterlerden başka bir sürü ayrıksı karaktere varabilirim. Kiminin gözlüğünü, kiminin burnunu, cahilliğini kullanarak.

Pırıl pırıl bir bilinçle yazı yazılmaz
Karakterin bir an söylediği cümle örneğin.  Bilinçaltına inanırım ben. Pırıl pırıl bir bilinçle yazı yazılmaz. İşlemez. Ama tekrar ediyorum benim için böyle. Herkes için olmayabilir. Yazı bilinç ile bilinçaltının arasında doğar. Alacakaranlık derim ben. İlk önce çalakalem yazıyorum. Sonra bilinç düzeyinde sıraya sokuyorum. Dilin müziğine uygun hale getiriyorum. Metni oluşturmak, toparlamak en zevkli kısmı işin. Bakıyorum bilinçaltında olan şeyler açıklanamaz bir şekilde öyküye geçmiş. Yazma esnasında öyküye girivermiş.
Bir öykümde kemik, kucak meselesi vardı.  İlk ayrılık, doğmaktır bence. Annemizin bedeninden ayrıldığımız an her türlü tehlikeye açığız. İlk travma, bilinç dışı bir şey. Varlığımızın gizemli tarafı, doğduk ve tüm laneti üzerimize aldık. Onun için ev çok önemli, yuva kurmak, kabuk, rahim, doğumda kaybettiğimiz bir şey bu. Annemiz bizi vücudundan attı. Bebekler doğar doğmaz ağlıyor, nefes almak zorunda kalıyor, yutkunmak. Acı veriyor bu. Kopuşla başlayan travma. Bilinçdışı da diyorlar artık ama ben bilinçaltını tercih ediyorum. Çünkü sözcüklerin çağrışımından beslenirim ben.  Yazdığım öyküdeki adamın annesi o daha kırk günlükken ölür. Adam âşık olduğu kadının kucağına kilitlenmiştir. Bunun üzerine bir metindi. Bir anda bir köpek hikâyesi yazmaya başladığımı fark ettim. Bir zamanlar yavru bir köpek bulmuştum, alıp eve getirdim. Feci haldeydi. Arada süt veriyordum. Her süt içişten sonra yerdeki kuzu postuna gidip yatıyordu. Anne kucağı yerine koyuyordu postu ve sütle postu bitiştirmişti. Çok etkilenmişim ki kemik kucak öyküsünü yazarken metne giriverdi. Yazı yazarken bilinçaltını rahat bırakmalıyız.  Doğru yolu o gösterir bize. Ortaya çıktığında bizi sarsan şey iyi edebiyattır. Karakterin bilinçaltı da önemli.

Yazar türleri
İki tür yazar vardır.

  1. Kendinden yazanlar
  2. Gördüklerinden yazanlar

Thomas Bernhard metinleri incelendiğinde tek bir romandır diyebiliriz. Her birinin farklı bir meselesi var gibi görünse de. Dünyanın sevgisiz bir yer oluşuna karşı duruştur. Kendinden yazar.
Diğeri ise Max Frisch’tir. Kendi anlatılarını metne verir. Hâlbuki kendimi sadece ele verdim, der.
Kendi benliğimize bulayarak karakter yaratırız kimi zaman. Meselemiz varsa ona göre bir karakter içimizi yırtarak çıkar. Bazen de meselemizi ortaya koyarken yardımcı karakter kurmak gerekir. İşte onu nasıl kuracağız?

Karakterin nüfus cüzdanını çıkarın ama kullanmayın
Karakterin yaş, doğduğu yer, atalarının geldiği yer, etnik kökeni, dünya görüşü, bunları oluşturun, yani karakterinizin nüfus cüzdanını çıkarın ama onu kullanmayın. Karaktere yaptırmaya cesaret ettiğiniz şey ile bir yerde kendinizi de sınarsınız. Beni en az ilgilendiren şey olay örgüsüdür. Okur odaklı yazarı ilgilendirir bu.
Umberto Eco çok satan bir yazar ama çok iyi yazardır. Orhan Pamuk da öyle.
Karakter olay örgüsünün taşıyıcısıdır bazı kitaplarda. Onlar için karakter önemli değildir. Hikâyenin A noktasından B noktasına gitmesini sağlar sadece.
Benim edebiyatımda bilinçaltı, beni etkileyen dış dünyanın unsurlarının, acı, keder gibi, bir mayalanmaya uğradıktan sonra ortaya çıkmış halidir. Meselem ayrılıktır, her türlüsü, kopuş, intihar, çocuk kaybı. Benim karakterlerim zihnimin labirentinden doğan karakterlerdir.
Barton Fink’ filminde sıcaktan eriyen duvar kâğıtları var. Sıcak bir ulaşılmazlık, çıkmazlıktır orada. Yine ‘Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ filmindeki mekân yazın otuz beş derece sıcak, kepaze çirkin bir yerdir. Kışın ise boşluğun melankoli duygusu, geniş kumsaldaki yalnızlık hissi o atmosferle anlatılıyor.
Metnin ömrü. Bir metin ancak okununca ve yorumlanınca biter. Okunana kadar bitmez metin. Meseleyi bize okur vermez. Yazar kendi meselesini paylaşmak ister.
Havada Bulut senaryosunu yazarken Sait Faik’in otuz beş öyküsünü kullandım. Onu okumuş olanlar bu senaryonun Sait Faik olduğunu anlamalıydılar. Öyle istedim. Senaryo yazmayı sevmem. Benim için sadece bir taslaktır. Esas olan filmin kendisidir. Yaratıcı senarist değilim ben. Genellikle uyarlama yazıyorum.
Edebiyatta ada ütopyayla ilişkili bir mevzu. Her zaman alıcısı olan bir mevzu. Sait Faik ütopya ve distopyayı aynı öykü içinde kurmuştur. Ada suyla çevrilidir, kirlilik buraya ulaşamaz. Sait Faik ada ütopyasını yıkar, olmadığını görür, kurar, yıkar, kurar. Yazmayı bırakıp adaya gelir, ığrıptan sonra hayal kırıklığına uğrar, tekrar yazar. Adaya sığınmak, münzevilik bir işe yaramamıştır.

Edebiyat, potansiyelimizi yaşamamızın kapılarını aralar
Bilinçaltı sadece utandığımız, yaralandığımız şeylerden oluşmuyor. Başkalarının başına gelenler, şehvet, korkular. Sağlıklı zihinsel yapı bilinçaltını kontrol eder, toplum içinde yaşarken sosyalleşebilmek için.  Aşırı baskı, hayattaki potansiyelimizi yaşamamızı engeller. Edebiyat bunun kapılarını aralar. Benim yazarlık anlayışım insan olarak kaynağımı, bilinçaltımı sınamaktır. Onu ortadan kaldırmadan kendimizle bilinçli bir şekilde yüzleşemeyiz. Bu ülke yüzleşme sorunları yaşıyor. Türkiye hala ergenlik çağında bir toplum. Büyüyemiyor bir türlü. Biz de ülkenin bireyleri olarak aynı sorunu paylaşıyoruz. Bilinçlenmenin sonuçlarını görmek, kabullenmek önemli bir merhale. Büyümek ilerlememizi sağlar. Ama maalesef,  hep aynı filmi seyrediyoruz gibi bir his oluşuyor içimde.
Ayfer Tunç Söyleşisi - Füsun Çetinel'in kaleminden
Devamını Oku

Sanat Küçük Kalplere Dokunuyor

Renée Niklan’ın resim sergisiSanat, tıp ve iş dünyası, kalp hastası çocuklar için el ele veriyor. Ünlü ressam Renée Niklan’ın 17 eseri, 10-14 Nisan tarihlerinde Ekavart Gallery’de sergileniyor. Ekavart Gallery nerede diyenlere, işte adres:  The Ritz-Carlton Hotel, Süzer Plaza, No: 15, Gümüşsuyu-İstanbul. Sergi, çarşamba-cuma günleri 11.00-18.30, cumartesi günü ise 12.00-18.30 saatleri arasında gezilebilir.

