YAZAR SÖYLEŞİ VİDEO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAZAR SÖYLEŞİ VİDEO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mayıs 2013 Perşembe

Yazar öncelikle anlatıcı olmalıdır!

Yeşim Cimcoz Yazı Evi Öykü Atölyesi eğitmeni Özlem Kiper, yazmaya niyet eden kişinin öncelikle anlatıcı olmaya niyet etmesi gerektiğini belirterek “Anlatıcı varsa yazar yoktur. Hal böyle olunca da ortada kafa karıştıracak bir yazar egosu da olmayacaktır. Hikâye her zaman yazarının önüne geçecek ve anlatıcısıyla (yani kendi öğeleriyle) var olacaktır.” dedi.

Öykü Atölyesi
Kadıköy’de bulunan Yazı Evi’nin üç ayda bir yine aynı adla yayımlanan derginin son sayısında yer alan Öykü Atölyesi eğitmeni Özlem Kiper’in röportajını sizlerle paylaşmak istiyorum. Öznur Yılmaz Berk tarafından kaleme alınan röportajda Özlem Kiper, kurmaca, öykü ve yazma eylemi üzerine sizlere ışık tutacağına inandığım açıklamalarda bulundu. Bu keyifli söyleşiyi ve derginin diğer röportajlarını buradan okuyabilirsiniz.

Öykü yazma serüveniniz nasıl başladı ve bu türü seçme nedenleriniz nelerdir? Size göre öykü nedir? 
Aslında yazma serüvenim bir roman taslağı ile başladı. Sonrasında da ne zaman öykü yazsam, bir roman başlangıcı gibi algılandı ve böylelikle ben kendimi öyküye dair, bir öğrenme ve anlama disiplini içinde buldum. Öykünün, o yoğunlaştırılmış tadını duymak çok heyecan verici. Yazar o yoğunluğu, elindeki öğeleri ekonomik kullanarak oluşturuyor. Okuyucu ise, belleğindeki bilgilerle boşlukları tamamlama yoluna giderek o yoğunluğu kendi içinde hafifletiyor.  Bu çok büyülü bir süreç hem yazan, hem okuyan için. Bir aydınlatma, bir aydınlanma hali. Aydınlık bir kere temas etti mi vazgeçmek istemiyor insan. Hep o ışığa, sıcaklığa yöneliyorsunuz, ister istemez.

“Bir insanın hikâyesini bilmiyorsanız, onu tam anlamıyla tanıyorum diyemezsiniz” diye bir söz var. Size göre her yaşam bir öykü mü saklar içinde?
Biz öyküde kurmaca karakter yaratırken, kahramanı geçmişinden başlayarak hayal ederiz.  Bunu yaparken de, hayat hikâyesi giydiririz ona, onlar için bir geçmiş yaratırız. Yarattığımız geçmişin tamamını hikâyemizde anlatmasak bile bu, kahramanımızın baş edemediği bir durum karşısındaki tutumunda, kararlarında, duygularında, çözüme gitmesinde, diğer insanlarla ilişkilerinde bir yansıma olarak vuracaktır metne. Eğer kurmaca düzlemde böyle bir yol, bizi gerçek bilgiye biraz daha yaklaştırıyorsa, gerçek hayat için de aynı izleği sürmek bize tanımak istediğimiz kişi hakkında doğru bilgiye götürebilir.

Özlem Kiper Yazı Evi Öykü Atölyesi

Öykülerde yaşamdan, yaşanmışlıklardan mı yoksa kurmacadan mı daha çok yararlanılıyor?
Öyküyü yazarken aslında yazdıklarımızın yaşamı ne kadar içerip içermediğinin yanıtını arıyoruz. Tek bir kelimenin, bir durumun, bir düşüncenin peşi sıra bir yola çıkıyor ve bu oluşumun ayrıntılarına yöneliyoruz. O sürece kadar aklımızda beslediklerimiz, pencerenin dışında-içinde ve sokağın tam ortasında gördüklerimiz, aslında bugünün tanıklığını içeriyor gibi görünse de başlangıç noktamız genellikle geçmiştir. Yazar şimdi ile birikimleri arasındaki köprüyü kurgu düzleminde kurar. Dolayısıyla, kurgunun başladığı noktanın öncesinde beliren yaşanmışlık sonrasında da devam eder. Kurmaca edebiyatın amacı, iyi hikâyeyi oluşturmaktır. Bunu da gerçekçi sağlam karakterler ve hatasız bir olay örgüsüyle oluşturabiliriz. Gerçekçi karakterleri hayatın içinde aramak, hatta bazen gerçek karakterleri ortaya koyarak yazmak bir yol olabilir. Fakat burada yazarın dikkat etmesi gereken şey,  kahramanıyla özdeşleşeceği ortamın sınırlarını çok iyi ayırmaktır. Karakter ne hissediyorsa, okur da onu hissetmelidir. Yazarın yapmaya çalıştığı empati boyutunu, kendi karakterine taşımaması çok önemlidir. Dikkat ederseniz kurmaca ve gerçek hayat birbiriyle hep içi içe. Biri olmadan diğerinin var olması mümkün değil.

Yazı Evi’nde çok keyifli bir çalışmanız var: Öykü Atölyesi. Biraz da ondan bahsedersek, nasıl bir fikirle ortaya koyuldu, kimler katılıyor? Çalışmanın sonunda katılımcıları ne bekliyor?
Uzun zaman boyunca, konusu öykü olan bu tür atölyelerin hem katılımcısı, hem yöneteni oldum. Bir süre Yeşim Cimcoz’un hazırladığı ‘Dalgaları Aşmak ‘ isimli çalışmayı sundum. Yazıdaki yaratıcılığı destekleyen, tıkanıklığı açan teknikleri kapsayan bu programın,  hem kalemime hem birikimime çok şey kattığını söyleyebilirim. Aynı zamanda katılımcı olarak devam ettiğim diğer programlar, Yazı Evi’ndeki yazmaya yönelik çalışmalar ve buralarda üretilen metinler, kafamda başka meselelerin oluşmasına neden oldu. Şöyle ki, yazmaya ilk başlayan insanların iç dökme hallerinden bir türlü kurtulamayışları, hikâyesi olmayan öykülerin ortada gezinmeleri eskisinden daha fazla dikkatimi çekmeye başladı. Yazarın nasıl bir meselesi olması gerekiyorsa, bir atölye yöneticisinin de meselesi olması gerektiğini düşündüm ve bundan dolayı muazzam bir heyecana kapıldım. Bu düşünceden başlangıçla da, atölyenin konularını ve işleyiş şeklini belirledim. Sonuçta, bugün, kendim nasıl bir atölyeye gitmek istiyorsam onu şekillendiriyor ve yönetiyorum.

Bu noktada, meselenizi biraz daha açarsak, atölyenin içeriğine de değinmiş olacağız sanırım. 
Bence de soruya bu açıdan yaklaşmak çok doğru olur. Lütfen şöyle düşünün: Okur, kitabın içindeki konu ve karakterlerin içinde kaybolmak, onlardan biri olmak için yazarını unutmak ister. Yazar metnin içinde kendini unutturabilmişse bir şeyleri başarmıştır. Yazar, yarattığı karakterle kendi arasındaki çizgiyi koruyamadığında, hikâyenin içine sızıverir. Profesyoneller bunu okuyucuya maharetleri sayesinde çoğu zaman hissettirmezler ama yeni yazmaya başlayanlarda bu bir tehlikedir. Konuyu teknik açıdan iyi oturtmazsak, kendi düşüncelerimizi söyletmeye çalıştığımız karakterler üretmeye başlar, daha da kötüsü birbirine benzer karakterler üretmeye devam ederiz. Öykü Atölyesi içimizde biriktirdiğimiz hikâyelerin ortaya çıkması için anlatıcıların yolunu açıyor.

Niye yazanların yolunu açıyor değil de anlatıcıların yolunu açıyor?
Evet, özellikle ‘anlatıcılar’ kelimesinin altını çiziyorum. Yazamaya niyet eden kişinin öncelikle anlatıcı olmaya niyet etmesi gerektiğini düşünüyorum. Anlatıcı varsa yazar yoktur. Hal böyle olunca da ortada kafa karıştıracak bir yazar egosu da olmayacaktır. Hikâye her zaman yazarının önüne geçecek ve anlatıcısıyla (yani kendi öğeleriyle) var olacaktır.

Daha önce hiç yazmamış bir kişi de öykü atölyesine katılabilir mi?
Hiç yazmamış kişiler de katılabilir, yazmaya niyeti olmayanlar da katılabilir. Atölye aynı zamanda nitelikli edebiyatı da desteklediği için, sadece okumaktan ve okuduklarıyla ilgili konuşmaktan keyif almak isteyenlerin buluşma noktası.

Öykü atölyesine katılmış bir kişinin kendi yaşamına nasıl bir katkısı oluyor?
Öncelikle yazmak en güzel tedavi yöntemlerinden biridir. Yazmaya başlayınca insan, algıları açık olduğu için yaşama dair ayrıntıları daha iyi görebiliyor. Bu da onun hayatla baş edebilmesine yardımcı oluyor. Karakterlerine kan-can verdikçe anlattığı hikâyeler teker teker ortaya çıkmaya başlıyor. Hangimizin, ne zaman, çağlar boyunca okunacak hikâyeyi yazabileceğini kim bilebilir? Bunu anlayabilmek için okumaya ve yazmaya niyet etmek lazım.

Özlem Kiper: Hüznü de, coşkuyu da seven, her şeyin tadını çıkararak yaşamayı sevenlerdenim. Yaşarken ısırırım hayatı. 

Okuyucularımıza sizin söylemek istediğiniz bir tavsiyeniz var mı?
Okuduklarıyla her yere gidebilir insan. Zamanda yolculuk yapar, olmak istediğini olur, hem bugünü yaşar hem sonsuzu… Yazan için ise bu durum daha farklıdır. Yazan kişi anlatabilmek için zamanı da, mekânı da, insanları da elbise gibi giyer üzerine. Okuru anlattığı dünyaya taşıyabilmek için, bir süreliğine kendi olmaktan vazgeçer. Bu bir sihirdir. Yaşadığımız gezegenle, düşlerin kurgulandığı yer arasında oluşan huzurlu bir diyardır.  En azından okumaya biraz daha zaman ayırarak bu mutlu diyarda yaşayanların sayısını artıralım.

Sizinle tanışmak ve çalışmalarınıza katılmak isteyenler size nasıl ulaşabilirler?
Tüm paylaşım sitelerinden Facebook, Twitter, Pinterest ve tabii ki Yazı Evi Dergisi, Ajandası, internet arama motorları, her yerden ulaşabilirler. Yazı Evi haftanın altı günü (bazen Pazar günü de dâhil) açık bir mekân. Bize ulaşamama gibi bir sıkıntı söz konusu değil. Buyursunlar gelsinler, tanışalım. Kendimiz için güzel bir başlangıç yapalım.
Devamını Oku

13 Nisan 2013 Cumartesi

Yazara dahi demek büyük bir hata!

Ye, Sev Dua Et kitabının yazarı Elizabeth Gilbert, tek bir insancığa, kendi başına bütün kutsal, bilinmez, ebedi sırların hepsinin yayıldığı bir pınar, bir kaynak ve bir cevher olduğunu söylemek, bütün bu sorumluluğu üstüne yüklemek, kırılgan insan ruhu üzerinde biraz fazla bir yük olduğunu belirterek “Bu yaklaşım insan benliğini tümüyle bozup eğreltiyor ve karşılanamayacak yüksek beklentilerin oluşmasına yol açıyor. Sanıyorum bu baskı sanatçılarımızı beş yüz yıldır öldürüyor” dedi.

TED Konuşması - Deha Üzerine
TED konuşmaları serisinde yazarların kendi yazma sürecindeki tecrübelerini, hissedişlerini ve çıkmazlarını anlattıkları konuşmaları çok seviyorum. Bu konuşmalarda bazen kendimizden bir parça, bazen de deneyimlemediğimiz durumların perde arkasını öğrenme fırsatı buluyoruz. Ye, Sev Dua Et kitabının yazarı Elizabeth Gilbert’ın TED Konuşması da bunlardan biri. Elizabeth Gilbert, kendi yazım sürecini anlatırken yazar olma aşamasında karşılaştığı klişe durumları ve bunları nasıl aştığını, yazarlık ile ilgili kalıplaşmış düşüncelerin - yazarların eser meydana getirebilmesi için ızdırap çekme zorunluluğu - yersiz olduğunu kendisine nasıl ispatladığın anlatıyor. Bu keyifli konuşmadan bazı alıntıları aşağıda okuyabilir, konuşmanın tamamını yazının sonundaki videodan izleyebilirsiniz.

Çok satan bir yazar olmanın sancıları
Ben bir yazarım. Kitap yazmak benim mesleğim, ama tabii benim için meslekten öte. Aynı zamanda hayatımın aşkı ve tutkusu. Ve bunun değişeceğini hiç sanmıyorum. Öte yandan, son zamanlarda, hayatımı ve kariyerimi etkileyen tuhaf bir şey başıma geldi. Bu tuhaf şey, bu meslekle olan ilişkimi yeniden düzenlememe yol açtı. Tuhaf şey şuydu: Kısa zaman önce "Yaz, Dua Et, Sev" isimli anı kitabımı yazdım; ama bu kitap, öncekilerin tam aksine, dünyada duyuldu, ve bir sebeple, büyük, mega-sansasyonel, uluslararası "bestseller" dedikleri bir şey oluverdi. Bunun bir sonucu olarak da, şimdi nereye gitsem, bana bahtsız muamelesi yapıyorlar. Cidden - bahtsız, bahtsız! Gelip, "Korkmuyor musun?" diyorlar, "Bundan daha iyisini yapamamaktan korkmuyor musun? Hayatın boyunca yazmaya devam etsen de, kimsenin bundan sonra yazacaklarının suratına bakmayacağından korkmuyor musun?" "Ha? Suratına bile bakmayacaklarından?"

Yaratıcı meslekler neden bu kadar korkunç?
Yirmi sene öncesinde, daha gençken, etrafımdakilere yazar olacağımı söylediğimde de aynı, böyle korku dolu tepkileri aldığımı hatırlamasam, kendimi şimdi daha da kötü hissederdim. Daha neler diyorlardı: "Asla başarılı olamamaktan korkmuyor musun? Reddedilmenin utancından ölmez misin? Hayatını bu zanaate adayıp da uğraşıp didindikten sonra hiç bir sonucun çıkmamasından, kayıp hayallerinin çöplüğünde, ağzında başarısızlığın acı külleriyle ölmekten korkmaz mısın?" İşte böyle diyorlardı.
Bütün bu soruların kısa cevabı: "Evet." Evet, bunların hepsinden korkuyorum. Hayatım boyunca da korktum. Hatta, tahmin bile edemedikleri bir sürü başka şeyden de korkuyorum. Mesela yosundan korkuyorum, diğer dehşet şeylerden de. Ama iş yazarlığa gelince, son zamanlarda düşünüp merak etmeye başladığım bir şey var: Neden, yani neden? Bu dünyaya yapmaya geldiğimiz işi yapmaktan korkmamız mı gerekiyor? Demek istediğim, yaratıcı mesleklerin nesi bu kadar korkunç ki, diğer kariyerleri kimse dert etmiyor da, bu mesleklere gelince karşımızdakinin ruh sağlığı için endişe ediyoruz? Mesela babam kimya mühendisiydi. Kırk yıl boyunca kimya mühendisliği yaptı ama kimse kimya mühendisliği yapmaktan korkup korkmadığını sormadı. Yani “Şu bahtsız kimya mühendisi John'un hali nasıl, iyi mi acaba?” Yani hiç karşılaşmadım. Kimya mühendislerinin hakkını vermek gerek tabii, yüzyıllar boyunca adlarını "alkolik manik-depresife" çıkarmadılar.

Eser meydana getirmek için yazarın ruhsal bozukluğu olmalı mı?
Öte yandan, biz yazarların böyle kötü bir ünü var. Üstelik sadece yazarlar da değil, her türden yaratıcı işle uğraşanların hepsinin ciddi ruhsal bozukluğa sahip olmaları bekleniyor. Sadece 20. yüzyılda genç yaşta canına kıyan, gerçekten çok görkemli yaratıcı zihinlerin sayısına baksanız bile bu kötü üne hak verirsiniz. Kendini öldürmeyenler bile, aslında kendi yetenekleri yüzünden ecellerine ulaşmışlar. Norman Mailer, ölmeden hemen önce yapılan son röportajında "Kitaplarımın her biri beni biraz daha öldürdü." demiş. İnsanın hayatının işi için bunu demesi olağandışı. Ama bunu duyunca gözümüzü bile kırpmıyoruz, çünkü bu tür cümleleri çok işittik, ve bir şekilde yaratıcılık ve çile çekmenin, tabiatları gereği birbirleriyle bağlantılı olduğunu, dolayısıyla sanatsal faaliyetin, nihayetinde, hep ızdıraba dönüşmesi gerektiğini içselleştirdik ve kabul ettik.
Şimdi hepinize sormak istediğim soru şu: Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Bunu böyle kabullenebilir misiniz? Çünkü bir adım bile geri çekilip bakınca, nasıl desem - ben bunu kabullenemiyorum. Tiksindirici buluyorum. Ayrıca tehlikeli olduğunu düşünüyorum ve sonraki yüzyıla aktarılmasını istemiyorum. Yaratıcı beyinleri hayatta tutmanın daha iyi olduğunu düşünüyorum.

Başarıyla başedebilme
Kendi hesabıma şunu diyebilirim: böyle karanlık düşüncelere kapılıp aşağılara çekilmemin - hele hele kariyerim içinde bulunduğu bu özel durumda - benim için çok tehlikeli olduğunu biliyorum. Bakın şöyle ifade edeyim, Oldukça genç sayılırım; daha kırk yaşındayım. Önümde belki de kırk yıllık daha çalışma hayatı var. Bugünden sonra ne yazarsam yazayım, çok büyük ihtimalle bütün bir dünya "son büyük başarısının ardından gelen çalışma" deyip geçecek. Hepimiz burada arkadaş sayılırız; onun için söyleyip geçeceğim: öyle sanıyorum ki benim en büyük başarım arkamda kaldı. Aman Yarabbi, ne korkunç! Bu tür düşünceler insanı sabah saat dokuzda cin tonik içmeye başlatabilir; ben de o yöne doğru gitmek istemiyorum. Çok sevdiğim işimi yapmayı tercih ederim.

Eserlerimle aramda ruhsal bir mesafe var!
Peki bu nasıl mümkün? Bunun üzerine çok düşündüm ve şu kanıya vardım: bundan sonra çalışabilmek, yazmaya devam edebilmek için, ruh sağlığımı koruyacak bir tür düzenek geliştirmeliyim. Bundan böyle, yazarlığa devam edebilmek için, kendimle, kitaplarıma halkın vereceği tepkiye dair endişem arasına güvenli bir mesafe koymalıyım. Geçen sene boyunca, böyle bir bakış açısı ararken, biraz değişik çağlara ve değişik toplumlara bakıp, yaratıcı insanlara yardımcı olacak, yaratıcılığın doğasındaki duygusal riskleri idare etmelerini sağlayacak, bizimkilerden daha iyi ve daha aklıselim görüşler aradım.
Aradıkça, kendimi antik Yunan ve antik Roma'da buldum. Beni izlemeye devam edin, çünkü dönüp dolaşıp başa döneceğim. Antik Yunan ve antik Roma'ya dönersek, o zamanlarda insanlar yaratıcılığın insanın kendinden kaynaklandığına inanmıyorlardı. Yaratıcılığın, insana refakat eden kutsal bir ruh olup, insanlara, meçhul ve uzak bir kaynaktan, anlaşılmaz sebeplerle geldiğine inanıyorlardı. Yunanlılar, yaratıcılığı sağlayan bu refakatçi kutsal ruhlara "demon" diyorlardı. Sokrat, kendine gaipten bilgelik anlatan bir demonu olduğuna inanmasıyla ünlüdür. Romalılar da aynı düşüncedeydiler, ama onlar bu vücutsuz yaratıcı ruhlara "genius" ("deha") adını vermişlerdi. Bunu öğrenince çok hoşuma gitti; çünkü Romalılar, "dehanın" zeki bir birey anlamına geldiğini düşünmüyorlardı. "Dehanın," böyle büyülü bir varlık olduğuna, sanatçıların stüdyolarının duvarlarında yaşadığına - şu ev cini Dobby gibi - bazen de ortaya çıkıp böyle gizlice sanatçıya eserinde yardımcı olduğuna, esere biçim verdiğine inanıyorlardı.
İşte budur! Aradığım o "ruhsal mesafeyi" bulmuştum, eserimin sonuçlarından kendimi koruyacak düzenek buydu. Üstelik herkes de bu işin böyle işlediğini biliyordu. Böylece antik çağdaki sanatçı, çeşitli sorunlardan korunuyordu: Mesela, kendini beğenmişlik. Eserin görkemli de olsa, itibarı tümüyle sana ait değildi, herkes bu vücutsuz "dehanın" sana yardımcı olduğunu bilirdi. Berbat bir eser çıkarsan da, bu sefer bütün hata sende değildi, senin "dehan" tembellik yapmış, Hay Allah. Batı'da insanlar yaratıcılığa gerçekten çok uzun bir süre böyle baktılar.

Yazara dahi demek onu öldürüyor!
Sonra Rönesans geldi ve her şey değişti, yeni bir fikir ortaya atıldı, dendi ki: bireyi, evrenin ortasına, bütün tanrıların ve bilinmezliklerin üstüne yerleştirelim. Artık, kutsal emirler alan mitolojik yaratıklara yer yok. Bu, akılcı hümanizmi başlattı ve insanlar yaratıcılığın kişinin tümüyle kendisinden geldiğine inanmaya başladılar. Tarih boyunca ilk defa, şu veya bu sanatçıya "dehanın gelmiş olması" yerine, doğrudan kendisinin "dahi" olduğunu duymaya başladık.
Fikrimi sorarsanız, bunun büyük bir hata olduğunu düşünüyorum. Yani tutup da, bir kişiye, tek bir insancığa, kendi başına bütün kutsal, bilinmez, ebedi sırların hepsinin yayıldığı bir pınar, bir kaynak ve bir cevher olduğunu söylemek, bütün bu sorumluluğu üstüne yüklemek, zaten kırılgan insan ruhu üzerinde biraz fazla bir yük. Gidip de birine "sen güneşi yut" demek gibi. İnsan benliğini tümüyle bozup eğreltiyor ve karşılanamayacak yüksek beklentilerin oluşmasına yol açıyor. Sanıyorum, bunun baskısı, sanatçılarımızı beş yüz yıldır öldürüyor.

Devamını Oku

4 Nisan 2013 Perşembe

Edebiyat kurallardan koparak düşünmekten doğar!

Boğaziçi Üniversitesi Aşiyan Güz Atölyesi'nde "Yazarlardan Yaratıcı Yazarlık Dersleri" başlığı altında düzenlenen Ayfer Tunç'un "Bir Anlatı Olarak Kısa Hikaye" konulu söyleşisine katılan Füsun Çetinel'in, Ayfer Tunç'un yaratıcı yazarlık, edebiyat anlayışı ve öyküye bakışını yansıttığı yazısını sizinle paylaşıyorum.  

Yaratıcı yazarlık ve yazma sanatı üzerine
Yaratıcı yazarlık ve kısa hikaye konusunda söyleşide düşüncelerini dile getiren Ayfer Tunç şunları söyledi:
Yaratıcı yazarlık tanımı beni hep tedirgin etmiştir. Sırlarını anlatmaya yetkin olduğumu düşünmüyorum. Burada kendi anlayışımdan, deneyimlerimden bahsetmek istiyorum sadece. Kurguya dair temel unsurlar üzerinden geçme, toparlama, bir araya getirme diyelim. Kurmaca ne demek? Ben teorisyen değilim. Ben yazarım. Başkalarının değerlendirdiği temel unsurlara dayanarak yazmıyorum ben. Böyle bir derdim yok. Aksine bu unsurlardan kurtulmaya çalışarak yazma arzum var. Bir formülü yok. Edebiyatta ancak doğruların yıkılması ile ilerleme olur.

Ben önceden kurmuyorum!
Kurmaca nedir? Şöyle diyebiliriz, olmayan şeyden bir şeyin inşası. Gerçekliğin tekrarı bile kurmaca olur. Yaşadığımız olay bile bir kurmacadır. Olayı aktarma anında zihinde hazırlık, nerede başlıyor, nerede bitiyor dikkat etmek, bunlar hep kurmacaya hizmet eder. Başkalarına aktardığımız her olay bir kurmacadır.
Kendi tecrübelerimden, edebiyat anlayışımdan bahsedeyim. Ben önceden kurmuyorum. Bir şey akmıyorsa, bir şey oturmadı demektir zaten. Hemen değiştirmek gerekir. Bu başka yazarlar için doğru olmayabilir.
Örnek vermek gerekirse Sait Faik ve Yusuf Atılgan ikilisini ele alalım. Yazma anlayışları farklıdır. Sait Faik savruk bir anlatı kullanıyor denir. Onu Sait Faik yapan savruk olmasıdır. Bir nedeni vardır. ‘Haritada Bir Nokta’ öyküsü ümitli gibi başlar ve bir ada fikrine varır. Sonra kahırlı yanılgı, hayıflanma ile devam eder. Kurduğu hayal boşadır. Ada edebiyatta çok önemli bir imgedir. Bu öyküde de anakara kötüdür, oradan uzak durmaktır niyeti. Şöhrete kapılmıştım, geldim buraya, der. Yazmak bir hırstı, burada kurtulacaktım ondan. Anakara onu yormuştur. Bu yüzden terk etmiştir orayı. Sonra adada balık paylaşımına tanık olur. İsteyenler ığrıpa katılırlar ve günün sonunda hakları verilir. Paylaşma esnasında en sondaki kişiye hakkını vermediklerini görür. Adadaki güzel adetler bile bitmiştir artık. Hemen bir bakkala girer kalem alır. Yazmasam deli olacaktım, der.  Delirmekten kurtaran şey yazmak. Bu ruh halinde tabi ki savruk yazılır. Uzun yıllar Sait Faik öykülerine, kimi deneme demiştir, kimi hikâye. Kimin umurundaki? Hele Sait Faik’in hiç umurunda değil. Ağlatısının temel unsuru savrukluktur.

Kurallardan koparak düşünmekten edebiyat doğar
Yusuf Atılgan’ın ancak üç buçuk eseri var. Anayurt Oteli ve Aylak Adam edebiyatımızın kurucusu evrensel romanlardır. Bir cümle içime sinmedikçe ikincisini yazamam, der Yusuf Atılgan. Her bir cümlesi, bir öncekini kopmaz şekilde zincirleyendir.
İkisi de birbirine zıt yazarlar. İkisi de Türk edebiyatının çok değerli yazarları. O zaman kurmacanın temel unsurlarından bahsetmek ne kadar doğru olabilir ki?  Kurallardan koparak düşünmekten edebiyat doğar.  Duygu çarpmasından doğan bir enerjidir edebiyat.

Atmosfer metne doku veren şeydir
Benim için hava durumu çok önemlidir. Nasıl olduğunu bilmem gerekir ama öyküde kullanmam gerekmez. Havanın psikoloji üzerinde etkisi vardır. Melankoli edebiyatını çok severim, orta Avrupa edebiyatı.
Murat Gülsoy ise yazdığı karakterlerin ilk önce mesleğini bilmek ister mesela. Yaşını bilmek ister. Ben mesleğini bilmek istemem. Meslekten bana ne. Benim için yaştan çok çağ önemli. Atmosfer, zemin, yer neresi? Şehir mi? Kır mı? Yoksa kasaba mı?  Köy mü? Bir yeri nasıl tarif edebiliriz? Atmosfer metne doku veren şeydir. Kumaşıdır. Sait Faik’te atmosfer her şeydir. Ama bunun için yazmaz. Kendi içinde yaşadığı atmosferi kullanır. Ruhundaki atmosferi yansıtır. İki ana mekan vardır onun öykülerinde.