Bu serginin diğerlerinden farkı ne derseniz, salt bir resim sergisi olmanın ötesinde bir kurumsal sosyal sorumluluk projesi niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. Sergideki eserlerin satışından elde edilecek gelirin tamamı, gelişmekte olan ülkelerde doğuştan ya da sonradan kalp hastası olan çocukların tedavi edilmesi için kullanılacak. Tedavileri, bu işe gönül vermiş bir avuç tıp insanının kurduğu Herkes İçin Kalp Derneği (www.cptg.ch) gerçekleştirecek. Dernek, modern tıbbın sunduğu olanaklardan yararlanamayan bu çocukların İsviçre’de ya da kendi ülkelerinde ücretsiz tedavi olmalarını sağlıyor.

Ne yazık ki, gelişmekte olan ülkelerde her yıl yaklaşık 2 milyon çocuk kalp bozukluklarıyla doğuyor ve bu çocukların yarısı maddi kaynak veya sağlık sektöründeki insan kaynağı yetersizliği nedeniyle ilk iki yıl içinde yaşamını yitiriyor. Bu ülkelerde açık kalp ameliyatı olmayı bekleyen çocukların sayısı ise 8 milyonu buluyor.

Herkes İçin Kalp Derneği’nin kurucusu Ord. Prof. Dr. Afksendiyos Kalangos. Kalangos, iki kez Nobel Tıp Ödülü’ne aday gösterilmiş bir kalp cerrahı. Bu alanda 14 ayrı teknik geliştirmiş. Son 100 yılın en iyi cerrahlarından biri olarak tanınıyor. Ayrıca, dünyanın en prestijli tıp ödüllerinden Fransız Tıp Akademisi Ödülü’ne sahip.

Sergi, Alvimedica’nın sponsorluğunda gerçekleştirilecek. Alvimedica Yönetim Kurulu Üyesi Leyla Alaton, hayır amaçlı bu tür etkinliklere özel önem veriyor ve Herkes İçin Kalp Derneği’ni yürekten destekliyor.

Niklan’ın mutluluk, umut ve sevgi mesajları içeren eserlerinden oluşan  “Sanat Küçük Kalplere Dokunuyor” temalı sergisini mutlaka görün. Gidemem diyorsanız, sergiyi Türkiye’nin ilk online sanat televizyonu www.ekavart.tv’de de izleyebilirsiniz. Resimler, yüreğinizi ısıtacak…

Hem dernek hem de sergi hakkında şuradan bilgi alabilirsiniz: http://alvimedica.com/hearts-for-all/tr/

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.
Devamını Oku

2 Nisan 2013 Salı

Roman yazarı okuru ne kadar dikkate alır?

Roman Yazarı ve Okur başlığıyla Derin Düşünce adlı sitede yayımlanan, roman yazarını ve okurunu derinlemesine irdelediğine inandığım Suzan Nur Başarslan makalesini sizinle paylaşmak istedim.

Roman Yazma Sanatı Yazarlık Teknikleri
Bir roman yazarı, kurmaca bir eser meydana getirirken sorumsuz davranabilir mi? Ne kadar özgürdür ya da? Elbette yarattığı karaktere en akla gelmedik şeyler yapabilir, onu aç-susuz bırakabilir, aşktan karakterinin aklını başından aldırabilir, en olmadık trajedileri kahramanına yaşatabilir hatta onu öldürebilir… Yazara sınırı hatırlatan nokta neresidir/kimdir? Bu noktada devreye okuyucu girer. Her yazar okunmak amacıyla yazar. İster belirli bir kesim için, isterse kendisinden sonra gelecek kuşaklar için yazsın. Amacı okunmak ve etkilemektir. Bu amaç, eserini yaratırken yazarın sınırlarını belirler. Heinrich Mann, “yazarlar olarak başkalarına etki etmemizin şartı, tabii ki edebiyat yetimizdir. Çoğu yazarın sorunlara yanıt aramak için iyi niyetli bir biçimde hazırladığı bildirgeleri ya başarısız kalmış, ya da tersine yazar konuyu bizzat kendisi duyarak yaşamış, bu meseleyi kendi içerisinde yeniden yaratmış, kendine özgü sanatın aracılığıyla gözlerinizin önüne sermiştir. Bununla birlikte yazar, yalnızca günümüz okuyucu kitlesini değil, daha sonra gelecek okuyucuları da hesaba katmak isterse, işte o zaman eseri olağanüstü ve güçlü olmak zorundadır.”der. Çünkü yazar, “hayâlinde arzularını ve bunların gerçekleşmesini kurar ve bu hayâlleri edebi araçlarla öylesine işler ki okuyucuyu da burada kendi arzularını bulur ve tatmin olur, hem de utanmayacağı bir tarzda. Yazar gerçekliği, küçültülmüş bir model biçiminde kopyalar ve gerçekliği bize fark ettirir. Başka bir dünya icat eder. Davranış provası yapar ve bizim bununla daha iyi davranmamızı sağlar. Yazar dille oynar ve bu oyundan tat alır, … o, bilinçli olarak rüya görür, çok katlı anlam taşıyan eserin, aynı bilinçsiz rüya sürecinin rüyayı oluşturması gibi biçimler. Potansiyel okuyucuyla içinden konuşur.”

Suzan Nur Başarslan'nın Roman Yazarı ve Okur makalesinin tamamı!



Devamını Oku

1 Nisan 2013 Pazartesi

2013 Erdal Öz Edebiyat Ödülü Cemil Kavukçu’ya verildi!

Edebiyatımızın başarılı yazarlarından Cemil Kavukçu'ya Erdal Öz adına düzenlenen 2013 Edebiyat Ödülü verildi. 

2013 Erdal Öz Edebiyat Ödülü Cemil Kavukçu
Öykü denince akla ilk gelen isimlerden olan Cemil Kavukçu, başarılı yazarlık kariyerine bir ödül daha ekledi. Can Yayınları’nın kurucusu Erdal Öz anısına her yıl düzenlenen Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi olan Cemil Kavukçu, öykü türünde gösterdiği ısrarlı çalışma, öykücülüğümüze kazandırdığı yeni tipler ve anlatım yöntemleri, üretkenliği ve öykünün edebiyatın gündeminde kalması için gösterdiği kişisel ve yaratıcı çaba nedeniyle ödüle layık görüldü.
Bu yıl altıncısı düzenlenen Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün seçici kurulunda Enis Batur, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Handan İnci, Feride Çiçekoğlu, Kaya Genç, ve Can Yayınları adına Zeynep Çağlıyor yer almıştı.
Devamını Oku

Roman nedir ve özellikleri nelerdir?

Sokak Kitapları Yayınları yazarlarından Uğur Ziya Şimşek’e ait Öykü ve Roman Yazma Sanatı adlı makalenin ikinci bölümünde romanın iç dünyasını ve teknik özelliklerini keyifli bir yolculuk yapacağız. 

Uğur Ziya Şimşek öykü ve roman yazma sanatı
Romanın birincil özelliğinin uzunluğu olduğunu söyleyebiliriz. Dengeli bir sıralama ve bağ bulunan olayları anlatan ve estetik kaygısı olan bir metindir roman. Roman okuyucusunu gerçekliğin dışında bir dünyaya alır. Okur o dünyaya girdiği andan itibaren duygusal tepkilerini romanın yönlendirmesiyle verir. Karakterlerle birlikte sevinir, üzülür, heyecanlanır, duygulanır. Roman, okuruna bu hisleri yaşatma derecesiyle kalitelidir. Romandaki olaylar bir plana uygun olarak anlatılır. Bu plan en temel yapısıyla üçlü bir saç ayağına dayanır.


  • Giriş (Serim)
  • Gelişme (Düğüm)
  • Sonuç (Çözüm)

Romanın Türk edebiyatındaki ilk izleri!
Türk edebiyatına roman Fransızcadan yapılan çevirilerle girmiştir. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa'nın Fenelon'dan yaptığı Tercüme-i Telemak'tır. İlk Türk romanı olarak Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseri gösterilir. Avrupaî tarzda ilk roman, Tanzimat döneminde yazılmıştır. Namık Kemal'in "İntibah", ilk Türk romanıdır.