  1. Ada
  2. İstanbul; Beyoğlu ve civarı

Sait Faik hakkında bir yazım var, Bir Flanör olarak Sait Faik. O açık alanların yazarıdır. Atmosfer kullanır. Kaç unsur kullanır? Bu yazarın marifetidir.
Nedir atmosfer? Kurguyu veren şeydir. Metne bağlı olarak değişir. Korku atmosfer olabilir. Sevdiğini kaybetme mesela, geniş bir alan. Bazen öykünün mekânı olmayabilir ama kafamda vardır. Okuduğunuzda etkiyi alabilirsiniz.
Mevsim, hava durumu, sıcak havanın yarattığı etki unutulmazdır. Anlatı zamanının hissi olur. Formülü yoktur bunun.
Karakter ise biraz farklı. İnandırması için kanlı canlı olması gerekir. Karakterde olay örgüsü vücut bulur. Zemin iyi oturtulmuşsa karakter de oturur.
Ahmet Hamdi Tanpınar öykülerine bakalım. Onun gerçek ruhu, röntgeni öykülerinde saklıdır. "Acıbademdeki Köşk", "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" nün kasnağıdır. ‘Yaz Yağmuru’ ise "Huzur"un. Bir metinden başka metinler üreten bir yazardır kendisi. ‘Huzur’da yazdığı karakterler kanlı canlıdır. ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde yazdığı karakterler ise gerçek değiller, çünkü tasvir edilen ironik dünya ama karakterler karton da değiller, çünkü amaç, dert belli. Metnin derdi belli ise karakterler kolay ilerler. Derdinizi tarif edemiyorsunuz, bir şey yazıyorsunuz. Olmaz.


Edebiyatta okur ne kadar önemsemelidir?
Edebiyat iki türdür.

  1. Okura odaklı edebiyat. Popüler edebiyat da diyebiliriz. Polisiye, aşk, gizem kitapları. 
  2. Nitelikli edebiyat. Mesele edebiyatı.  

Okur kim diyen edebiyat var, bir de Yusuf Atılgan, Sait Faik gibi okunması umurunda olmayan yazarlar var. Sait Faik’in övgülere hiç tahammülü yoktu.  Utangaçtı, dolaylı duymak istiyordu övgüleri. Yusuf Atılgan ise obsesif, okurla kurduğu ilişkiden kaynaklanan kendi meselesi vardı.  Okur odaklı yazarsan metin sipariş metin olur. Okurun önerdiği, onun meselesi olan şeyler yazılır.
Diğerinde ise ruhunuzu yoran şeyi, içinizdeki sızıyı aramak için yazarsınız. Sıradan okur, bana ne, diyebilir. Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’ i varoluşsal bir korkudur.

Ayrıksı karakterler yaratmamız gerekir
Karaktere geri dönelim tekrar, karakter yaratma kurmacanın temel unsurlarından biridir. Karakterin temel noktaları çok sınırlı, bunun için karakterimizi olaylar ve durumlar karşısında sınayabiliriz. Kendimizde yaptığımız gibi. Ben çok cesurum. Sınayalım bakalım, görelim gerçekten cesur mu. Dürüstlük, cesaret, acı noktalar. Böyle anlar yaratarak belki kendi kişiliğimizi de sınarız. Acıyı, metni taşıyabilen karakterler olurlar. Karakteri bir şekilde davrandırıp haklı kılmaktır önemli olan.
Aşk temel ve önemli bir mevzu. Ayrılık hikâyeleri üzerinde düşünelim. Onu anlatmaya değer, farklı kılan şey, diğerlerinden farklı yapan, işte budur edebiyat.
Sait Faik’in yazdıklarına anı diyebiliriz bir yerde. ‘Yüzüklü Adam’ öyküsünde Sait Faik bir meyhaneye girer. Bir masada parmağında kadın yüzüğü olan bir adam vardır. Bunun üzerine bir sürü hikâye kurar. Sonunda adama sorar. Adamın basit bir gerekçesi vardır. O kadar basit ki ama Sait Faik öyle şeyler kurar ki o adamı hikâyesinin kahramanı yapmaya değer kılar.
Ayrıksı karakterler yaratmamız gerekir. Ve elimdeki ayrıksı karakterlerden başka bir sürü ayrıksı karaktere varabilirim. Kiminin gözlüğünü, kiminin burnunu, cahilliğini kullanarak.

Pırıl pırıl bir bilinçle yazı yazılmaz
Karakterin bir an söylediği cümle örneğin.  Bilinçaltına inanırım ben. Pırıl pırıl bir bilinçle yazı yazılmaz. İşlemez. Ama tekrar ediyorum benim için böyle. Herkes için olmayabilir. Yazı bilinç ile bilinçaltının arasında doğar. Alacakaranlık derim ben. İlk önce çalakalem yazıyorum. Sonra bilinç düzeyinde sıraya sokuyorum. Dilin müziğine uygun hale getiriyorum. Metni oluşturmak, toparlamak en zevkli kısmı işin. Bakıyorum bilinçaltında olan şeyler açıklanamaz bir şekilde öyküye geçmiş. Yazma esnasında öyküye girivermiş.
Bir öykümde kemik, kucak meselesi vardı.  İlk ayrılık, doğmaktır bence. Annemizin bedeninden ayrıldığımız an her türlü tehlikeye açığız. İlk travma, bilinç dışı bir şey. Varlığımızın gizemli tarafı, doğduk ve tüm laneti üzerimize aldık. Onun için ev çok önemli, yuva kurmak, kabuk, rahim, doğumda kaybettiğimiz bir şey bu. Annemiz bizi vücudundan attı. Bebekler doğar doğmaz ağlıyor, nefes almak zorunda kalıyor, yutkunmak. Acı veriyor bu. Kopuşla başlayan travma. Bilinçdışı da diyorlar artık ama ben bilinçaltını tercih ediyorum. Çünkü sözcüklerin çağrışımından beslenirim ben.  Yazdığım öyküdeki adamın annesi o daha kırk günlükken ölür. Adam âşık olduğu kadının kucağına kilitlenmiştir. Bunun üzerine bir metindi. Bir anda bir köpek hikâyesi yazmaya başladığımı fark ettim. Bir zamanlar yavru bir köpek bulmuştum, alıp eve getirdim. Feci haldeydi. Arada süt veriyordum. Her süt içişten sonra yerdeki kuzu postuna gidip yatıyordu. Anne kucağı yerine koyuyordu postu ve sütle postu bitiştirmişti. Çok etkilenmişim ki kemik kucak öyküsünü yazarken metne giriverdi. Yazı yazarken bilinçaltını rahat bırakmalıyız.  Doğru yolu o gösterir bize. Ortaya çıktığında bizi sarsan şey iyi edebiyattır. Karakterin bilinçaltı da önemli.

Yazar türleri
İki tür yazar vardır.

  1. Kendinden yazanlar
  2. Gördüklerinden yazanlar

Thomas Bernhard metinleri incelendiğinde tek bir romandır diyebiliriz. Her birinin farklı bir meselesi var gibi görünse de. Dünyanın sevgisiz bir yer oluşuna karşı duruştur. Kendinden yazar.
Diğeri ise Max Frisch’tir. Kendi anlatılarını metne verir. Hâlbuki kendimi sadece ele verdim, der.
Kendi benliğimize bulayarak karakter yaratırız kimi zaman. Meselemiz varsa ona göre bir karakter içimizi yırtarak çıkar. Bazen de meselemizi ortaya koyarken yardımcı karakter kurmak gerekir. İşte onu nasıl kuracağız?

Karakterin nüfus cüzdanını çıkarın ama kullanmayın
Karakterin yaş, doğduğu yer, atalarının geldiği yer, etnik kökeni, dünya görüşü, bunları oluşturun, yani karakterinizin nüfus cüzdanını çıkarın ama onu kullanmayın. Karaktere yaptırmaya cesaret ettiğiniz şey ile bir yerde kendinizi de sınarsınız. Beni en az ilgilendiren şey olay örgüsüdür. Okur odaklı yazarı ilgilendirir bu.
Umberto Eco çok satan bir yazar ama çok iyi yazardır. Orhan Pamuk da öyle.
Karakter olay örgüsünün taşıyıcısıdır bazı kitaplarda. Onlar için karakter önemli değildir. Hikâyenin A noktasından B noktasına gitmesini sağlar sadece.
Benim edebiyatımda bilinçaltı, beni etkileyen dış dünyanın unsurlarının, acı, keder gibi, bir mayalanmaya uğradıktan sonra ortaya çıkmış halidir. Meselem ayrılıktır, her türlüsü, kopuş, intihar, çocuk kaybı. Benim karakterlerim zihnimin labirentinden doğan karakterlerdir.
Barton Fink’ filminde sıcaktan eriyen duvar kâğıtları var. Sıcak bir ulaşılmazlık, çıkmazlıktır orada. Yine ‘Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ filmindeki mekân yazın otuz beş derece sıcak, kepaze çirkin bir yerdir. Kışın ise boşluğun melankoli duygusu, geniş kumsaldaki yalnızlık hissi o atmosferle anlatılıyor.
Metnin ömrü. Bir metin ancak okununca ve yorumlanınca biter. Okunana kadar bitmez metin. Meseleyi bize okur vermez. Yazar kendi meselesini paylaşmak ister.
Havada Bulut senaryosunu yazarken Sait Faik’in otuz beş öyküsünü kullandım. Onu okumuş olanlar bu senaryonun Sait Faik olduğunu anlamalıydılar. Öyle istedim. Senaryo yazmayı sevmem. Benim için sadece bir taslaktır. Esas olan filmin kendisidir. Yaratıcı senarist değilim ben. Genellikle uyarlama yazıyorum.
Edebiyatta ada ütopyayla ilişkili bir mevzu. Her zaman alıcısı olan bir mevzu. Sait Faik ütopya ve distopyayı aynı öykü içinde kurmuştur. Ada suyla çevrilidir, kirlilik buraya ulaşamaz. Sait Faik ada ütopyasını yıkar, olmadığını görür, kurar, yıkar, kurar. Yazmayı bırakıp adaya gelir, ığrıptan sonra hayal kırıklığına uğrar, tekrar yazar. Adaya sığınmak, münzevilik bir işe yaramamıştır.

Edebiyat, potansiyelimizi yaşamamızın kapılarını aralar
Bilinçaltı sadece utandığımız, yaralandığımız şeylerden oluşmuyor. Başkalarının başına gelenler, şehvet, korkular. Sağlıklı zihinsel yapı bilinçaltını kontrol eder, toplum içinde yaşarken sosyalleşebilmek için.  Aşırı baskı, hayattaki potansiyelimizi yaşamamızı engeller. Edebiyat bunun kapılarını aralar. Benim yazarlık anlayışım insan olarak kaynağımı, bilinçaltımı sınamaktır. Onu ortadan kaldırmadan kendimizle bilinçli bir şekilde yüzleşemeyiz. Bu ülke yüzleşme sorunları yaşıyor. Türkiye hala ergenlik çağında bir toplum. Büyüyemiyor bir türlü. Biz de ülkenin bireyleri olarak aynı sorunu paylaşıyoruz. Bilinçlenmenin sonuçlarını görmek, kabullenmek önemli bir merhale. Büyümek ilerlememizi sağlar. Ama maalesef,  hep aynı filmi seyrediyoruz gibi bir his oluşuyor içimde.
Ayfer Tunç Söyleşisi - Füsun Çetinel'in kaleminden
Devamını Oku

27 Mart 2013 Çarşamba

Eco ve Pamuk Bogaziçi’nde bulusuyor!

Dünya edebiyatının kilometre taşlarından biri olan Umberto Eco, Orhan Pamuk ile Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. kuruluş yılı etkinlikleri çerçevesinde ortak bir söyleşi düzenleyecek. 

Umberto Eco ve Orhan Pamuk Boğaziçi Üniversitesi'nde söyleşide buluşuyor.
Edebiyat ve düşünce dünyasına sıra dışı eserler armağan eden İtalyan düşünür, yazar ve eleştirmen Umberto Eco, Gerçekler, Kurgu ve Tarih Üzerine Bir Diyalog konulu söyleşide Orhan Pamuk ile bir araya gelecek. 9 Nisan Salı günü saat 17:00'de Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Hall'da düzenlenecek etkinlik son yılların en önemli birlikteliği olarak anılıyor.

Ayrıca Umberto Eco, ikinci olarak 10 Nisan günü İtalyan Kültür Merkezi’nde Cemal Kafadar ve Patrizia Violi yönetiminde bir söyleşiye daha katılacak. Umberto Eco hayranlarına duyurulur.
Orhan Pamuk ve Umberto Eco Boğaziçi Üniversitesi'nde söyleşi yapıyor.


Devamını Oku

21 Mart 2013 Perşembe

Edebiyatta yeni konu yok! - Roni Margulies

Şair ve öykü yazarı Roni Margulies edebiyatta yeni konunun olmadığını vurgulayarak “Yazar edebiyatın temel konuları olan ölüm, aşk ve dünyayı iyi hale getirme konularında okuyanın bir şey hissetmesini, düşünmesini, yazılan şeyi yeni bir açıdan, başka bir yönden görmesini sağlamalıdır” dedi. Füsun Çetinel’in aktarımıyla Notos yaratıcı yazarlık derslerine konuk olan Roni Margulies’in edebiyata yönelik düşüncelerini sizinle paylaşıyoruz. 

Roni Margulies Notos yaratıcı yazarlık atölyesine konuk oldu
Öyküde, romanda ama özellikle şiirde, şairin gerçekten yazdıklarını vücudunda hissettiği için mi, yoksa fikir güzel diye mi yazdığı hemen anlaşılıyor. Önemli olan ele alınan konuya farklı gözle bakılmasını sağlamış mı, bir his uyandırmış mı? Bunun için de yazarın yaşamı hissetmesi gerekli, benim ölçüm budur.
1985 yılında Son Bahar adlı dergide Atilla İlhan’ın yazdığı Korku Krallığı adlı şiir kitabı ile ilgili bir yazım çıkmıştı. Atilla İlhan hepimizi çok etkilemişti, rıhtımlar, Fransa vs. O dönemde gündemde olan şiirlerin hepsi oyun oynamak için yazılıyordu, pırıl pırıl, cam gibi zekâ pırıltıları, kelime oyunları vardı. Ama ne anlatıyor diye bakınca sadece hoşluktan öteye gidemiyordu. Adeta dili ne kadar güzel kullandığını gösteren nitelikteydi hepsi. Yazımda Haydar Ergülen, Metin Cengiz ve Küçük İskender’den birer dörtlük aldım ve kelimeleri kestim, aslına bakmadan tekrar oluşturdum, hiçbir şey söylemiyorlardı. İşte Atilla İlhan’ın son kitabındaki yorgun, yaşlı, tekrar eden şiirleri bile bunlardan daha iyi.
80’ler sonrası özellikle şiirde içerik önemli değildir, biçimsellik esastır anlayışı hâkim olmaya başladı. İlhan Berk bu eğilimde olanların esinlendiği şairdir ki, Berk zaten anlam şiire düşmandır diyen birisidir. Kendisini, dil kuyumcusu olarak nitelendirir. Hâlbuki dil araçtır, amaç değil ki! Nasıl anlattığın ikinci derecede önemlidir.

Yazmasa ölürüm sözü abartılı!
Yazmak ihtiyaç olmalıdır, ama bunu derken “yazmazsam ölürüm” gibi uçuk bir noktayı kastetmiyorum. Dünya nüfusunun yüzde doksanı yazmak ister ama vakit bulamaz, ancak buradaki vakit bilinçsiz bir beyin çalışması için gerekli olan vakittir. Kuluçka süresidir, başka türlü bir vakittir bu. Örneğin ben bir dönem köpeğimi parklarda dolaştırmaya çıktığım zamanlarda daha çok şiir yazabildim, dolaşırken düşünmüyordum belki ama beyin sürekli çalışıyordu. Yazmak ihtiyaç olmalı derken, içimden yazı yazmak geliyor, on dört yaşından beri yazarım, alışveriş listesi bile olsa yazıyorum; hakiki ve sahici bir şey benim için bu. Dediğim gibi yazmazsam ölürüm söylemini abartılı buluyorum çünkü bu yazarları bir nevi ulvi bir mertebeye oturtuyor ki buna kesinlikle katılmıyorum.
Romancıları kıskanırım ama ben de “hadi oturayım şiir yazayım “deyince olmuyor. Ama mesela Orhan Pamuk, sabah 6.30’da kalkıyor, kahvaltı ediyor, oturuyor, sonra yürüyüş yapıyor ve belli bir saatte yazmayı kesiyor.

Roman tasarlanmış bir metindir
İnat önemli. İham mı başka şey mi, nereden geliyor, nasıl yazıyorum, bilmiyorum. İlk yazdıklarım tamamen Atilla İlhan taklitleri idi. Benim kuşağımda var bu. Sonra farklılaşıyor tabii ama inat ettim. İnat edince zanaat işini aşıyor insan. Öykü, şiir ve romanı Türkçe yazmış herkesi okumak gerekli. Zanaat neden önemli? Yine sahicilik ile ilgili ama – her ne kadar içerik önemli olsa da, birincil olsa da biçim önemli şiirde- ama edebiyat bir heykelcilik, obje yaratma sanatı aslında. Bazı şairler şiir kendini yazdırıyor diyorlar ama ben inanmıyorum buna. Romanda tamamen bir şey tasarlamak var; “roman bana geldi” olmaz. Roman ve şiir kafada tasarlanan bir şeydir. Bir romanda durup dururken arka kapıdan girip bir iki laf edip sonra arka kapıdan çıkan birinin bir daha görünmemesi olamaz; mutlaka romanın bütününde bir amacı olmalıdır bu kişinin, aksi halde zırva olur.

Roman hayatı anlamlıymış gibi gösteriyor
Hayat olağanüstü derecede karışık, romana sığmayacak kadar. Roman onu özümsüyor ve çok anlamlıymış gibi gösteriyor. O nedenle roman içinde yer alan her şeyin bir anlamı olmalı, tabii eğer sürreal değilse. Örneğin; babam hasta iken Girit’te arabada giderken, babamı tedavi eden doktorun adının bir köye verildiğini görmüştüm. Bu hayatta hiçbir anlam ifade etmiyor ama romanda böyle bir şey olacak olursa mutlaka bir anlamı olmalı, bir yere varmalı. Şiirde de bu aynen geçerlidir. Ses hoş diye şiire beğenilen bir dize konulur, şair bunu kesmeye kıyamaz çoğu zaman.

Şiir yazdığım zaman öykü anlatmayı severim
Ali Cengizhan’ın, Robert Lowry’nin çevirdiği bir şiiri vardı bir dergide. Bu şairin her dizesi anlamlıdır, roman gibidir, kendisi Hıristiyan’dır ve imgelerler doludur. Şiirin bir yerinde “kedi evinde soğuk hindi yiyorlardı” diye bir dize vardı. Çok anlamsızdı, hâlbuki “cathause”; randevu evi, cold turkey ise narkotiği kesmek demek. Ali yaptığı bu çeviride anlamı aramadığı için dikkat etmemiştir. Şiirde anlam önemli değildir savına ben katılmıyorum. Ben şiir yazdığım zaman bir öykü anlatmayı severim, öyle olması gerekli değil ama duygu/anlam/duygu durum bütünlüğü olmalıdır. Türkiye’de böyle değil bu. Benimki Anglo Sakson bir yaklaşım olabilir ama Türkiye’deki örneklere baktığımda çok kötü sonuçlar var. Roman ve şiirde yazmış olmak için yazılmış ve afakî çok ürün var.

Sanat için sanat anlamsızdır
Adam Sanat Dergisi’nde bir yazım çıkmıştı. Dört tane şiir dosyası göndermişlerdi. Üç tanesi de aşk temalı idi. Yazarın üçü de erkekti. Üç şiir dosyası da sahici olmayan bir kadına yazıldığı için, aynı kadına yazılmış gibiydi. Tamamen klişe. Toplumcu romanlarda Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye, Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’da her şey çok klişedir. Fatih ve Harbiye romanında Fatih iyi, Harbiye kötüdür. Fatih’de tüm kadınlar pamuk elli, çaylar tavşankanı, örtüler bembeyaz… Ama dünya böyle değildir ki! Kendilerine özel bir bakış açıları yoktur. Toplumcu şiir yazınca da böyle oluyor. Sanat veya toplum için olması önemli değil bence. Sanat için sanat anlamsızdır. Sanat insan içindir.
Eski şiirlerde anlam var; örneğin Makber. Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Edip Cansever anlam bütünlüğü olan şiirler yazmıştır. Edip Cansever çok narratif değildir ama aynı konumdadır. Örneğin Ben Ruhi Bey Nasılım. Cahit Külebi aslında tamamen iç göçle ilgili yazar. Kentte kayıp, kendini mutsuz hisseden kişileri anlatır. İstanbul’dan Anadolu’ya bakar. Yalnız Atatürk şiirleri çok kötüdür. Böyle bir normatif gelenek var Türkiye’de. Haydar Ergülen şiiri duyan bir İngiliz çok şaşırır mesela.

Öyküde son paragraf şaşırtıcı olmalı
 Öyküye gelirsek, şiirden farklı görmüyorum. Bir öykü kitabım var ve başında ben aslında şiir yazdım diye bir notum var. Behçet Çelik ile bir çalışma yaptık; ben şiir yazıyordum, o bunlardan öykü yaratıyordu. O öykü yazıyordu, ben şiir tasarlıyordum. Böyle üç ürün yayınladık da. Bana yolda giderken kurgu geliyor. Örneğin; bir gün vapurda Kız Kulesi’nin yanından geçerken hikâyesi aklıma geldi. Adamın her gün yüzüp geldiğini, sonra kış bastırıp deniz ve hava kötüleşince kızın gelme dediğini ama adamın yine devam edip sonunda boğulduğunu hikâyeledim. Sonra Kız Kulesi’nin içinde toz ve güvercinler olduğunu, birbirlerine bu hikâyeyi anlattıklarını ve geride sevgi kaldığını ifade ettim. Şiirde son dize çok vurucu olsun diye uğraşırım. Öyküde de öyle yaparım, son paragraf şaşırtıcı, vurucu olmalı. Roman daha uzun ve kapsamlı olduğu için, baloncuk yapma tehlikesi olduğu için (bisiklet lastiğinin iç lastiği erir ve dışarı bir çıkıntı oluşur) bana zor gelir. Üç yüz sayfa boyunca gereksiz çıkıntı olmamalı, bunu yapmak çok zor. Hakiki edebiyat roman bence.

İnsanın kafasında bir editör olmalı
Her insan her yazdığını biraz beğenir, uğraştıkça daha da beğenir. Bu çok tehlikelidir. En güzel sınav, yazdığınıza bir süre sonra bakmaktır. Kafadaki editör nasıl oluşur? Çok okumakla ilgili bir şey olsa gerek. Edip Cansever ile babamın bir arkadaşı sayesinde tanışmıştık. Şimdi göçüp giden Körfez Restoran’da içerdi. Bana söylediği iki şeyi hatırlarım. Türkçe yazılmış bütün şiirleri okumalısın, derdi. Şiir ihanet kabul etmez, tabii kendisinin antika dükkânı vardı ve başında da ortağı dururdu, zamanı boldu onun. Çalışmak zorunda değildi. Bana da böyle bir ortak bul da, ben de bol bol okuyayım, demek geldi içimden. Hemen hemen tüm kalburüstü şairleri okudum. İçinizdeki editörün gelişmesi ve onun sözünü dinlemek çok önemli. Bir iddiaya göre her şair yaşamı boyunca aynı şiiri yazar.
Bir gün gökyüzünde sığırcıkları gördüm, uçuşlarını. Dans ediyorlardı. Bundan bir şiir çıkar dedim, bu halleri ile ilgili bir benzetme olmalı. Gökte sanki birlikte bale yapıyorlar, dans ediyorlar, çok klişe idi. Sonra ayin yapıyorlar dedim, tamam dedim. Ama sonra sen ateistsin, ayin nedir bilmiyorsun, bunu şıklık için yazdın, sahici değil, dedi kafamdaki editör ve o şiir kaldı. Bence bu da bir aşama.

Zamanın azaldığını hissediyorum
Bir ara Türkiye’de roman yok diye bir tartışma başlamıştı, ben çıkarmamıştım bunu ama katılmıyorum. Yusuf Atılgan’dan başka romancı yok. Edebi nedenlerle Orhan Pamuk’u okumuyorum. Behçet Necatigil ve Turgut Uyar diğer sevdiklerim. Bir yaştan sonra bir şeyler oluyor. Bir arkadaşım var o altmış ben de elli yaşlarında iken görüştüğümüzde, nasılsın diye hatırımı sordu. Zamanın azaldığını hissediyorum, yapacak çok projem var ama biliyorum ki olmayacaklar, dedim. İnsanda huni efekti gelişiyor, dedi. O ne, dedim. Yirmisinde liseden biriyle karşılaştığında az da samimi olsan rakı içelim dese takılır peşine içmeye gidersin, biri bir roman verse, oturup okursun, dedi. Ama zamanım azaldı diye bunları yapmıyorum artık, dedi. Yani huniden geçiriyorum, süzüyorum her şeyi.

Düzgün şiir yok şimdi
Okumuyorum yenileri, düşünün eskiden Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergiyi alırdım ve her hafta Ece Ayhan, Cemal Süreyya, Edip Cansever’in bir şiiri olurdu. Şimdi bazen Sözcükler Dergisine bakıyorum; Selahattin Yolgiden fena değil. Sonra yine Yeni Dergiyi hatırlıyorum, şimdi o denli nitelikli şiir yok.
 80’ler kuşağı şiirde dünyadaki akımlardan çok etkilendi; postmodernizm. Bu akımda bireysellik önemlidir. Hegel, Marx gibi üst söylemler önemli değildir, der. Edebiyat genel şeyler söyler hâlbuki. Postmodernizm etkili oldu, parça parça, bireysel deneyimleri aktaran bireyse çok anlamlı değildir. Adam Sanat’ta Oğuz isimli birinin bir şiiri yayınlanmıştı. Anlamlı değildi. Hâlbuki rüyasını anlatmışmış. Postmodern bir şey yapıyor ama farkında değil. Ama o senin rüyansa anlamsız. Bana ne.

Orhan Pamuk doğu-batı meselesi ile cebelleşiyor
Murathan Mungan’ın romanlarını beğenmiyorum ama Sahtiyan adlı şiiri olağanüstüdür. Orhan Pamuk’u okumuyorum artık ama sahicidir. Hoşluk diye yazmıyor. Doğu Batı meselesi ile cebelleşiyor. Şu anda artık dille oyun oynuyor olması beni rahatsız ediyor ama bu oyunlar altında hakiki bir şeyle uğraşıyor. Artık normal roman kalıpları içinde bugünün dünyası anlatılamaz savına katılmıyorum. Kendisi postmodernist değil çünkü doğu- batı meselesi bu teori ile ele alınamaz. Buket Uzuner’i elimin tersi ile silerim, beğenmiyorum. Edebi dil diye bir şey yok. Burada mızmız adama mızmız adam denilmemeli, öyle anlatılmalı ki, okur anlamalı bunu üst başlığı ile ilgili olan bir konuşma için. Sorun adamı mızmız olarak tanımlamak değil. Ne çıkacak bundan, ne diyeceksin? Ayakkabının vurduğu yerden gelmeli söyleyeceklerin.

Edebiyatta yeni konu yok
Sümer Yaratılış Miti kısaca, Sümerlerde her şeyin bir Tanrısı var, der. Alttaki Tanrılar çalışıp üsttekilere bakıyorlar, bir gün alttakiler isyan edip bu işi bırakınca Tanrılar insanı yaratıyorlar ve artık onlar çalışıp Tanrılara bakmaya başlıyorlar. Ancak insanlar ölümlüler. İşte MÖ 4000 yılından beri aynı konu var. İnsanlar niye böyle çaresiz? Niye güdük hayatlar yaşıyor ve bir de ölüyoruz? diyorlar. İşte temel konu bu. Ölüm, aşk ve dünyayı daha iyi hale getirme. Yeni konu yok, yazar bu temel konularda okuyanın bir şey hissetmesini, düşünmesini, yazılan şeyi yeni bir açıdan, başka bir yönden görmesini sağlamalıdır. Herkes farklı olduğu, aynı konular ve olaylar karşısında farklı şeyler düşündüğü ve hissettiği için durmadan bunları yazıyoruz.
FÜSUN ÇETİNEL
Devamını Oku

20 Mart 2013 Çarşamba

Romanın yapısında çeliski vardır! - Orhan Pamuk

Orhan Pamuk Harvard’da Norton Dersleri adı altında verdiği edebiyat derslerini “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı kitapta topladı. NTV’ye verdiği röportajda Orhan Pamuk romanın yapısında hayattaki çelişkilerin olduğunu, romancının da bu çelişkileri anlamakla uğraşan kişi olduğunu söyledi. Orhan Pamuk ayrıca röportajında nasıl yazdığını ve nasıl yazılması gerektiğine dair de önemli ipuçları veriyor. 