Romanın konusu nedir?
Tüm romanlar insan ilişkileri ele alır. Bazı romanlar bitkiler, hayali varlıklar veya hayvanlar üzerinden yine insan ilişkileri anlatır. George Orwell’ın Hayvan Çiftliği isimli dünyaca ünlü eseri bir çiftlikteki yönetimi ele geçiren domuzların eşitlik ilkesiyle başlayıp zamanla diğer hayvanları nasıl ezdiklerini ve kendilerini ayrıcalıklı bir konuma yükselttiklerini anlatırken Rusya’daki Ekim Devrimi’nden bahseder ve devrimin eşitlik söylemleriyle gelip zamanla nasıl bir seçkinler sınıfı oluşturduğunu anlatır. Richard Bach Martı isimli eserinde yine hayvanlar üzerinden insan ilişkileri incelemiştir.

Roman ve gerçeklik ilişkisi
Roman bilimsel bir yapıt değildir. Romancının bilimsel bir eser oluşturma kaygısı ve açıklama çabası olmamalıdır. 2008 yılında yayınlanan ve Türkiye’deki azınlıkta kalmış, toplumun dışladığı cinsel kimlikleri romanlaştırdığım Kıyıdakiler isimli eserimi okuyan bir sosyoloji doktora öğrencisi kitabı çok beğendiğini söylemekle birlikte sosyoloji teknikleri açısından bazı eksikliklerin olduğunu bilimsel anlamda derinleşmenin sağlanmadığını, çok daha geniş sosyolojik analizlerin olabileceğini ileri sürerek beni eleştirmişti. Ben de kendisine sosyolog olmadığımı, bir romancının eserinin herhangi bir bölümünde bilimsel bir alanda derinleşme zorunluluğu bulunmadığını zaten bunun teknik olarak pek mümkün olamayacağını çünkü bir insanın ancak bir bilim dalında uzmanlaşabileceğini hayatın birçok alanından bahseden romancının bu alanların tümünü doktora veya profesörlük seviyesinde bilmesinin olanak dışı olduğunu anlattım. Gerçekten de bir romancı sosyoloji bazlı bir kurgunun olduğu romanında doktora seviyesindeki bir sosyoloğu tatmin etmek zorunda mıdır? Veya soruyu şöyle çevirelim doktora seviyesindeki bir sosyoloğun sosyolojik bazlı bir tatmin yaşaması için okuması gereken şey bir roman mıdır?

Roman - gerçeklik ilişkisine bir örnek
Bir örnek kurgulayalım. Ahmet Bulut isimi romancımız başkarakteri bir tıp doktoru olan roman kurgulasın. Bu doktor hastalarını bazen bilinçli bir şekilde yanlış ameliyat etsin ve onların uzun vadede ölümüne sebep olsun. Bir dedektif karakter de onu bulmak ve alt etmek istesin. Dedektif tesadüfen sevgilisini bu doktora götürsün vs. Ahmet Bulut bu romanı yazarken acaba doktor bir karakter kullanıyor diye doktorluğun her yönünü eksiksiz bir şekilde bilmek zorunda mıdır? Bence hata yapmayacak ve işine yarayacak kadarını bilmesi yeterlidir. Konuyu biraz daha zorlayalım. Ahmet Bulut’un doktor karakteri bir hastasına açık kalp ameliyatı yapsın ve bu hastanın ölmesine sebep olsun. Ahmet Bulut bu kısmı anlatırken, ameliyathaneden, oradaki gereçlerden, doktor hemşire vb. kişilerden bahsetsin ve bu sahneyi geçsin. Yani normal olanı, olması gerekeni yapsın. Bir tıp öğrencisi veya kalp uzmanı bir cerrah bu kısmı şöyle eleştirsin:
“Ahmet Bey kitabınızı zevkle okudum, ancak kalp ameliyatı sahnesini çok sığ geçmişsiniz, halbuki bu ameliyat 4-5 saat süren ve birçok detayı olan oldukça zorlu bir işlemdir. Bunları daha gerçekçi ve derinlemesine anlatmanızı beklerdim.”
Bu eleştiriyi değerlendirdiğimizde eleştiriyi yapan okurun (cerrah) haksız olduğunu söyleyebiliriz. Bir romancının açık kalp ameliyatını bilmesine imkan yoktur. Bilse de bunu romanda anlatması son derece mantıksızdır. Açık kalp ameliyatının nasıl yapıldığını öğrenmek isteyen bir öğrenci bunu romandan değil hocalarının bilimsel kitaplarından okuyarak öğrenir. Böyle bir çabası olmayan okur içinde dört saatlik bir ameliyatı sayfalarca anlatmak gereksiz ve sıkıcıdır.

Roman ve bilimsellik kaygısı
Hem kendi kitabımdan hem de kurgusal bir örnekten yola çıkarak açıkladığımız üzere romanlar bilimsel kitaplar değildir ve romancılar da bilim adamı değildir. Romanlarda gereksiz yere derinleştirilen bilimsel açıklamalar romanı sıkıcı bir hale getirmenin ötesinde hiçbir işe yaramaz. Bunu yapmadığınız için sizi eleştiren kişiler ise bilmediği için eleştirmektedir. Taraftar mantığıyla hareket etmeyenler kendilerine yapılan açıklamalarla tatmin olmakta ve eleştirilerinin haksızlığını anlamaktadır.

Roman yazma sanatına dair ipuçları
Roman insanı anlatır ve romancı anlattığı insanın veya insanların hayatından kesitler yapar. Bütününü anlatmak romanı boğabilir. Sadece kurgu açısından işimize yarayanı anlatmamız da fayda vardır. Anlattığımız karakterin hikâyesi bizim için gerekli olan detayları barındırmalıdır. Gereksiz olanları dışlamalıyız. Birçok genç yazar detaylarla okuru boğma çabasına girer ve elbette okur boğulmamak için kendini biran önce suyun dışına atar yani kitabı bir daha açmamak üzere kapatır. Anlatacaklarımızın dozunu bir aşçı titizliğiyle ayarlamalıyız. Tuzsuz yemek güzel olmaz ancak fazla tuzlu da yenmez. Her yemeğin de birbirinden ayrı tuz oranları vardır. Birinde geçerli olan ötekinde geçerli olmayabilir.
Gereksiz derecedeki uzun anlatımlar ve fazla detay anlatmak romandaki dinamizmi düşürür. Bu tip romanları üç beş sayfa atlayarak okusanız da hiçbir şey değişmediğini kurgudan konudan kopmadığınızı görürsünüz. Türk edebiyatının çok satan yazarlarından Canan Tan’ın kitapları böyledir. Kurgu çok sığdır ve kitap baştan sona inanılmaz derecede fazla ve gereksiz ayrıntılarla doludur. Kitaplarını beşer altışar sayfa atlayarak okusanız dahi kurgudan hiçbir şey yitirmezsiniz çünkü sürekli birbirini tekrar etmektedir.

Romanda detayların önemi
Dozajında detay kullanan başarılı çalışmalarda birkaç sayfa atlayarak okursanız bağlantının koptuğunu hissedersiniz. Büyük romancıların romanlarında kullandıkları her ayrıntının her kelimenin bir anlamı vardır ve bu çıkarıldığında bir şeyler eksik kalır. Çok dikkatli okurlar gereksiz yere kullandığınız tek bir cümleyi dahi algılar ve bu sebeple sizi eleştirir.