Saf ve Düşünceli Romancı kitabı Orhan Pamuk NTV röportajı video
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk Harvard’da, dünyanın en önemli edebiyat konferansları dizilerinden olan ve daha önce Borges, Eliot, Eco gibi ünlü yazarların da eğitmen olduğu Norton Dersleri’nde geniş kitlelere edebiyat dersleri verdi. Orhan Pamuk bu ders notlarını “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı kitabında topladı. NTV’de yayımlanan özel röportajda Saf ve Düşünceli Romancı kitabı çerçevesinde romana ve romancıya bakışını, nasıl yazdığını ve romanın ne olduğuna dair değerlendirmelerde bulundu. Videodaki söyleşinden bazı alıntılar aşağıda yer almaktadır. Röportajın tamamını izlemek isteyenler için video yazının sonunda yer almaktadır.

Orhan Pamuk nasıl yazıyor?
Diğer yazarlara göre ben daha kuram sever bir yazarım. Hesaplayarak yazarım. Kitapta anlattığım gibi düşünceli bir yazarımdır. İçimden geldiği gibi yazamam, çoğu zaman düşünürüm. Nasıl yazacağımı, yazacağım kitabın ne gibi sorunlarını ele alacağımı, başlangıcını ve diğerlerini önceden düşünerek yazarım. Elbette her şeyi hesaplayarak yazamam. Bir romancının ara ara şair olduğu dönemler de vardır. Ona da saf ruh hali diyoruz. Sanki yazdığınız şeyler dışarıdaki bir gücün size söylediği şeyler, farkında bile değilsiniz bu anda. Karanlık bir güç ya da ışık her şeyi size söyletiyor. Siz sanki bir araçsınız, sanki bir kalemsiniz. Yazarlıkta bizim saf olduğunuz, kendiliğinden yazdığımız, içimizden gelir gibi yazdığımız, sanki bir sarhoşlukla söyleyiverdiğimiz, şairlerin yaptığı gibi, bir yan vardır. Hem de düşünceli, başını sonun planladığımız, her ayrıntısı düşünerek ele aldığımız bir yazarın içinde olması gereken düşünceli ruh halidir. Saf ve Düşünceli Romancı’nın okurlarına diyorum ki roman okumak da yazmak da hem düşünceli hem de saf olma halidir. Yazar olmak bu iki hali aynı anda aynı ruhta aynı kafada taşımaktır. Bunu yalnız biz yazarlar değil okurlar da aynı şekilde yapar. İyi bir romanda yazarın ruh hali ve düşünceleri okurun ruh hali, düşüncelerine dönüşür.

Roman okumak ve yazmak araba kullanmak gibidir!
Saf ve Düşünceli Romancı kitabında bir roman nasıl yazılır, bir romanın fikri nasıl aklımıza düşer, bir roman okurun kafasında nasıl resimler çizer gibi konulara da değiniyorum. Bir romanı okuduğumuzda aklımızda pek çok şey olur. Hikayeyi takip ederiz, kahramanlarla özdeşleşiriz, kendi kendimize sorarız bunun ne kadarı hayal ne kadarı gerçek diye. Yazar ne demek istiyor deriz. Tıpkı araba sürmek gibi roman okumaya o kadar alışmışızdır ki, yaptığımız şeyleri kendimize sormayız bile. Onları farkında olmadan yaparız. Arabayı kullanan şoför bu esnada aynaya bakar, trafik ışıklarına, levhalara bakar, vites değiştir, bir yandan da bizimle konuşur. Roman yazmak da okumak da böyledir. Okur da sorar Orhan Pamuk bunların hepsini yaşamış mı diye? Tabii ki bir kısmını yaşadım, çünkü yaşamadan anlayamazsın. Bir kısmını da hayal etmişim. Onu romanda en ideal en uygun en anlaşılır şekline koymuşum.

Romancı hayattaki çelişkileri anlamaya çalışmalıdır!
İnsan beyni öyle bir yapıdadır ki aynı anda çelişen iki şeye inanabiliriz. Bu nedenle okuyucu romanın kurmaca olmasını bilmesine rağmen yazarına romanda geçen olayları yaşayıp yaşamadığını sorar. Hatta bu çelişki romanın yapısında vardır.
Bir siyasal roman yazarsınız, sizinle aynı fikirde olmayan insanı anlarsınız. Romancı fikrini biraz saklamalı ve geriye çekmeli. Karşısındaki (romandaki kahraman) insanla özdeşleşmeli, onu anlamalı, dünyayı onun gözünden görmeli. Roman okumada da böyledir. Roman okumak bizim gibi düşünmeyen insanların gözünden dünyaya bakmaktır benim için.
Erkek bir yazarın bir kadını yazması zordur, hatta kadın okurlarım beni çok eleştirmiştir. Ancak bu bir anlama çabasıdır, çelişkileri, karşıtları anlama çalışmasıdır. Romancının işi farklı düşüncede, cinsiyette, ırkta olanları anlamaya çalışmaktır.

Romanla siyaset çelişir
Romanda siyaset mümkün değildir çünkü romancı kendisine benzemeyen insanları anlamak ister. Romancını işi benim gibi düşünmüyor acaba dünyayı nasıl görüyor sorusuna verilen cevabı anlamaktır. Çünkü romancının bakış açısı insandır. Siyasetçinin görevi ise anlamamaktır, insanlarla özdeşleşmemektir, görevi sadece bir grubu temsil etmektir. Kişisel siyasi fikirlerimi roman dışında çok söyledim, hatta başım da derde girdi, ama bir romancı ahlakına sahip biri olarak romanlarında siyasi görüşleri farklı olan insanları da anlamaya çalışır. Romana acele, ucuz siyaset girmez. Ama siz bir şey söylemek istiyorsanız onu romana yedirirsiniz.

Orhan Pamuk röportajının tamamı burada.
Devamını Oku

17 Mart 2013 Pazar

Tomris Uyar Anıldı!

Öykü türünün son dönem önde gelen yazarları arasında yer alan ve 2003 yılında hayata veda eden Tomris Uyar, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin düzenlediği bir etkinlikle anıldı. Etkinliğe katılan Feyza Hepçilingirler, Handan İnci, ve Berat Alanyalı, Tomris Uyar’ı ve edebiyat yaşamını anlattı. Öykü yazma yoluna baş koymuş yazar adaylarına Tomris Uyar’ı daha yakından tanımaları ve öykü üzerine düşüncelerini bilmelerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Etkinliğin tamamını Fulya Füsun Çetinel’in aktarımından sizinle paylaşıyorum.

Tomris Uyar yazarların katılımıyla anıldı.
Anma etkinliği on dakikalık bir belgelselle başladı. Belgeselde Tomris Uyar, edebiyata ve yaşama bakış açısını kendi sesiyle anlattı. Belgeselden notlar şöyle:
İnsanın doğasında kaygılar var, bu da öykülere yansır. Hep günlük yazdım. Okur az, kitap baskıları az. Yazmadan da duramam ben, soruyorum hep kendime. Neyi değiştireceğim? 1975’te neyse 1990’da da durum aynı. O zaman? Karamsar yazmak istemiyorum artık. Edebiyat soru sorar, bırakır. Muhalefettir. Sorgulayandır. Yanıt veren edebiyatı çok sevmem ben. Onlar ancak köşe yazarı veya gazeteci olabilir. Düzgün yanıtlar verirler.  Öykülerim farklı şeylerden tetiklenir, bir olaya bakıp öykü kurmaktan çok insanların Türkçeyi kullanış biçimlerinden, konuşmalardan öykü çıkarırım. Mesela balıkçıdayım. Başı eşarplı bir kadın geldi. Balık fiyatlarına bakıyor. On beş bin lira kilosu, palamut var, küçük balık var. Balıkçı ve ben kadını palamut alması için ikna etmeye çalışıyoruz, çünkü palamut mevsimi ve diğer balık iyi değil. Kadın tek cümle kurdu. ‘Ama biz çok kalabalığız,’ dedi. İşte öykü burada, bu tek cümlede. İnsan çok önemli benim için. 
En zor kısmı öyküye başlamak değil de son cümleyi bulmak. Kapalı bir cümle olmalı. Onun için geriye sararak yazarım ben. Gündelik gerçekleri okurla paylaşmadan edemem. Birisiyle konuşurken, çamaşır yıkarken, yürürken kafamdaki öykü kendini geliştirir. Bazen kendimi dostlarıma kapayabilirim, bana bir konu hakkında bir şeyler sorarlar, ben öykümün gerçekliğinden yanıtlar veririm onlara.

Virginia Wolf’un özlemini her kadın gibi Tomris Uyar da çekmiş. 
Hiç öyle bir odam olmadı. Kapısını kapayıp, her şeyi yerli yerinde bırakabileceğim kendime ait bir odam olmadı. 

Franz Kafka, Reşat Nuri Güntekin en çok etkilendiği yazarlardan. 
Evet, okumak, insanları dinlemek, anlamaya çalışmak önemli ama yazarlık mayası da inkâr edilemez bir şey. Herkeste yoktur bu. 

Çeviri konusunda da çok titiz Tomris Uyar.

Belgeselin ardından yazarın yakın dostları Tomris Uyar’ı anlattı.

Feyza Hepçilingirler  

Tanıdığım Tomris Uyar

Tomris Uyar’ı, Füsun Akatlı, Hulki Aktunç da anlatabilirdi ama ne yazık ki onlar da gitti. Tomris ile 1982’de tanıştık ve yazları çok görüşürdük. Öldüğü yıl bir yazı yazdım ona. ‘Yaz anısı, anı yazısı’ diye.  Şu meşhur ayı meselesi üzerine. ‘Yazılı Günler’ kitabında Tomris de yazmıştı.
14 Haziran 1985, Ayıyla Ayı Olmak. Bana bir türlü gelmeyen yazı getirmek amacıyla Feyza ile Hüsnü Hepçilingirler’in çağrılarına uyup Balıklıova’ya gitmeye karar verdim. Bu arada arkadaşlarım da arabayla Bodrum’a gidiyorlarmış, arabalarında yer varmış. İşler yolunda gibi ya neyse. (Yazılı Günler)
Tomris ve arkadaşları Karaburun yolunda bir dinlenme tesisinde çay molası verirler. Kafeste yavru bir ayı vardır. İnsanlar cehennem gibi sıcakta ayıya şişe şişe bira verip eğlenirler. Zavallı yavru susuzluktan olsa gerek biraları içer. Kimi şişeler de kırılmış ve kafesin zeminine dağılmıştır. Tomris hayvana acır ve kafesine su bırakır, cam kırıklarını görür, yavru ayının ayaklarını kesmesin diye bacağını kafese uzatıp kırıkları itelemeye çalışırken, ayı ayılığını yapar ve Tomris’in bacağını kapar. Boydan boya yırtar.
Ama ayı da insanlarımızdan benim kadar kuşkulandığından, bu sevecenliğimi tekme atma hazırlığı diye değerlendirdi.
Ayıyı tatlı tatlı inandırmaya çalıştım. Bacağımı bırakır mısın lütfen?(Yazılı Günler)
Yazları hep birlikte Balıklıova’da geçirirdik. Hüsnü Hepçilingirler’e, o benim üvey kocam derdi. Çok severdi. Sakınmasız, sivri dilli, kimseye yaltaklanmayan, korkusuz biriydi. Çok güzel yüzerdi. Yüzmeyi Marmara’nın akıntılı denizinde öğrenmişti.
Tomris doğum günlerinde hediye almayı sevmezdi, bu huyunu bilenler ona öykü, şiir, metinler verirdi.  Edip Cansever de Tomris’in kırk yaşı için bir şiir yazmıştı yine. 15 Mart 1981. Herkesin dilinde dolaşan, ‘Yaş değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir’ değil bu.

Mavi Uçlu Bir Kaptan 
Eldivensiz ve sıkılmış
Hafif hafif terliyor
-Görüyorum, karşımda-
Burnuyla dudakları arası.
Böyledir Tomris’in özel yası.
Annesinin kolyesi
Günışığında pembe buğu
Ayakta dursa ne çıkar
Neye benziyor ki oturmuşluğu.
Kansız kesilir boşlukta kolu.
Pasajda yapma çiçekler
Laf atar saçlarına
Hazırdır karşılığı bir öykü bulur
Anlatır gül kokularına.
Görüntüsü kendisi
Akşamüstlerinden yapılmış
Nerden bulmuş acaba göğsü yerine
Kalbine bir ayçiçeği asılmış.
Bir gün bir öğle sonu
Ne tuhaf, avucunda
Kalakalmış bir çocukluk durumu
Bana sorsa tam o sıra
Gözleri camdan bir haziran çukuru.
Susarsa susmayı da konuşan
‘Mavi –Uç’lu bir kaptan.
Edip (Yazılı Günler, Can yayınları)

Çok alçakgönüllüydü. Kimseye, ‘falanca kitabı okumadın mı sen daha’ dememişti.
Kedileri çok severdi. Siyami, Kırlent sonra Cahide.
Benim çocuklarıma bakan bir kız vardı. Hiç okula gitmemiş, okuma yazmayla alakası yok. Ona bile bir günlük hediye etmişti. Emel’e önem vermişti. Kız bir daha unutamadı Tomris’i. İçine hiçbir şey yazmasa da defterini uzun yıllar sakladı.
Beylik, sıradan her şeyden nefret ederdi o.  Uzun yaşamayı bile istemedi. İsteseydi ona göre bir yaşam sürer, içkiden sigaradan uzak dururdu. Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreyya’nın öldüğü yaşlarda öldü o da.
Benim onun hakkında aklımda kalanlar yazıya geçirilmiş olanlar hep, demek ki yazmadıklarını unutuyor insan. Aklın insana oyunu.
Yıl 1984. Tomris böyle klişe başlangıçlara sinir olurdu. Takside gidiyoruz. Devamlı şoförü dürtüyor. Adamı sorularıyla TIR şoförü olmak istediğine ikna etmeye çalışıyor. Turgut araya girip Tomris’in elini adamın omzundan çekiyor. İki dakika sonra durum yine aynı. Taksiden inerken şoför şehrin trafiğini bırakıp uzun yolda TIR şoförlüğü yapmak istediğine karar vermişti bile.
Yazları Balıklıova’da tuttuğumuz yazlık ev eski, dökük, köhne ama bahçesi denize sıfır bir evdi. Sabah uyanır uyanmaz denize giriyoruz. Tomris’in üzerinde siyah mayosu, elinde cin tonik bardağı ile hatırlıyorum. Ayhan Işık’ın öldüğü yıl. Gazeteler onun içki ve sıcak çarpmasından öldüğünü yazıyor. Tomris’e fark ettirmeden iskemlesini gölgeye çekiyoruz hep. Geceleyin bile denize giriyoruz. Evden çok denizi kiralamışız.
Yazlıkta edebiyattan söz etmezdik hiç. Daha çok dedikodu, öyle bir ballandırarak anlatırdı ki. Bir de onun bize öğrettiği oyunları oynardık. Ne olsaydı, nasıl olurdu oyunu. Tomris çiçek olsa, gül değil, kıymetli bir çiçek değil, kimsenin bilmediği kır çiçeklerinden olurdu. İçki olsa rakı. Hayvan olsa kedi olurdu.
Sevmediği kişilerle vakit geçirmeyi sevmezdi. Bir akşam Çiçek Pasajında oturuyoruz. Bir gazeteci geldi yanımıza. Tomris’e, Edip Cansever, Cemal Süreyye ile ilgili sorular soruyor hep. Tomris kızdı. Televizyonda Tarantino’nun Pulp Fiction’ı oynayacaktı o gece. Seyretmek istiyorum, dedi ve kalkıp gitti.
O küçücük kadın, bir anda herkesi korkutmayı da bilirdi. Ankara’da bir toplantıdaydık. Şimdi hatırlamıyorum. Bir soru sordular. Tomris’in sinirleri bozuldu. Salondaki herkesi azarladı. Kimse sesini çıkaramadı daha sonra.
Dokuz Eylül Üniversitesinin bir yemeğinde, yemek masasının altından bacağını ellemişti bir öğretim görevlisi. Adamı öyle bir azarlamıştı ki.
Kendi kendisiyle dalga geçerdi. Siroz olmuştu. En hakiki Atatürkçü kimmiş, görsünler bakalım, dedi.
Tango bilirdi. Her adımında ince bir dereyi geçiyormuş gibi sekerek yürürdü.
Benim İstanbul’a gelmemi de o teşvik etmişti. Buraya taşındıktan sonra daha az görüştük. Çok zor bir dönemdi. Kendisini bana yardım etmek zorunda hissetmesini istemiyordum.
Damarına basmak, bu özellik onda da vardı. Benim Enka ödüllerine katılmamı çok istiyordu. Ben çekimser durdukça, hiç kıyıda köşede kalmış iki öykün yok mu canım, diyordu. Olmaz m? Gönderdim. Ödüller açıklandı. Birinci Kudret Aksal. İkinci Nihal Çeliker ve üçüncülük ‘Eski Bir Balerin’ öykümle benim oldu. Adım hiç duyulmamış benim. Şimdi bile kimse tanımaz beni, o zaman hiç kimse tanımıyordu. Bir milyon ödül aldım, müthiş bir para. Ankara’da iki yerde birden çalışıyorum, yine de o kadar para kazanmıyorum. Sonra her yarışma sonrasında olduğu gibi dedikodular çıktı. Kudret Aksal çok önemli, şimdiye kadar jürilerde birçok kişiyi ödüllendirdiği için ona verdiler birinciliği, dediler. Nihal Çeliker’in de kocası hastaymış, tedavi görüyormuş. Ona da ikinciliği verdiler. Hüsnü, bir tek sen bu ödülü bileğinin hakkıyla aldın galiba, dedi. Tomris hemen, ama o da üniversiteden atıldı, onun için vermişlerdir, dedi. Çok kırıldım bu lafına. Ama onun dostluğundan gurur duyarım. İyi ki de tanımışım onu. Ondan feyiz almışım.
Öldüğü yaz başı, onu Ayvalık’a yazlığıma davet ettim ama olamadı işte.

Handan İnci 

Öykünün Saf İpeği

Türk öykücülüğünde ilk Sait Faik, sonra Tomris Uyar geliyor. İki yazarımız da Türkçeyi öykünün zirvesine taşımış. Benim gibi düşünen pek çok okur var. Sait Faik’in ilk öyküsü ‘İpekli Mendil’. Turgut Uyar’ın ise ‘İpek ve Bakır’. İkisi de has öyküler. İpek mendil gibi kendi ritmiyle süzülen, akan öyküler. Dopdolu boşlukları vardır öykülerinin. Tomris Uyar da Sait Faik’i çok sever. Su gibi okunan öyküler, der Sait Faik’in öyküleri için.
Ama Tomris Uyar’ın öyküleri su gibi okunmaz. Kuyumcu işlemesi kelimeleri okuyucuyu adım adım merkeze götürür. Yazılmış, kurulmuş, işlenmiş öyküdür onun öyküsü. Dünyayı anlatma biçimi öyküye uyar. Onun öykücülüğü bir heves değildir, kendini öykücü olarak yetiştirmiştir.
Füsun Akatlı, Tomris Uyar’ın öykülerini güneyli, sıcacık, masmavi, yer yer kuzeye de sapar bulur. İçlerinde dirim, heyecan, incecik bir sevinç sezilir. Alttan alta yaz duygusu vardır. Kalenin Bedenleri de böyle bir öykü işte.

Berat Alanyalı 

Öteki Olma Halleri Üzerine Bir Öykü, Kalenin Bedenleri

Her okuma özneldir,  okur öyküyü kendi bitirsin der Tomris Uyar ama biz yine de onun öykücülüğünü anlamaya çalışmak adına Kalenin Bedenlerini birlikte okuyalım ve üzerinde düşünelim.
Bu hayli kapalı bir öykü. Uyar’ın ikinci dönemine ait öykülerden. Meselesi öteki olma halleri, yadırganan, dışlanan, yalnız insan. Dünyanın neresinde olursa olsun azınlıkta olanlar. Farklı mekân, farklı zaman. Ötekileştirilmiş öykü kişileri, uzak dünyalar, farklı karakterler.
Öyküde üç kadın var. Mardin’deki kadın. Chicago’da tuvalet temizleyicisi Afro- Amerikan kadın, fotoğrafa bakan, tuvalet temizleyicisi ile hatırası olan kadın. İki de erkek var. Trendeki genç, onun üzerinden nasıl bir anlatıcı olduğunu öğreniyoruz. Ve öykünün sonundaki Eminönü meydanında yıkılıp kalan memur emeklisi. Bu kişi tip olarak kalıyor öyküde. Başka bir öykünün karakteri olma hazırlığı içinde.
Anlatıcı yazar Turgut uyar mı yoksa başka bir kadın mı? Belli değil, önemli de değil zaten. Hep yalnızlığa bakış var. Yazan aynı kurgu içinde arada durup kendisine de bakacak. Mekanlar birbirinden çok farklı. Oradan oraya atlıyor öykü.
Öykü zamanı anlatıcının fotoğrafa bakma zamanı gibi çok kısa bir an. Ne kadar uzun olabilir ki bir fotoğrafa bakmak. Bu kısa zaman diliminde her yere uğruyoruz. Benzer insanlık durumlarına bakıyoruz. Baskılar, ezilenler.
Öyküde üç bölüm var. Cemreler. Okuru fotoğrafa bakar kılıyor. Ayrıksı bir başlangıç cümlesiyle giriyor öyküye. Birinci cemreyle, fotoğrafa bakan gözün kurgusu başlıyor. Anlatıcı yazar kadın, yazmaya başlıyor. Bildikleriyle kurguladıkları karışıyor.
Mardin’deki kadın oğlunun bakıcısıyla Kürtçe konuşamaz. Evde Türkçeden başka dil konuşulması yasaktır. Anadil meselesine erken vurgu var bu öyküde.
Murathan Mungan’ın ‘Paranın Cinleri’ kitabında bu fotoğrafla ilgili bir açıklama var. Murathan Mungan’ın annesinin fotoğrafıymış ve onunla ilgili şeyler anlatır.
Anlatıcı, zenci kadına bakmakta. Zenci kadının ataları, geldikleri yerler, melezlik kavramı, çok uzun bir bölüm, gerilere geçmişe gidiyor. Mutlaka göndermeler var burada. Tomris Uyar 1987’de davetli olarak Amerika’ya gitmiş. Kitabını İngilizceye çevirtmek için Melez Ernst James Gains ile buluşmuş. Melez yazar göndermesi bence bu noktada ortaya çıkıyor.
Bu kişiler arasındaki en önemli bağ yazı. Yazılıyor da ne değişiyor? Daha kaç hayat kendisini tekrarlayacak.
Bu öykünün adı niye ‘Kalenin Bedenleri ‘? İnsanların dış duvarları. Sonra Mardin kalesi var. Gelinin de üç kalesi var öyküde. Mardin’deki hayatı, yalnızlık ve delilik hali. Trendeki gençte ise, özgürlük kalesi, yalnızlık ve bunu serserilikle gizlemeye çalışma kaleleri. Kişi ya kendini kapatıyor kaleye, ya da kapatılıyor.
Yine bir söyleşinin sonuna geldik. Konuşmacılarımız teşekkür ediyoruz. İyi ki edebiyat var. Kitaplar var. Birbirinden kıymetli yazarlarımız var. Edebiyat sadece oturup kitap okumak değil ki, buluşmak, konuşmak, fikir alışverişi yapmak, tartışmak da aynı zamanda. Bir bardak çay eşliğinde bir kaç saati paylaşabilmek.  Gülhane Parkında, Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphane Müzesi var, ağaçlarda rengârenk papağanları var, biliyor muydunuz?  En güzeli de Eminönü’nden Sarayburnu’na yürüyüp Gülhane parkına aşağı kapıdan girmek. Başka bir söyleşide görüşmek üzere.

FULYA FÜSUN ÇETİNEL
Devamını Oku

16 Mart 2013 Cumartesi

Öz Edebiyat Varlıgını Koruyamıyor - Selim ileri Söylesi

Geçtiğimiz günlerde Selim İleri ile Mel’un romanı üzerine bir söyleşi gerçekleşti. Selim İleri'nin edebiyat dünyasına bir eleştiri niteliğinde olan son romanı Mel'un üzerine yapılan söyleşinin tamamını Füsun Çetinel'in notları ile size aktarıyoruz.

Selim İleri son kitabı Mel'un u anlattı

Galapera izdiham günlerinden birini yaşıyor. Bir Mart’ta Mel’un çıktı, iyi ki de çıktı yoksa burada toplanamayacaktık. Roman karakteri Sayru Usman’ın sözlük anlamı nedir, bu nasıl gelişti?
Bilge kişi, akıl adamı demek Usman. Uslu, akıllı demek. Bir de İlhan Usman vardı.  Eski romanlara uyalım dedim. Bilirsiniz bu eserlerde karakterlerle ya tezat ya da bağ kurulurdu.  Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efemdi’ si gibi. Sayru kelimesi Nurullah Ataç tarafından kullanılmıştı, sayru evi, deliler evi. Sonra Yunus Emre şiirlerinde var sayru kelimesi. Romanın anlattığı şeylerin isme indirgenmesi ne kadar doğru bilemem, ben bir şeyleri simgelesin diye uğraştım. On üçüncü yüzyıl Türkçesinde saçmalayan kişi olarak geçiyor.  Bu karakter saçmalar gibi gözüküp aklın içinde, hem de bilinçli. Kitabı ilk Ahmet Ümit okudu. Bana sordu, kim bu mel’un kişi dedi. Benim dedim. Yok canım, dedi. Sen mel’un olamayacak kadar iyisin. Sonra bir fotoğrafta ben ondan on yaş genç çıkmışım diye bana, kızdı. Evet sen melunsun, dedi.  Bu romanda mel’un iyi bir şey. Bugünün edebiyat dünyası, yayın dünyası, tarihin yeniden yazılışı. Kimi açık, kimi örtük açıklamalar. Örtmeye çalışmadım, ama bazı bilgileri birleştirdim. Amacım şahıslarla uğraşmak değildi. Herkes soruyor bu kim, diye. Kişilerden esinlendim, ben kimseyle uğraşmayı düşünmedim.  Sadece var olandan yola çıktım.
Romanın bugün getirildiği nokta bu. Bugün geldiğimiz noktayla ilgili, siyaset, edebiyat, yayın, insanların kitapla ilişkileri. Kırk beş yıldır bu işin içindeyim. Durum tedirgin edici, edebiyat kalmadı artık. Her şey edebiyatı baltalayıcı hale geldi. Çoksatarlar her yerde artık. O kelimeyi bile yurt dışından aldık. Bizde Türkçede böyle bir kelime yoktu. Kulağa acayip geliyor. Gelişmiş ülkelerde bu kavram çok yaygın. Marguerite Duras’ın dediği gibi, bunların gözü doymaz. Bizim on bin okuyucumuza göz dikerler.  Okuyucumuz eleştireldir, onun için de kıskanırlar. Bu durum bizde yeni, ancak dünyada on beş yirmi yıllık bir durum. Edebiyat bizde sona ermeye doğru yol alıyor. Tehlike büyük. Öz edebiyat varlığını koruyamıyor.
Ben kitapta bunları anlatmaya çalıştım, bazı şeylerin üzerine gitmeye çalışmadım. Pek çok kişi bundan bahsediyor olabilir ama kimse kapitalist düzene karşı gelemiyor tabi. Çoksatarların sağladığı imkânlar birçok değerli kitabın önünü tıkamış oluyor. Daha film piyasaya çıkmadan seyircisi belli oluyor artık. Dörtte üçü palavra üzerine kurulmuş, yermeye kalkınca kapılar kapalı. Kimse sesini çıkaramıyor. Her şey önceden belirlenmiş. Sanatın yeni bir açıya yol alabilmesi çok zor.
Çoksatarlık kurallarına göre yazmak bana göre çok zor. Geçmiş yıllarda, kırk yıl önce,  denedim, o tarz yazıları nasıl yazdıklarına dikkat ettim. Olumlu sonuçlar alamadım, kendi yolumda kös kös gittim. Bugünkü ortamda çok sattığımı düşünememek gerek. Kendimle ilgili değil toplumla ilgili bir sancı bu. Sağ olsun Everest kitabın hiçbir yerini ellemedi, noktası virgülü her şeyiyle basıldı. Teşekkürler. Çoksatarların yayınevine sağladığı ticari imkân benim sağladığım imkânlarla karşılaştırılamaz. Benim rakamım çocuk oyuncağı, ancak on bin baskı. İkinci baskıda ise ellerinde kalmasın diye ancak beş bin baskı. Çoksatarlar beş yüz bin basılıyor.
O yılların ortamı başkaydı. Bir yılda ancak dört beş kitap çıkardı. Artık şiir kitabı çıkmıyor. Hâlbuki yayınevinin görevi şiir kitabı çıkarmak. Jest olarak basması gerek. Şiir yayınevlerinin onuruydu, sevinç kaynağıydı. Her şey ters yüz olmuş durumda.
Bence çoksatarları da okusunlar. Sakıncası yok. Oradaki sakınca sekiz yüz bin, mor kapak, gri kapak olayı. Yetiştiğim yıllarda öğretmen görevi gören kitaplar vardı çoksatanlar arasında. Onlardan başka yerlere gelirdiniz. Bizler Kerime Nadir, Esat Mahmut okuyup sonra  Sartre’ye geçtik.  Esat Mahmut okumak Türk toplumu hakkında fikir sahibi olmaktır. Cemal Süreyya demişti, Kerime Nadir okumadan Sartre okuyan toplum olduk diye ta o zamanlar.
Şimdi gençler sadece Borges okuyor, aradaki boşluğu nasıl kapatacaklar?