Sıradan bir durumu romanlaştırabilir miyiz?
Bir örnek oluşturalım:
Bir adam sevgilisiyle birlikte bir iç mimarlık ofisine gider ve yeni aldıkları evin dizayn edilmesini ister.
Bu oldukça sıradan bir olaydır. Peki, bu sıradan olayı romanlaştırabilir miyiz? Bir deneyelim bakalım neler çıkacak:
Karakterlerin isimlerini belirleyelim.
Sevgililerden erkek olanın ismi Furkan, kızınki ise Simge olsun. Mimarımız ise Cem olsun. Mimarın bir sekreteri olduğunu düşünürsek onunda ismi Aycan olsun.
Furkan ve Simge mimarlık ofisine geldiklerinde Cem onları yıllardır tanışıyormuşçasına büyük bir sevecenlikle karşıladı ve neye gereksinim duyduklarını dinledi. Çözüm önerileri sunarken Furkan bir ara tuvalete gitmek için odadan ayrıldı. Sekreter bu fırsatı kaçırmadı ve ‘sevgilinin seni terk etmesini istemiyorsan hemen buradan ayrıl’ dedi.
Evet, bu haliyle anlatılanlara baktığımızda sıradanlığı bozan bir şey var. O da sekreterin söyledikleri. Hiçbir iş yerinde bir sekreter müşteriye böyle bir şey söylemez. Bizim hikâyemizde söylüyorsa (ki söylemeli, sıradan bir müşteri ilişkisini anlatmanın okur için ne cazibesi olabilir) bunun bir sebebi olmalı. Öyleyse o sebepleri yaratacak bir yapıyla karakterleri oluşturalım.
Cem: Orta yaşlı, karizmatik beyaz saçları olan şık giyimli yakışıklı bir mimar.
Aycan: Fazlasıyla güzel ama serçe parmağını çocukluğundaki bir kazada kaybetmiş olan genç sekreter. Cem’in kadınlara bakış açısındaki acımasızlığı ve kullanma duygusunu bilse de ona karşı saplantılı bir aşkı var.
Furkan: 45 yaşında bir gazeteci. Güçlü siyasi bağlantıları olan önemli bir adam.
Simge: Bir bankanın finans müdürü. İşinin durağanlığından sıkılmış ve hayatında yenilikler arayan bir kadın. 38 yaşında. Sevgilisi Furkan ile birlikte yaşama kararı almasında onu çok sevmesinin ötesinde hayatında bir değişiklik yapma isteğinin baskısı daha ön planda.
Evet, karakterleri belirledikten sonra bu saçma durumu anlamlandırabiliriz. Hatta fazlasıyla saçma olan bu durum bize saçmalığının yüksekliği oranında da bir güç katacaktır çünkü hiç olmayan ve rastlanılmayan bir olayla romanı başlatarak bir anda merak duygusunu yükselteceğiz ve okurların aklında birçok soru belirmesini sağlayarak okuma eylemini sabırsızlıkla sürdürmelerine yol açacağız. Bu hikâyenin devamı nasıl olur? Şuandan kestirmek güç ancak düşündükçe birçok şey çıkar.
Furkan sekreteri ciddiye almaz, ama içine de bir kurt düşer, mimar evlerini harika biçimde yapar fakat bu süreçte Simge ile çok fazla yakınlaşır. Furkan bu yakınlaşmadan normalde rahatsız olmayacakken sekreterin söylemleri sürekli aklına gelir ve aradaki yakınlaşmayı kurcalamaya başlar. Aslında mimar ile ilgili hiçbir hoşlanma duygusu olmayan Simge bu baskılardan sıkılır ve Mimar ile durumu paylaşır, zamanla aralarındaki sohbet evle ilgili dekorasyon konularının dışına çıkar. Bu sohbetler Mimar ile Simge’yi yaklaştırır.
Bunun dışında da çok farklı bir süreç öngörülebilir. Düşündükçe binbir çeşit yeni kapı açılır.
Devamını Oku

Yazarın esin kaynagı nedir?

Edebiyatta üzerinden en çok düşünülen durumlardan biri olan yazarın esin kaynağı meselesine Yeşim Cimcoz Yazıevi eğitmenlerinden ve Füsun Çetinel kendi yaşamından verdiği örneklerle sizlere aktarıyor. 

Öykünün Ev Hali Füsun Çetinel
Öykünün Ev Hali video serisinde bu hafta Füsun Çetinel yazarın esin kaynağı konusunu işledi. Yazarlığın gerçekliği kurgu vasıtasıyla başka öğelerle harmanlayıp ortaya bir hikaye çıkarma sanatı olduğunu belirten Füsun Çetinel, “Yazar, hayal dünyası ve yaratıcılığıyla hayatın can yakan, sıkıcı tatsız gerçekliğini birleştirir. Kurgu yardımıyla ortaya bambaşka bir gerçeklik çıkarır” dedi.

Hayat yazarın esin malzemesidir!
Füsun Çetinel 8 yaşındaki bir çocuğun yazarları yalancı kafa ve uydurukçu olarak tanımladığını aktararak “Gerçekten de yazarlar böyledir. Ama sonuçta ortaya keyifli eserler koyan insanlardır. Yazarlar, hayatın gerçekliğini alır bambaşka öyküler ortaya çıkarırlar. Kurmaca gerçekten beslenir. Yaratıcılık, birbirinden alakasız görünen unsurları bir araya getirmek ve anlam çıkarmaktır. Anlamsız yaşanmışlıklar yazıda bir öyküye malzeme olunca anlam bulurlar. Hayat yazarın esin malzemenizdir, onu mutlaka kullanın” dedi.
Keyifli aktarımı ve anekdotlarla bezenmiş Füsun Çetinel’in “Öykünün Ev Hali” videosunu mutlaka izleyin. Videoyu buradan izleyebilirsiniz.
Devamını Oku

29 Mart 2013 Cuma

Ümit Kaftancıoglu 2013 öykü yarısması sonuçlandı!

Gazeteci-Yazar Ümit Kaftancıoğlu anısına düzenlenen öykü yarışması sonuçları açıklandı.

Öykü Ödülleri 2013 sonuçları açıklandı
Ümit Kaftancıoğlu anısına düzenlenen öykü yarışması sonuçlandı. Öykü yarışmasının seçici kurulanda yer alan Adnan Özyalçıner, Öner Yağcı, Mehmet Güler, Zeynep Aliye, Dr. Ali Naki Kaftancıoğlu, Dr. Canan Kaftancıoğlu ve Öztürk Tatar 2 aylık değerlendirme sonucunda yarışma sonuçlarına ulaştı. Sonuçlara göre yarışmanın birinciliğini Nuri Lef Lef adlı öyküsüyle Hakan Cucunel kazandı.
Öykü yarışmasının ikinciliğini Dolapderenin Cadıları adlı öyküsüyle Ekin Can Göksoy,  Deli Babam Ölmüş adlı öyküsüyle Fuat Sevimay üçüncülüğü kazandı.

Ümit Kaftancıoğlu mansiyon ödülleri

  • Öykü yarışmasında mansiyon ödüllerini alan öykü ve yazarları ise şöyle: 
  • Serdar Şen: Sokak Kedileri Gittiğimde
  • Belgin Önal: Fotoğraf 
  • Görkem Giray: Hademe
  • Ayçe Çeliker: Sevgili Zamanlar
  • İzzet Celiloğlu: Bir Yaz Gecesi
  • Zekiye Yüksel: Babaannem ve Sardunyaların Gizi
  • Salim Nizam: Gelincik İlaçlayıcısı


Ödüller anma gecesinde verilecek
2013 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri yazarın anısına düzenlenen anma gecesinde verilecek. 13 Nisan günü Bakırköy Yunus Emre Kültür Merkezi’nde düzenlenecek ödül töreni ve anma gecesine Altan Öymen, Zeynep Aliye ve Naki Kaftancıoğlu konuşmacı olarak katılacak.
Devamını Oku

Yazarlardan Yaratıcı Yazarlık Dersleri!

Aşiyan Dergisi ve Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübü tarafından ortaklaşa düzenlenen Yazarlardan Yaratıcı Yazarlık Dersleri 2 Nisan’da başlıyor.