Can Bahadır Yüce, bir söyleşi yaptı sizinle. Ve kitaptan bir alıntı yapmıştı. Onu açabilir misiniz?
 En koyu sofu en koyu ateistin, en koyu ateist en koyu sofunun iki mısraından iki satırından mesut olamaz mı?
Altmış üç yıldır bu ülkedeyim, baştan beri bunu düşünüyorum ben.
Çoksatarlarla ilgili bir sorunum olmadı hiç. Atilla İlhan bir kitabım üzerine yazmıştı, doğru yoldasın böyle devam et, diye. Ben isteyerek bıraktım o yolu. Her Gece Bodrum’da yazmış olduğum aşk ten ilişkilerini. Saz, Caz, Varyete adlı romanım az satıldı. Belki okuyucuya uzak geldi, belki daha erkendi bu konular. Ele alınan karakterler sembolikti. Ecevit, Türkeş ve Demirel, okur bağı kuramadı. Bu kitaplar yeniden satsın diye üç kitap bir arada Selim İleri Tozlu Aşk Romanları diye yeniden basıldı, Kafes, Ölünceye Kadar Seninim ve Saz, Caz, Varyete. Beni üzmedi bunlar. Kırk beş yıldır yazarak yaşamımı sürdürüyorum, iyi, konforlu bir hayat yaşadım.
Yayın dünyası. Edebiyat dünyası demiyorum, o yok zaten.  Bu benim meselem değil, gelinen nokta. Ticari ortam alakadar ediyor insanları. Selin Ongun televizyon programında bana sordu, yayınevi kitabınızı reddetseydi ne olurdu, diye. Reklam olurdu, dedim. Başka yayınevine giderdim hemen, dedim. Buraya kadar indirgenmiş edebiyat maalesef.
Fulya Füsun Çetinel ve Selim İleri kitap imzalarken
Füsun Çetinel ve Selim İleri kitabını imzalarken
Bu romanı yazmak iki buçuk yıl sürdü.  2010 Haziran’dan 20112 Kasım’ına kadar.  Başı çok zorladı. Yarı şizoid bir karakter, normal bir kişi gibi. Mesleği ne, işi ne, tahsili ne bu kişinin? Memur yaptım önce, sonra vazgeçtim, emekli öğretmen yaptım. Kimse bana nereden para kazandığını sormadı.  Karakteri kendi akışına bırakmak gerektiğine sonradan karar verdim. İki üç defter bıraktım. Başı beni epey zorladı.
Herkesin kayıtsız kaldığı edebiyat alanında yazsan ne olur yazmasan ne olur, demiyor musun.  Kimse ilgilenmiyorsa dil, edebiyat ne olacak, diye sormuyor musun hiç, dedi Ömer Türkeş. Benimkisi sadece şikâyet. Kırk elli kişi yine toplanır yine konuşuruz bugün nasıl bir araya geldikse, dedim ona.
Zeliha Berksoy, Kenter tiyatrosunda Brecht’in bir oyununu sergiliyordu. Koca tiyatroda ancak yüz kişi vardı. Bu ne rezalet, yüz kişiye tiyatro mu oynanır, demiştim o zamanlar. Zeliha boş salona bakıp on yıl sonra ne tiyatro ne edebiyat olacak sen neyi dert ediyorsun, demişti gülerek.
Türkiye’de durum çok vahim. Ben sadece teşhis koymaya çalıştım. Çözüm yok. Kaç bastı kaç sattı, hiç derdim olmadı benim. Telif beni geçindirecek kadar olsun yeterdi bana. Susar otururdum.
Bir defasında iki çoksatar yazar hanımla birlikte Urfa’ya, oradan Harran’a gittik. Urfa çarşısında beni tanıdılar. Ama iki hanımı tanımadılar. Harran’da da bir hanımı tanıdılar. Etrafına toplandılar, o da hangi programlara çıkacak falan açıklama yaptı. Ona çay ikram ettiler, bize etmediler. Şaka, şaka. Bize de ettiler. Kimin nerede, nasıl tanınacağı pek belli olmuyor.
İki üç yaz önce Bodrum’da Mehmet Barlas’ın evine davet edilmiştim. Ben erken gittim biraz, Tansu Çiler de erken gelenlerden. Beni kendisine takdim ettiler, Selim İleri tanıyor musunuz, diye sordular Tansu Çiller’e. Tanıyorum tabi, milli güreşçimizi kim tanımaz, dedi. Sonra da zayıf halime bakıp, ne oldu size yoksa hasta mısınız, diye sordu.

Ömer Türkeş bu romanınız için Selim İleri’nin başyapıtıdır demiş. Diğerleri değil miydi?
Bu romana birikimimi döktüm ama diğerlerinden daha fazla uğraştım diyemem. İçine bazı şeyleri tıkıştırdım, sonra başıma bela oldu, nasıl bağlayacağım diye düşünüp durdum. Kapağa Usta’dan bir başyapıt yazdılar. Bu da bir nevi pazarlama işte. Arka kapağa ‘ustanın en boktan kitabı’ da yazabilirlerdi.

Hocam, belki de daha fazla satardı?
Hiç aklıma gelmedi. Niye daha önce söylemediniz bunu?

Yaratıcı yazar sözü ne kastediyor size? Bu tür atölyelerin faydası var mı?
Yazar eğer gazeteci değilse peşinen yaratıcıdır zaten. Kurslar hakkında hiç bilgim yok. Eğer bir kişinin içinde edebiyatçı olma arzusu varsa ve bu arzu şiddet halindeyse bu kurslar yolunu kısaltabilir. Sylvia Plath’ın Sırça Fanus isimli kitabında bu konu çok güzel işlenmiş. Üniversitede yaratıcı yazarlık bölümünde roman eğitimi görmüş öğrenci okulu bitirirken mutlaka bir roman bitirecektir. Bu kitap herkesin eğitimle romancı olamayacağını gösterir.  Ben bu kurslarda hocalık yapamam. Birkaç teklif aldım. Bir keresinde Ömer Türkeş’in ricasını kıramadım. Kursta her kesimden öğrenci olacak, demişti. Derste kendi aralarında konuştu öğrenciler. Elif Şafak kaç satmış. Günün çoksatarları üzerine odaklanmış insanlardı hepsi. Bunu şu tür bir faaliyete benzettim. Sağlık sorunlarım için havuza yüzmeye gidiyorum. Orada konuşulan konu, bugün ayağınız, beliniz nasıl.  Bunun gibi işte bu kurslarda konuşulanlar.
1960lı yıllarda iç monologlar, bilinç akışı gibi şeyler hakkında yazarların ne bilgisi ne teknik donanımı vardı. Memet Fuat, Murat Belge çıkardıkları dergiler ile bugünkü kursların işlevini yapıyorlardı. Kafka ve bilinç akışı özel sayıları çıkardılar. Kafka o zamanlar anlaşılmıyordu. Çok ciddiye alınması gereken siyasi tarafının, geleceğe yönelik kâhin tarafının bilincinde değildik.
Altın Kitaplar tarafından yayınlanmış olan Agatha Christie kitapları bizde hep on formaydı. Yıllar sonra anlaşıldı ki bazıları on, bazıları yirmi beş forma. Ve evet, kötü çeviri şimdilerde çok daha kötü.

Safiye Ayla ile ilgili bir anınız vardı?
Niye, yaşım ona mı uygun?  1980li yıllarda, Levent Etiler’de oturuyor Safiye Ayla. Yemeğe davetliydim. Kulağı iyi işitmiyor, yaşı epey var. Her şeye ‘hmm evet’ diyor, kolay yolunu bulmuş. İhtilal daha yeni olmuş. İnanılmaz zeki bir kadın. Orduevlerine davet edip Atatürk’ün sevdiği şarkıları okutuyorlar hala. Onu anlattı sevinerek. Yemek çok güzel geçti. Bir iki gün sonra Armağan Hanım aradı beni, Safiye Ayla’yı nasıl buldunuz, diye sordu. Çok hoş bir hanım, yaşım tutsa evlenme teklif ederdim, dedim şaka yollu. Bunu Safiye Ayla’ya anlatmış. O da, sakın teşebbüs etmesin, hiç tipim değil kendisi, demiş.

Romanınızda birçok motif var.
Romanın içinde dram var, eleştiri, doğu batı meselesi, mizah her şey var. Şizofren kahraman iki anne icat etmiş. Rahmetli Füsun Akatlı yıllar önce bu fikri kafama sokmuştu. Dostlukların Son Günü çıktığı zaman şöyle bir yorum yapmıştı. Anne, kimi zaman çok merhametli kimi zaman despot biri olarak çıkıyor karşımıza. Garip bir şey var bu kitapta, kahramanda kişilik bölünmesi gibi bir şey, diye yazmıştı bir eleştirisinde Füsun Akatlı. Bu eleştirisi kafamı yıllarca meşgul etti. Her şey birikiyor, sonradan bir şekilde ortaya çıkıyor.  Mel’un da işte böyle ortaya çıktı, iki farklı anne. Kimileri bunu doğu batı meselesi olarak algıladı.

Doğu Batı meselesi üzerine bir şeyler söyleseniz? Batılılaştıkça kibirli mi olduk biz Türkler?
Batılılaşmadık, batılılaştığımızı sandık ve bundan kibirlendik. Batı değerlerini özümseyemedik maalesef. Alçakgönüllü olmayı bilemedik. Einstein,  Almanya’da üstü başı dökük dolaşıyormuş, sormuşlar, niye böyle geziyorsunuz, diye. Burada beni herkes tanır da ondan, demiş. Amerika’da da aynı şekilde dolaşıyormuş. Peki burada niye böyle pejmürde dolaşıyorsunuz, demişler. Burada da beni kimse tanımaz zaten, demiş. Bizim toplumun senteze gitmesi lazım. Türkiye, birbirinin etkisi ve tepkisi olarak gelişiyor.
Bu kitapta yazdığım birçok şey kendi hayat güçlüklerimin ortaya attığı şeyler gibi görünmekte ama gerçekte içindekiler belgesel.  Yazdığım bir şey de resim sanatı üzerine. Van Gogh servileri her tabloda birbirinden farklıdır. Bizim nakkaşlarımız yüzyıllar boyu aynı şeyleri resmedip durmuşlardır. Bu,  meşhur bir sanat tarihçimizin yargısı. Ben bunu kullandım işte.

Bir ıspanaklı salata hikâyeniz vardı, anlatabilir misiniz?
Siz beni burada Bal Mahmut’a çevirdiniz. Yemek kitaplarını maddi problemlerle yazdım. Buradaki tarifler hep bir fiyaskoyla sonuçlandı ne yazık ki.

Kitap bastırmak eskiden bu kadar zor muydu?
1060-1968 yılları arasında Memet Fuat, D yayınlarındaydı. Kısa bir süreliğine etkin oldu. Oktay Rıfat, Cemal Süreyya, Edip  Cansever gibi kıymetli şairlerimizin şiir kitaplarını bastı hep. Behçet Necatigil’in kendine özel imla kullanımı vardı, kesik kesik iki kısa çizgi gibi. Sonra Leyla Erbil’in kendine has yazım kuralları. O zamanlar dizgici yok, harfler kurşun dökülerek diziliyor çok zor şartlarda. Yanlış basılan bir kitabı, Memet Fuat parasını kendi cebinden ödeyerek tekrar bastı. Artık o titizlik yok, bilgisayarda şapkalı A  yok, kimse böyle şeylerle uğraşmıyor. Leyla Erbil bile pes etti, aman ne basarlarsa bassınlar, dedi en sonunda.
Evet, kitabımın Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken hikâyesiyle büyük akrabalığı var. İnanılmaz derecede esinleniş var, fark ettim. Yusuf Atılgan, Bilge Karasu bir süre etkili olup maalesef sepetlendiler. Geriye kalanlar Oğuz Atay, Tanpınar. Ben bu yazarların bile kimse tarafından okunduğunu sanmıyorum. Üniversitelerde çok sayıda tezler, doktora çalışmaları yapılıyor ama hepsi yayınlanmıyor.
Ben kimi zaman melunluk yapar, eşe dosta var olmayan kitapları okudunuz mu diye sorardım. Evet, okudum, derlerdi. Ferit Edgü daha fazla melunluk yaptı. Gazetede olmayan bir kitap üzerine yazı yazdı. Haince bir şey. Kimi insanlar bunu referans olarak bile kullandı.
Bir de Selçuk Baran’ın Bir Solgun Adam romanıyla çok yakınlığı var kitabımın. Selçuk Baran’ı ayrıca çok severim.

Beğendiğiniz, okuduğunuz yazarlar kimler? Biz neleri okuyalım?
E, beni okuyun tabi. Kendi yolunuza kim yakınsa onu okuyun. Sizin yazarınız kimse. En önemlisi tat alın, akünüzün dolmasına yararlı olacaktır bu. Bazı kitaplar bazı yaşları bekler, diye bir şiiri var Necatigil’in. Çok doğru bir tespit bu.

Türkçenin geldiği koordinatlar nedir sizce?
Türkçe artık iki yüz elli kelimeyle yürütülen bir konuşma dili haline geldi. Üniversitelerde yapılan bir araştırma sonucudur bu. Bu noktaya nasıl gelindi?

Kelime yarışmalarına çıkan çok iyi üniversitelerin öğrencileri ilk üç soruda eleniyor. Bu da bunu gösteriyor zaten değil mi?
O bir gösterge değil. Yarışma programları farklı bir şey. Yirmi beş otuz yıl önce, Tarık Tarcan jest yapıp Çarkı Felek programına davet etmişti, Pınar Kür’ü, beni ve Necati Güngör’ü. Ben eski edebiyat eserlerini severek okurdum.  Hepsine yanlış cevap verdim. Tarık Tarcan Şıp Sevdi’yi soruyordu. İpucu veriyor, hani yağmur yağar, diyor. Niye yağar, diyorum ben. Kimse bir şey bilemedi. Yarışmalarda insan tutuluyor.
Ziyarete gittiğimiz bir okulda, çocuk cami minaresi diyecek, caminin külahı, dedi örneğin.

Belki çocuğun aklında dondurma vardı hocam.
Öyleyse çok sevinirim. Yanlış kullandıysa kötü ama.
Selim Bey, caminin tepesine külah da denebiliyor.
Hiç bilmiyordum gerçekten.

Ya kitap fuarları hakkında ne düşünüyorsunuz Selim Bey?
Sizi seven okur kalkıp geliyor oralara kadar ve yazarlar, yayınevleri ‘geç sıraya, geç sıraya’ diye azarlayıp duruyor herkesi. Bunu bakkal çakkal yapmaz. Ekmek yediği müşterisini yere göğe koyamaz onlar. Ben dört beş yıldır katılmıyorum bu fuarlara. Zaten kulağım iyi işitmiyor. Yanlış anlaşılmalar oluyor. Bir kere feci bir şey oldu.
Kitabın adı Ölüm İlişkileri. Bir hanım imza istedi. Adını soyadını sordum. Sabiha bir şey. Soyadı aklımda kalmadı. Kitabı Sayın Sabiha Sertel’e diye imzalamışım, farkında değilim. Kadın öleli yıllar olmuş. Çok ayıp. Ama Sabiha Hanımın suçu, çok konuşup beni ambale etmişti. Kitabın içini açıp okumuş, koşup geri geldi, yanlış imzalamışsınız diye.
Yazılarıma postmodern denemez. Ben diyemem, çünkü öyle yazmadım. Zaten postmodern nedir, bunu iyice bir belirlemek gerek. Bizde her şeye postmodern deyiveriyorlar.

Selim İleri kendinden önceki yazarların tanıtılmasında rol oynadı, genç kuşaklara da öncü oldu. 
Bizim zamanımızda da Atilla İlhan, Behçet Necatigil hep destek oldu bizim gibi genç yazarlara. Üstünlük taslamazlardı, burnu büyüklük yoktu. Yirmi yaşında yazarken dünyayı değiştirebileceğime inanıyordum ama bugün yazdıklarımla değiştiremeyeceğimi anladım. Edebiyat narin bir şey. Hele Şiirler. İnsan çok sonra idrak ediyor, edebiyat hiçbir şeyi değiştiremez maalesef.
Siz en iyisini yazmaya çalışın, kitap mı ekmek mi önemli? Değişmeyen trajedi. Bu insanlar beni nasıl anlasın? Hatta gençleri azarlamalarını çok feci buluyorum. Edebiyat, seveni için duyarlılık yaratıyor. Sükûnet olacak, sıcak, masa lambası olacak, neyle geçineceğim derdi olmayacak.
Korsan kitaba karşıyım tabi.  Almaya mecbur kalanları da anlayışla karşılıyorum ama. Nasıl alsın, hangi parayla alsın. Bana hepsi bedava geliyor. Gelmese belki ben de korsan alacaktım, bilemem.

İnternet edebiyatı öldürür mü? Her öğrenciye tablet verileceği söyleniyor. Kitap sayfası çevirmeyen öğrenci okumayı nasıl sevecek?
Umberto Eco kitabında buna inanmadığını yazmış. Kâğıt kokusu olmadan e kitaptan tat alamaz insan. Türkiye’de hayal mahsulü teklifler çoktur.  Özal zamanında da tüm öğrencilere bilgisayar verilecekti. Hani? Şimdi de tablet vermekten bahsediyorlar. Bence olmayacak. Hoş sözler. Kitap gitti. Karatahta kalktı gibi. Bırakın tahtayı depreme dayanıklı okul bile yok. Bunların hepsi Türkiye’ye dair sayıklamalar.

Sevgili Selim İleri’ye bu hoş sohbet için çok teşekkür ediyoruz. Bence Mel’un edebiyata dair çok samimi sayıklamalar. Halen okumadıysanız, bir an önce en yakın kitapçının yolunu tutun derim. Evet biliyorum internetten sipariş ederseniz daha ucuza geliyor diyeceksiniz ama kitapçılar ne olacak. Bizim kahrımızı çeken o güzel mekânlar?

FULYA FÜSUN ÇETİNEL
Devamını Oku

14 Mart 2013 Perşembe

Yazarlıgın mayasında hayatın acıları vardır!

Mario Levi yazarlık yolunda ilerlemek isteyenlere ve henüz bu yolun başında olanlara hayat ve yazarlık ile ilgili şu sözü söyledi: Ben çok acı çektim ama bunları yaşadığım için yazar oldum. Bilin ki yaşadığınız acılar yazacağınız yazılar düşünüldüğünde size birileri tarafından verilmiş birer armağandır. Onların kıymetini bilin. 

Yaratıcı yazarlık ve Mario Levi Söyleşi
Yazının Ustaları adlı programa konuk olan yazar Mario Levi iyi bir yazar olmanın iyi bir okur olmaktan geçtiğine inandığını bu nedenle yılların akışında sabırla yazısına odaklandığını söyledi. 


Yazarın karanlık mağarasına yolculuk

Yazının büyüsü ile kaleminin ucuna gelenleri yazan Mario Levi, romanlarındaki olayların nerede başlayıp, nerede ve nasıl biteceğinin kurgusunu yapmıyor. Yazarken kendisine sürpriz imkanları tanıyor. Bu nedenle edebiyatı insanın kendi mağarasına yaptığı bir yolculuğa benzeten Mario Levi yazma eylemiyle ilgili şu tespitleri yapıyor: “Yazmak karanlık bir mağaraya inmek demektir. O mağara aslında sizsiniz, sizin içinizdeki mağaradır. O mağaraya inersiniz, adımlarınızın sizi götürdüğü yere doğru inersiniz. Ne kadar cesursanız o kadar gidersiniz. O yolda, o inişte hiç beklemediklerinizi veya unuttuğunuzu sandıklarınızı görürsünüz. Ama burada çok güçlü bir paradoks olarak karşımıza şöyle bir hakikat çıkıyor. O karanlığın içinde sizi bekleyen bir aydınlıkta var. Çünkü siz orada dünyanızı ve kendinizi keşfediyorsunuz. Bu yüzden ben kendimi yazarken öylesine bırakıyorum. 


Kendini yazmak kolaycılık değildir!

Gerçek anlamda yaşanmayanın gerektiği gibi anlatılamayacağına inanan Mario Levi’nin eserlerinde otobiyografik unsurlar mevcut. Bunun diğer yazarlar için de geçerli olduğuna inanıyor. Bu tespitini de Mario Levi şöyle açıklıyor:  Kimi yazarlar vardır, yaşadıklarını yazmanın bir çeşit kolaycılık olduğunu söylerler. Başka hikayelerin ardına düşmenin daha doğru olacağını düşünürler. Ben hiç böyle düşünmüyorum. Kim ne derse desin, kim ne yazarsa yazsın, her yazılan otobiyografiktir ve yazarın kendi yaşamından unsurlar taşır. Gerçek edebiyattan söz ediyoruz tabi. Bir hikaye anlatmayı seçtiğiniz an zaten tarafsızlığınızı kaybedersiniz. Siz farklı bir hikaye yazmak istersiniz, ben farklı bir hikaye yazma ihtiyacı duyarım. 
Bunu da bir yana bırakalım, zaten yazarın kullandığı dilin kendisi otobiyografiktir. Önemli olan da budur edebiyatta. Herkesin bir dilinin olması, bir dili inşa etmeye çalışması çok önemlidir. Böyle bakacak olursak elbette anlattıklarımda yaşadıklarım da vardır, yaşamayı dilediklerim de, yaşayamadıklarım da. Yaşayamamanın bana verdiği kırgınlıklar da, umutlar da. Yazdıklarımda her şeyim vardır. Yaşayamadıklarım da yaşadıklarımdır aslında. 


Sahici olmanın bedeli nedir?

Edebiyatta sahici olabilmenin bir bedeli olduğunu vurgulayan Mario Levi konuyla ilgili şunları söyledi: Hikaye, gerçektekinden çok farklı olabilir ama ruhu doğru, hikayenin duygusu doğru olmalı, gerisini boş verin, asıl önemlisi bu. Bu beraberinde edebiyatın en önemli unsurunu olan sahici olmayı sağlıyor. Sahici olmak için ise bir bedel ödemeniz gerekiyor. Bu bedelin içinde öncelikle kaybetmeyi göz almak var. Hatta kaybetmenin erdemini bilmek var. 
Videonun tamamını buradan izleyebilirsiniz.

Devamını Oku

9 Mart 2013 Cumartesi

10 yıl sonra ne edebiyat ne tiyatro ne de siir kalacak!

Galapera’ya konuk olan Selim İleri, tiyatrocu Zeliha Berksoy’un bir sözünü hatırlatarak “10 yıl sonra ne edebiyat, ne tiyatro ne de şiir kalacak” dedi.

Selim İleri Mel'un romanı ve Galapera Söyleşisi
Bu akşam Beyoğlu’ndaki Galepera yazar söyleşisine katıldım. Edebiyat tutkunlarının bir araya geldiği Selim İleri söyleşinde keyifli anlar yaşandı. Söyleşinin ana konusu Selim İleri’nin günümüzün edebiyat dünyasına, yazarlarına ve yayınevlerine içerden bir eleştiri niteliğinde olan son romanı Mel’un oldu. Mel’un’un okuyucuyla buluşması nedeniyle Galapera’ya konuk olan Selim İleri, söyleşide edebiyat ortamının son 15-20 yıldır önemli bir bozulma yaşadığını, bu yozlaşmaya dair düşüncelerini Mel’un romanında anlattığını söyledi. Yurt dışında “bestseller” adı altında yayımlanan romanları çok satar olarak niteleyen Selim İleri, “Çok satarlar denilen romanlar dünyanın her yerinde var. Ancak Avrupa ve Amerika’da bunun yanında edebiyat değeri olan eserler veren yazarlar ve onların okuyucuları da var. Türkiye’de olmayan budur. Batıda çok önceleri başlayan çok satarlar edebiyatı ülkemizin son yıllarına damgasın vurdu. Ancak batıda öz edebiyat varlığını korumuş. Ülkemizde öz edebiyat yok olmaya doğru gidiyor. Bir kitap çıktığında içeriğinden ya da ne anlattığından ziyade satış-pazarlama, kapak rengi, tanıtım gibi kısımlar ön plana çıkıyor” dedi.
Selim İleri ayrıca Mel’un romanının herkesin söylediğinin aksine Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanı ile değil yazarın Korkuyu Bekleyen adlı öyküsü ile derin bir akrabalığı olduğunu söyledi.

Bu durumdan pek çok kişi rahatsız!
Edebiyattaki yozlaşmadan piyasadaki pek çok kişinin de rahatsız olduğunu söyleyen Selim İleri “Para düzeni ilişkileri içinde olunca insanlar da göz yumuyor. İlişkiler burada çok belirleyici. Bu durum sinema ve tiyatro için de geçerli. Dörtte üçü palavralarla dolu bir filmi eleştirdiğinizde kapılar size kapanıyor. Böyle bir ortamda sanatın yeniye, gelişkin olana yeni bir bakış açısına yol kapanıyor. Ayrıca çok satarlık formüllerine adapte olmak, yazmak ve ona uyum sağlamak da yazarlar için zor. Yazarı kısıtlayan bir durum” dedi. 

Selim İlerinin son kitabı MelunZerre kadar umudum yok!
Dünya genelinde bir çöküş yaşandığını vurgulayan İleri, “Bu çöküş Türkiye’de daha fazla hissediliyor. Bu siyasal, dini bir şey değil genel bir durum. Karşı durduğum şey edebiyat ortamının geldiği durum. Herkesin edebiyat dünyası diye nitelediği şeyi ben artık yayın dünyası olarak niteliyorum. Bu yozlaşmanın düzelmesi için de bir önerim yok. Benim yaptığım sadece bir saptama. Ayrıca durumun düzeleceğine dair zerre kadar da umudum yok” dedi. 

Eskiden edebiyatın dünyayı değiştireceğine inanıyordum
Edebiyata bakış açısının zaman içinde değiştiğini belirten Selim İleri “20 yaşında edebiyatın dünyayı değiştireceğime inanıyordum, ama bugün buna inancım kalmadı. Bakış açımda büyük bir değişiklik var. Edebiyat narin bir şey ve zamanla edebiyatın siyasal sistemi değiştiremeyeceğinin farkına vardım. Öte yandan zor hayat şartları ile yaşayan insanlardan, ekmek kavgası veren insanlardan kitap okumasını beklemek ya da kitap okuyarak okuduğunu anlamasın beklemeyi anlaşılır bulmuyorum. İyi bir kitap okuru olmak için belli şartlar lazım örneğin yarın sabah neyle geçineceğim derdi olmamalı, sıcak bir ev, huzurlu bir ortam. İşte bu olduğunda okuduğunuz kitap size keyif verir, anlatmak istediğini size ulaştırır” dedi. 

Yazarlık kursları yazar olma yolunu kısaltır
Yaratıcı yazarlık kurslarının içeriğini ve oradaki ortamı tam olarak bilmediğinin altının çizen Selim İleri, “Eğer insanın içinde yazar olma ve edebiyat tutkusu varsa yaratıcı yazarlık kursları da bunu kolaylaştırır diye düşünüyorum. Yazar olma yolunu kısaltabilir. Eğitim veren yazarlar kendi tecrübelerini aktarabilir. Aynı zamanda yazar olmak isteyen gençlere teknik bilgilendirme bakımından yol gösterebilir” dedi. 
Genç yazarların ne okuması gerektiğine ilişkin soruya da Selim İleri, istedikleri, sevdikleri ve tat aldıkları yazarları ve kitapları okumalarını önerdi. 

Meraklısına, 

Selim İleri'nin AHaber kanalında yer alan söyleşisi

Devamını Oku
BlogOkulu Gadgets