Ali Ural, Feridun Andaç, Haydar Ergülen, Aslı Tohumcu
Yazarların kendi yöntem ve görüşlerini genç yazarlara aktardığı önemli etkinliklerden biri olan Yazarlardan Yaratıcı Yazarlık Dersleri yazar adaylarına benzersiz bir fırsat sunuyor. Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübü ve Aşiyan dergisinin ortak çalışmasıyla ikinci kez düzenlenen derslere Haydar Ergülen, Ali Ural, Feridun Andaç, Mario Levi ve Aslı Tohumcu katılıyor.
6 hafta sürece yaratıcı yazarlık derslerine katılacak yazar adayların yazma serüvenlerine önemli bir katıkı sunacağını düşünüyorum. Derslerin programı ve yazarların ele alacağı konular şöyle:

  • Haydar Ergülen: Yazma Halleri-Şiir (2 Nisan)
  • Ali Ural: Yazmak: Gerçekle Hayal Arasındaki Tünel (19 Nisan)
  • Feridun Andaç: Yazılan Roman/Okunan Roman (3 Mayıs)
  • Mario Levi: Yaratıcı Yazarlık (17 Mayıs)
  • Aslı Tohumcu: Hayattan Öyküye (22 Mayıs)

Başlama saati: 18:00

Hatice Türkoğlu: 0543 767 22 64
Ozan Şenol: 0535 853 10 49
iletisim@asiyandergisi.com
Boğaziçi Üniversitesi ve Aşiyan Dergisi

Devamını Oku

28 Mart 2013 Perşembe

insan neden yazmak ister? – Öykü ve Roman Yazma Sanatı (1)

Sokak Kitapları Yayınları yazarlarından Uğur Ziya Şimşek’e ait Öykü ve Roman Yazma Sanatı adlı uzun makaleyi sizlerle paylaşmak istedim. Makaleden her gün bir bölüm yayınlayacağım. Hem daha iyi anlamak adın hem de öykü ve roman yazma sanatının inceliklerini özümseyerek öğrenmek adına. Makalenin ilk bölümü aşağıda yer alıyor.

İnsan neden yazmak ister? Uğur Ziya Şimşek
İnsan yazmak ister. Sümerler yazıyı bulmadan önce sözlü hikâyelerle düşünce aktarımını gerçekleştiren insanoğlu yazı ile tanıştıktan sonra bu aktarım biçimini çok sevmiş ve sıklıkla kullanmıştır. Çevrenize bir bakın, sadece romancılar veya şairler mi yazıyor? Elbette hayır. Ağaçlara kazınan isimler, duvarlara yazılan sloganlar, kamyon çamurluklarına veya kasalarına yazılan bin bir çeşit maniler; bileklere, sırta, bacaklara yazılmış dövmeler, küçük çocukların tükenmez kalemle vücutlarına sevdiklerinin isimlerini yazması, mahalle bitirimlerinin cam kırıklarıyla vücutlarına ulaşılmaz aşklarının isimlerini yazması, bin bir riski göze alarak üniversitede bildiri dağıtan öğrencilerin izbe odalarda gizlice yazdıkları siyasi metinler ve daha neler neler…
Peki neden? Neden yazmak isteriz? Kalıcı olmak için mi? Zamanı öldürmek, sonsuz olmak için mi? Yoksa sadece düşüncelerimizi aktarmak için mi? Okuyanların beğenisini sağlamak, takdir edilmek için mi? Birkaçı veya hepsi mi?

Ölümsüzlük duygusu ve yazmak!
İnsanın en temel duygularından birinin geleceğe el uzatma çabası olduğunu anlayabilmek için psikoloji eğitimi almamıza lüzum yok. Mimarlar binalarıyla, sporcular rekorlarıyla, romancılar kitaplarıyla, şairler şiirleriyle, krallar fetihleriyle, ressamlar resimleriyle, en temelde de insan üreme duygusuyla kalıcı olmak ve ölümsüzleşmek ister. Duygularımızı aktarmak, yaşadığımız toplumu değiştirmek, güzellikler katmak yine güçlü dürtülerimizdir.
Yazmak isteriz! Ama nasıl? Eğer bir ağaca sevgilimizin ismini kazıyacaksak çok önemli tekniklere ve altyapıya sahip olmamız gerekmez. Bir çakı, kolay yontulabilecek güzel bir ağaç ve o ağaca zarar veriyor olmamızın umursamazlığı yeterli argümanlar olacaktır. Çakıya, ağaca ve mevzubahis duyguya sahip olan kişi sevgilisinin ismini rahatlıkla yazıp herhangi bir tekniğe veya öğretiye ihtiyaç duymayacakken acaba Türkiye’deki ağır işlerde çalışmaya zorlanan çocuk işçilerin umutlarını, mutsuzluklarını, yaşamlarını uzun bir romanda anlatmak isteyen kişinin işi aynı derecede kolay mıdır? Olmadığını düşündüğümüz için bu yazıyı derliyoruz.

Herkes roman yazabilir mi?
Sıklıkla ‘Roman yazmak öğretilebilir mi? Roman yazmanın tekniği olur mu? Herkes roman yazabilir mi?’ biçiminde sorulara muhatap oluyorum. Sondan başlarsak ‘herkes roman yazabilir mi?’ beni çok düşündürmüş bir sorudur. Sanırım evet. Kâğıt ve kalem alacak maddi yeterliliği olan ve okuma yazma bilen herkes roman yazabilir. Peki, herkes piyano çalabilir mi? Evet. Aynı mantıkla hareket edersek yeterli maddi imkâna sahip olup bir piyano alan ve karşına oturup tuşlara dokunabilecek fiziksel yeterliliğe sahip olan herkes piyano çalabilir. O halde şu soruyu yöneltelim: Herkes Dostoyevski gibi roman yazabilir mi? Nazım gibi şiir yazabilir mi? Fazıl Say gibi piyano çalabilir mi?

Yazma tekniklerini öğrenmek sizi Tolstoy yapmaz
Roman yazmak öğretilebilir ve teknikleri vardır. Ancak hedefiniz çok büyük bir romancı olmaksa unutmayın ki tüm bunları bilmek sizi Tolstoy yapmaz. Tüm teknik öğretileri harfiyen öğrenseniz ve uykusuz gecelerle yoğun bir emek sarf etseniz de Tanrı gülümsemeden Dostoyevski olamazsınız. Nasıl ki salt futbol oynamayı öğrenmekle Maradona gibi oynamak aynı şey değilse…

İyi yazar olmanın koşulları
İyi bir yazar olmanın birçok koşulu var. Bunlar arasında önem sıralaması yapmak gerekirse ilk koşulun iyi bir okur olmak olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ardından merak, sabır, bilgi birikimi, yetenek gibi öğeler gelmektedir.
İyi bir yazar olmak çok roman yazmak demek değildir. Harper Lee sadece tek bir kitap yazmıştır. Bülbülü Öldürmek isimli eseri dünya edebiyatının klasikleri arasındadır. Yine Margaret Mitchell Rüzgâr Gibi Geçti isimli romanı dışında bir eser vermemiştir ve bu eseri dünya edebiyatının en saygın çalışmalarından biridir. Her iki kitabında filmi yapılmıştır ve yine her iki film de sinema klasikleri arasında sayılmaktadır.

Yazmaktan uzaklaşmak ve bahaneler
Yazmak çok zorlu bir eylem olduğu gibi bir yönüyle de çok sancılıdır. Bir kadının doğum yapması gibi yazar da her kelime de her cümlede sancılanır, ıkınır ve içindeki o adlandıramadığı şeyi ortaya çıkarmaya çalışır. Bu zorlu süreç psikolojik olarak insanı yazma eyleminden uzaklaştırır ve erteleyecek bahaneler bulamaya iter. Kelemi açayım öyle yazarım! Etrafı toparlayayım öyle yazarım! Mehmet’le konuşayım öyle yazarım! Biraz televizyon izleyeyim öyle yazarım! Facebook’da kim var bir bakayım öyle yazarım! diyerek aslında yazmanın sancısını ertelemeye çalışırız. Hâlbuki bu sancı kaçınılmaz bir süreçtir ve mutlaka yaşayacağımız bu acıyı ertelemenin bir anlamı yoktur. Hatta Stockholm Sendromu gibi bu acıya bağımlı olmakta fayda vardır.

Yazmanın zorlu süreci
Büyük yazarlar da dâhil olmak üzere tüm yazarlar nitelikli eserlerini sancılarla doğururlar. Edebiyatın devlerinden Gustave Flaubert yazdığı bir mektubunda, tek bir sözcüğü bulmak için dahi tüm gün çabaladığını ve büyük zorluklar yaşadığını anlatmaktadır. Yazmanın zorlu süreci hep vardır ve var olacaktır. Bazen popüler yazarlar yazma eylemleriyle ilgili okurların hoşlarına gidecek karizmatik yanıtlar verseler de gerçekte cümleyi doğurmanın sancısını hepsi yaşamaktadır. Elbette doğuracağınız çocuğun bir gözünün kör, kollarının kırık, bacaklarının çıkık olmasını önemsemiyorsanız doğum kurallarına uymaz biran önce işinizi görebilirsiniz. Edebiyatta da böyledir. Hiçbir sancı çekmeden de yazabilirsiniz ancak cümleler ne kadar sağlıklı olur bilemeyiz.

Ya hayat ya da yazmak, seçim senin
Yazmak kuma kabul etmez. Eğer yazmak istiyorsak, önceliğimiz bu olmalı. Yazmak çok zor bir eylemdir ve hobi olarak yapılabilecek bir şey değildir. Birinci önceliğimiz ve motivasyonumuzu verdiğimiz en temel öğe yazmak olmalı. Tüm benliğimizle, ruhumuzla yazmaya odaklanmalıyız. Olması gereken bu olmakla birlikte hayatın meşgalesi, geçim derdi, zorunlu hedefler bu odaklanmayı azaltmaktadır. Geçinmek için 10 -12 saat çalışmak zorunda olan bir kişi ne derece yazmaya odaklana bilecektir? Bir tarafta hayat bir tarafta ise tüm vaktimizi yutmak isteyen bir ejderha. Yazarlık dünyanın en çok vakit alan ve en zor işlerinden biridir.

Yazarlık her şeye egemen olmaktır
Yazmak büyük bir keşif sürecidir. Zihnimizde oluşturduğumuz bir gemiye binerek çıktığımız seferlerde gerçek ve gerçek üstü birçok bilinmeyeni keşfetmektir yazarlık. Önce kendi iç dünyamızı keşfe çıkarız ve gizli kalmış birçok duygumuz ortaya çıkar. İnsanları tanırız, onların acılarına, sırlarına dokunuruz. Bambaşka hayatlar yaratırız ve sonlandırırız. Yazarlık bir yönüyle de ruhani bir yapıyla her şeye egemen olmaktır. Her şeyi baştan yaratmak bir dünya kurmaktır. Çok sıkıntılı olan bu sürece belki de bu nedenle katlanırız. O süreci yaşayabilmek o zorlu yolları yürüyebilmek için. Dağcılar, dalgıçlar, paraşütçüler ve daha birçok sporcu acaba gerçekten sonuca ulaşmak için mi o sporu yapar. Yani bir dağcı için sadece o dağın tepesine ulaşmak mıdır önemli olan yoksa o süreç midir? Süreci önemsemezsek dağın tepesine bir helikopterle de çıkabiliriz.

1. bölümün sonu - Uğur Ziya Şimşek
Devamını Oku

27 Mart 2013 Çarşamba

Eco ve Pamuk Bogaziçi’nde bulusuyor!

Dünya edebiyatının kilometre taşlarından biri olan Umberto Eco, Orhan Pamuk ile Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. kuruluş yılı etkinlikleri çerçevesinde ortak bir söyleşi düzenleyecek. 

Umberto Eco ve Orhan Pamuk Boğaziçi Üniversitesi'nde söyleşide buluşuyor.
Edebiyat ve düşünce dünyasına sıra dışı eserler armağan eden İtalyan düşünür, yazar ve eleştirmen Umberto Eco, Gerçekler, Kurgu ve Tarih Üzerine Bir Diyalog konulu söyleşide Orhan Pamuk ile bir araya gelecek. 9 Nisan Salı günü saat 17:00'de Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Hall'da düzenlenecek etkinlik son yılların en önemli birlikteliği olarak anılıyor.

Ayrıca Umberto Eco, ikinci olarak 10 Nisan günü İtalyan Kültür Merkezi’nde Cemal Kafadar ve Patrizia Violi yönetiminde bir söyleşiye daha katılacak. Umberto Eco hayranlarına duyurulur.
Orhan Pamuk ve Umberto Eco Boğaziçi Üniversitesi'nde söyleşi yapıyor.


Devamını Oku

Roman yazarı yalnızların en yalnızıdır!

Walter Benjamin’in “Roman okuru okurların en yalnızıdır” sözüne atıfta bulunan Elif Şafak, yalnız roman okuruyla roman yazarı arasında bir bağ olduğunu söyleyerek “Roman yazarı yalnızların en yalnızıdır” diyor.

Elif Şafak roman yazarı yalnızların en yalnızıdır.
Günümüz yazarlarının yazmaya ilişkin sözlerini araştırırken Elif Şafak’ın “Bir Roman Yazmak” adlı makalesine ulaştım. Elif Şafak makalesinde roman okuyan “yalnız okur” ile “yalnız yazar” arasında bağ kuruyor. Roman okuyanların birkaç saatliğine de olsa kendilerini bulundukları çevreden soyutlayıp kendi kozalarına çekildiklerini anımsatan Elif Şafak, yazarın da benzer bir deneyim yaşadığının altını çiziyor.
Roman yazarının ve okuru arasında yarı sürreal, yarı realiteyi sorgulamayan yönelten bir bağ olduğunu vurgulayan Elif Şafak, okur ve yazarın tek kelime konuşmadan, paylaşarak ama yalnızlıkları azaltmadan, yüreklerini açarak ama birbirlerini zerre kadar tanımadan geliştirdikleri özel bir sohbet olduğunu söylüyor.

Yazar ve okur arasındaki özel sohbet!
Bu özel sohbeti deneyimlemeyenlerin yani roman okumayanların, edebiyata ve hayal gücüne kapalı olanların, roman okumak bir yana cehaletleriyle övünenlerin, kitapları okumadan yargılayanların, yazar ile okur arasındaki bu “sohbet”in tadını ya da kıvamını anlamaların mümkün olmadığını belirten Elif Şafak hem kendisinin hem de diğer yazarların yazdıklarını değerlendirecek olan kurumun halis, önyargısız roman okuru olduğunu dile getiriyor.
Bundan yaklaşık 7 yıl önce Elif Şafak tarafından kaleme alınan yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz.
Devamını Oku

25 Mart 2013 Pazartesi

Yazarlık mayası olmadan iyi bir öykü yazılamaz!

Füsun Çetinel, öykü yazarı Tomris Uyar’ın yazarlık mayası ile öykü yazma ve edebi eser oluşturma arasında kurduğu paralelliği anlattığı bu haftaki Öykünün Ev Hali videosunda yazarın şu sözlerine yer verdi: Yazarlık mayası olmadan iyi bir öykü ve iyi bir edebiyatta ortaya çıkmaz.

Füsun Çetinel bu hafta yazarlık mayası ve ekmek mayası arasındaki benzerliği anlatıyor.
Tomris Uyar’ın öykü yazım sürecine ilişkin verdiği bilgileri aktaran Füsun Çetinel, yazarın şu sözlerini aktardı: Ben öykümü çamaşır, bulaşık yıkarken düşünürüm, geliştiririm. Öyküyle birlikte yaşarım, o insanları düşünürüm. Arkadaşlarımla beraberken kendimi öyle bir kaptırırım ki sorulan bir soruya öykümün bir bölümü ile cevap veririm. Öyküye başlamadan önce ilk cümle yerine son cümleyi bulurum. Sonra geri sarma yöntemi ile tüm öyküyü kurgularım. Ayrıca yazarlık mayası da çok önemli Yazarlık mayası olmadan iyi bir öykü ve iyi bir edebiyatta ortaya çıkmaz.

Ekmek mayası ve yazarlık
Tomris Uyar’ın yazarlık mayası hakkındaki sözleri ile ekmek mayası arasında bir paralellik kuran Füsun Çetinel, “Yazarlık mayası denince aklıma arkadaşımın açtığı bir ekmek kursu geldi. O kursa katıldığımda kullandığımız ekmek mayasına odaklandım ve tıpkı Tomris Uyar gibi geri sarma yöntemini denedim. Ekmekte kullandığımız maya bakkaldan aldığımız bir maya değil fabrika mayasıydı. Ayrıca maya çok özen gerektiriyordu, gerekli şartları yerine getirmediğimiz zaman hemen bozuluyordu. Yazarlık mayası da tıpkı ekmek mayası gibi çok dikkat isteyen, üzerine çok titrenmesi gereken, büyük çabalarla ortaya çıkan bir şey. Yazarlık mayasını oluşturmak veya korumak için çalışmak, okumak, araştırmak gerekiyor Bir tane değil bin tane hikâye yazmayı, gerektiğinde hepsini çöpe atmayı göze almayı zorunlu kılıyor. Öykü yazdık diye yazdığımız metne tutunmamalıyız. Gerekirse başını sonun atmalı, yeniden yazmalıyız” dedi.
Videonun tamamını buradan mutlaka izleyin.
Devamını Oku

24 Mart 2013 Pazar

Harikalar diyarı seni bekliyor!

İyi bir blog yazarı olmak, mevcut bloğunuzu tasarım ve işlev bakımından geliştirmek, bloğunuzun ve kişisel markanızın sosyal medyada inşasını yapmak için düzenlenen Blog Yazarlığı ve Kişisel Markanızı Geliştirme Atölyesi tanıtım semineri size harikalar diyarının kapılarını açıyor.

Son yılların artan eğilimlerinden biri olan blog yazarlığı, ilgi alanlarını geliştirmek, yazma yetisini güçlendirmek ve üretilen metinleri insanlarla paylaşmak isteyenlere benzersiz fırsatlar sunuyor. Blog yazarı olmak veya etkileyici içerikler üretip sahip olduğu bloğu görünüm ve işlev bakımından geliştirmek isteyenlere yönelik kurgulanan ve Yeşim Cimcoz Yazıevi tarafından düzenlenen Blog Yazarlığı ve Kişisel Markanızı Geliştirme Atölyesi tanıtım semineri uzmanlar tarafından keşfedilmemiş sekizinci kıta olarak adlandırılan sosyal medya dünyasının kapılarını size açıyor.

Seminer programında şu konulara yer verilecek

  • Blog oluşturma ve yönetimi
  • 15 dakikada etkileyici içerik yazma
  • Blogu etkileyici ve işlevsel yapma
  • Blogdan para kazanma
  • Blogdan kariyer elde etme
  • Neden sosyal mecralarda olmalıyız?
  • Sosyal medyanın kişisel kariyere katkısı
  • Sosyal medya mecralarının tanıtımı
  • Sosyal mecralarda kişisel markalaşma
  • Sosyal medya hesap yönetimi
  • Sosyal medya mecralarında içerik kurgulama
  • Sosyal medya mecralarında markalaşma
  • Sosyal medya ölçüm ve analiz

Sosyal Medya Uzmanı Okay Karaçay tarafından verilecek ve 2 Nisan Salı akşamı 19:00 - 21:00 saatleri arasında yapılacak seminere katılmak için yesimcimcoz@gmail.com veya 0533 715 09 33'e mesaj atarak kayıt yaptırabilirsiniz. Seminere katılım ücreti 50 TL dir.
Ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Devamını Oku

23 Mart 2013 Cumartesi

Romanın açılıs paragrafında okuru büyülemek!

Yaşadığımız görüntü çağında günümüzün sabırsız okurlarını romanın ilk paragraflarında etkilemek çok önemli. Yeşim Cimcoz usta yazarların romanlarından verdiği örneklerle yazar adaylarına okuru romanın başlangıcında büyülemenin yöntemlerini anlatıyor.

Yeşim Cimcoz roman yazma teknikleri - açılış sayfası
Yazarken her zaman önce kendimiz için yazmalıyız. Zevk aldığımız için yazmalıyız. Yazarken o dünyanın içinde kaybolup gittiğimiz için yazmalıyız. Kafamızı kağıdımızdan kaldırdığımızda akşamın geldiğine şaşırdığımız için yazmalıyız. Ancak öğle yemeğinde yazabiliyorsak, göz açıp kapanana kadar geçmeli o vakit. Zaman akıp gitmeli yazarken. Ancak o zaman çıkar romanlar, öyküler. Yazarken editörümüz tatilde olmalı demiştim. Onu göndermeyi başarınca bir de bakarız başkaları oturuyor odamızda. Bir değil bir sürü insan gelmiş dikkatle bize bakıyor, bizi bekliyor, okurlarımız! Onlarla aynı odada asla yazamayız. Asabımızı fena bozarlar. Aslında editörden bile daha korkunçtur onların beklemeleri. Bir de sabırsızdırlar. Şansımız varsa bir kaç sayfa, ama genelde ilk bir kaç satırı okuyup değer mi değmez mi bakmaya gelmişler. O bir kaç satır güzel değilse başka bir yazarı rahatsız etmeye gidecekler. Çok vakit harcamak istemiyorlar. Bakın odanıza oradalar mı? Değillerse çok şanslısınız ama oradaysalar artık onlarla yüzleşmek zamanı geldi. Ne istediklerini öğrenelim, onlarla anlaşalım. Biraz zaman alacak, dikilmeyin tepemde diyelim ve istediklerini öğrendikten sonra onları gönderelim. Yazılarımız bittiğinde, içinde yaşadığımız büyüsünün tadına vardıktan sonra yazılarımızı bu insanlara sunacağız. O zaman onların istediklerine kulak verelim mi? Ne dersiniz?

Romanda açılış paragrafı nasıl yazılmalı?
Bugün insanlar sabırsız, filmin görselliği, müziği, efektleri ile beslenmeye alışmışlar ve uzun girişler onları çok sıkıyor. Bir yazar olarak size en fazla 10 dakika ayırabilirler, o da şansınız açıksa. Yapılan bir araştırma insanların bir kitabı alma veya bırakma kararını ilk 3 sayfa içinde verdiğini göstermiş. Yani bize 3 sayfa verecekler. Peki o zaman açılış paragrafının amacı ne olmalı?
  • Okurda bir kişi veya bir ilişki hakkında heyecan ve merak uyandırmak
  • Bir mekanın içine okuru almak
  • Anlatacağımız hikayeye bir derinlik katmak
Demek ki biz bunu başarmalıyız. Peki aşağıdaki örneğe bir bakalım.
Kahvenin kabaca yontulmuş kapısı sert bir tekmeyle ardına kadar açıldı. İçeriye, elinde bir toplu tabanca tutan Zeynel'den önce, tozla toprakla birlikte, dışarıda denizi kudurtan lodos girdi. Zeynel önce kapıda bir an ikirciklendi, sonra ağır, temkinli, eşikte durup yolu kesti, tabancasını İhsan'a doğru çevirdi. Üst üste ateş etmeye başladı. Kahvedekiler bir an öylece dondular kaldılar. İhsan:
- Yandım anam, diye keskin bağırdı. İkinci ‘yandım’ sesi çok usul çıktı, duyulur duyulmaz. Sandalyeden yere sağılıverdi, boynundan oluk gibi kan fışkırdı, sona da hemen kesildi. Donmuş kalmış kahve kalabalığının arasından Selim balıkçının bir yay gibi gerilip, İhsanın ‘yandım anam’ demesiyle birlikte Zeynel'in üstüne atılması, tabanca tutan elinin bileğine sarılması bir oldu. Selim tabancayı almış şaşkınlıkla bir elindeki ağzından duman çıkan tabancaya, bir orada durmuş kalmış Zeynel'e bakıyordu. Birden bütün kahve şaklayan bir tokadın sesiyle irkildi, ama gene de hiç kimse yerinden kıpırdamıyordu.
Yaşar Kemal – Deniz Küstü

Yaşar Kemal bu girişinde hem merak uyandırıyor, (Zeynel İhsan’ı neden vurdu, Selim kim ve neden o karıştı sadece, bu kasabada böyle şeyler çok mu oluyor) hem mekanın içine bizi alıyor (kabaca yontulmuş kapı, kapıdan giren lodos, ve kalabalık) hem de hikayeye derinlik katıyor çünkü dokular, kokular, sesler ve bakışlarla dolu bir sahne.

Bir de Halikarnas Balıkçısı’nın Aganta Burina Burinata’sına bakalım:
Rahmetli babamı anarlarken, ‘Nur içinde yatsın,’ ya da, ‘Toprağı bol olsun,’ demezlerdi. Çünkü babam denizde boğulmuştu. Ama, boğulan yalnız o muydu? Soyumuzdaki erkeklerin çoğu, denizde kalmıştı. Anam, kaptan kızıydı. Babama varınca kaptan karısı oldu. ‘Babamı doyasıya göremedim. Evlendim, kocamla iki aycağız sürekli yaşayamadım’ der, beni gösterir, ‘Buncağız da denizci olursa ne yaparım? Kaptan kızı, kaptan karısı olduğum yetmezmiş gibi bir de kaptan anası olmasam bari’ diye eklerdi. Mezarlık servilerinin altında ninelerim, teyzelerim yatarlardı. Oysa, erkek akrabamın mezar taşları yoktu. Neredeydiler? İnsan çeşitli yerlerde ölür – ne bileyim, dağda, taşta, savaş alanlarında – ama, denizden başka her yerde bir izi, bir kemiği, dikili bir mezar taşı kalır. Denizde boğulan denizcinin ise, tıpkı bir hulya, bir rüya gibi, tam bir kayboluşu, bir silinişi vardır. Anam, ‘Ne olacak, toprak insanı topraktan, deniz insanı da sudan yaratılır. Topraktan olanlar toprağa dönerler, sudan olanlar akıp denize karışırlar’ derdi.
Halikarnas Balıkçısı – Aganta Burina Burinata

Daha ilk satırlarda  babasının öldüğünü, denizci olduğunu, denizde öldüğünü ve bu kasabada kadınların bu durumdan muzdarip olduğunu ve onunda denizci olmasından dolayı endişe edildiğini öğreniyoruz. Ve burada biliyoruz ki o da denizci olacak.  Artık bunu tüm engellere rağmen nasıl yapacağını okumak için can atıyoruz.  Bu girişte ayrıca bir yaşamın kapıları açılıyor bize, kadınların yalnız yaşadığı, erkeklerin ve kadınların ayrı dünyalarının olduğu, erkeklerin çoğunun erken öldüğü, insanların ağır iş yaptıkları, çocukların çok varlık içinde büyümediği ve kaderin önemsendiği bir yaşamın içine atılıyoruz. Yazının kalitesi ve şiirsel bir yazı ile yazılmış olması bunu bir masal havasına da sokarak derinlik katıyor.

Burada unutmamamız gereken çok önemli bir noktayı tekrar vurgulamak istiyorum. Bu bilgileri hafızanızın raflarından birine bir dosyanın içinde yerleştirin. Bunlara şimdi hiç ihtiyacınız yok. O ilk girişler, o muhteşem satırlar ve nefis ilk 3 sayfalar bir oturuşta yazılmamalıdır. Siz de ilk oturuşta yazamayacaksınız. Her zaman taslaklar olacak, bir değil, iki değil belki 12 taslak olacak. Taslakların yazının son halinden daha da önemli olduğunu unutmayın. Taslaklar olmasa biz hep yazmak isteyip hiçbir şey yazmamış oluruz. Bir gün romanı bitmiş bir yazar olmayı hayal eder dururuz. Taslaklar varsa çalışıyoruz demektir. Taslaklar varsa düzeltecek, yontacak, şekil verecek bir malzeme var elimizde demektir. O yüzden şu anda sadece yazın, kendinizi, duygularınızı, hayalinizdeki o insanları, o yaşamları doğru veya yanlış akıtın kağıda, salın gitsin. Arada bir gün gelir ve hiç bir şey yazamaz olursunuz. Hiç bir şekilde kendinizi ‘yaratıcı’ hissedemezsiniz.  Ne yaparsanız yapın sizi tetiklemeye yaramaz. İşte o gün daha önceden yazdığınız bir taslağı, mesela bu girişi alıp onun üzerinde oynamaya başlayabilirsiniz. Böyle bir çalışma ayrıca hoş bir şekilde ilham perisini de uyandırır. Bir de bakarsınız çalışırken birden aklınızdan bir fikir geçer ve her şeyi bırakıp onun büyülü dünyasına dalarsınız.

Şimdi hazır olduğunuzda aşağıdaki alıştırmaları yapabilirsiniz:
  • Diğer roman başlarına şimdi siz bakın ve her girişin nasıl okurdaki bu ihtiyacı karşıladığını düşünün.
  • Bir kitapçıya gidip romanları inceleyin. Önce kapaklarına bakın, romanın adına bakın. Sizin ilk olarak ilginizi çeken nedir? Sonra açın ilk sayfayı ve bakın bakalım oradan bir el uzanıp sizi çekiyor mu içine.  Bunu birkaç kitap ile yapın ve hatta bazılarının neden çekmediğine de dikkat edin. Konu mu sizin ilginizi çekmiyor yoksa yazıda bir sıkıcılık mı var? 
  • Kendi kitaplarınızın arasında çok sevdiğiniz bir romanı alın ve ilk 3 sayfasına tekrar gözatın. Neden ilginizi çekiyor, sizi romanın içine nasıl alıyor? Yukarıda belirtilen amaçları karşılıyor mu? Nasıl?
  • Kendi yazdığınız girişi bu sefer inceleyin. Okuru içine çeken unsurlar nedir? Yukarıda belirtilen 3 amacı nasıl karşılıyor?
Roman girişlerinden örnekler
Sabah gazeteyi elime alıp kahvemle birlikte pencere önündeki koltuğuma yerleştim. Bu benim sabah keyfimdir. Günde sadece iki kahve içerim. Biri mutlaka sabahları olur. Benim sabah dediğim, sıradan insanların öğlen diye adlandırdıkları zamandır. Ben geç yatarım. Ne de olsa gece hayatındayım. Üçüncü sayfaya geçince moralimi bozan haberi gördüm: ‘Travesti yanarak öldü’
Tadım kaçtı. Haliyle kahvenin de tadı kaçtı, son aldığım yudum fazla acı geldi. Fincanı yanımdaki sehpaya bırakıp haberi dikkatle okudum. Bizim kızların başına gelenler her zaman keyfimi kaçırır. Hepsi benim gibi refah içinde yaşayamaz. Kimi de ekmeğini sokakta çıkartır. Yaşadıkları zorlu hayat onları hırçın yapar.
Mehmet Murat Somer – Peygamber Cinayetleri

Altı gün önce, Wisconsin eyaletinin kuzeyinde adamın biri yolun kenarında kendini havaya uçurdu. Hiçbir şahit yokmuş ama anlaşılan yol kenarına park ettiği arabasının yanında çimlerde oturan adamın yaptığı bomba yanlışlıkla patlamış. Polislere göre adam anında ölmüş. Binbir parçaya dağılan bedeninin parçaları patlama yerinden 5 kilometre bile öteden toplanmış. Bugün itibariyle (Temmuz 4, 1990) adamın kimliği halen belirlenememiş.
Leviathan – Paul Auster

En eski anılarımdan birinde annem ve ben Carter Caddesinde ki kiralık evimizin bahçesinde duruyoruz ve iki adam basamaklardan çıkarak evimize yepyeni bir televizyon taşıyor. Heyecanlıyım çünkü televizyonu duymuştum ama hiç görmemiştim. Adamların üzerinde aralarında taşıdıkları ağır kutunun rengi iş kıyafetleri var. Balıkçı lokantasındaki yengeçler gibi onlarda merdivenleri yan yan yürüyerek çıkıyorlar. Bu anıda güvenilir olmayan işte bu kısım: Görsel hafızam bu adamların Başkan Eisenhower ve yardımcısı Nixon olduğunda ısrarlı. 
Wally Lamb – She’s Come Undone

Lolita, yaşamımın ışığı, kasıklarımdaki ateş. Benim cezam, benim ruhum. Lo - liii - ta: dilin ucu üç basamak çıkıyor damaktan ve üçte dişlere vuruyor. Lo. Liii. Ta.
O Lo’ydu, sadece Lo, sabahları 120 santim boyunda tek çorabı giyinik Lo. Pantolon giydiğinde Lola idi.  Okulda Dolly.  İmza çizgisinde Dolores. Ama benim kollarımda her zaman Lolita’ydı.
Vladimir Nabokov – Lolita

YEŞİM CİMCOZ
Devamını Oku
BlogOkulu Gadgets